banner4
08.11.2019, 11:41

ULUSLARASI SATRANÇ

Herkesin bildiği gibi uluslarası ilişkilerde dostluklar değil menfaatler vardır. Bugün bir ülkenin kendine dost gördüğü bir ülke, yarın bir menfaat çatışması olduğunda yanında değil, karşısında olacaktır.

Günümüzde kendi açımızdan baktığımızda bunun örneklerini Doğu Akdeniz’de ve Suriye’de görüyoruz yaşıyoruz.

Bizim her zaman ve her platformda desteklediğimiz Filistin ile, birkaç sene önceye kadar dost olduğumuz Mısır, bugün Doğu Akdeniz’de İsrail, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi ile ittifak halindedir.

1923’ten bugüne geçen 96 yıla bir baktığımızda;

Türkiye neredeyse Atatürk döneminden sonraki tüm dönemlerde yani 1938 sonrasında genellikle ABD’nin yanında ve hatta emrinde olmuştur. Bu ancak son 8-10 yıldır artık değişmeye başlamıştır.

Öyle ilginç ve bir o kadar acıdır ki ülkemizin milli haber alma teşkilatının maaşlarının bile çok uzun bir süre CIA tarafından ödendiği yazılıp çizildiği kamuoyuna bilgisine yansımıştır.

Her ne kadar olayları kendi döneminde ve konjonktüründe değerlendirmek gerekirse de, gerek uluslararası ilişkilerin hassasiyetini bilerek ve bu çerçevede ilişkilerin de ayarında/dozajında götürülmesinde, ve gerekse içerideki dengelerde en küçük bir zaafiyet gösterdiğinizde, amiyane tabirle kaş yaparken göz çıkarmış olursunuz. Bu göz çıkarma ise, ülkelerin kaderlerini negatif yönde  etkileyecektir. Örneklemek gerekirse bu, hedefine doğru yol alan bir trenin aniden makas değiştirilerek (makinistin ve yolcuların bilgisi ve haberi dışında) uçuruma doğru yol aldırılması gibi birşeydir.

Konuyu biraz açalım;

Gerek kurtuluş savaşı sırasında ve gerek hemen sonrasında, Türkiye Cumhuriyeti Devletimizin kurucusu olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bu uluslararası satrancı çok iyi oynadığını anlıyoruz. Öyleki, bir yandan SSCB’nin (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği kısaca Sovyetler Birliği’nin) desteğini alırken, diğer taraftan da ABD’yi, İngiltere’yi, Fransa’yı gayet iyi idare ettiğini görüyoruz.

SSCB’nin desteğini almak ve o zayıf dönemlerimizde (şimşekleri üzerimize çekmemek için), örneğin ülkemizde bir Komünist parti kurulmasına müsaade ediyor ama ilk fırsatta da yine kendisi kapatıyor.

ABD ve ABD’de etkin yahudi desteğini alabilmek için de Türkiye’de mevcut (daha önceden Osmanlı döneminde kurulmuş bulunan) mason localarının faaliyetlerine bir süre müsaade ediyor, ancak yine ilk fırsatta kapatıyor. (Ancak, Atatürk’ün 1935’te kapattığı mason locaları, 1948’de İsmet İnönü’nün emri ve Celal Bayar’ın desteğiyle, Türkiye Mason Derneğinin kurulması ve faaliyete geçmesiyle tekrar açılmıştır). 

(Bu konu oldukça karmaşık ve detaylı bir konudur. Bu nedenle belki ileriki zamanlarda üzerinde geniş ve sağlam bir araştırma yapmayı müteakiben bir makale hazırlarız).

Bu örnekleri çoğaltabiliriz.

1923’ten 1938’e kadar (ki o dönemlerde hem insan ve işgücü yoklukları, hem de para-pul, sermaye yokluğu had safhada iken) 40 kadar fabrika kuruluyor. Bunların bazıları: fişek fabrikası, Gölcük tersanesi, Eskişehir hava tamirhanesi, Alpullu, Eskişehir, Turhal ve Uşak şeker fabrikaları, Kırıkkale mühimmat fabrikası, Ankara ve Sivas çimento fabrikaları, İstanbul otomobil montaj fabrikası, Nuri dilligil tabanca havan ve mühimmat fabrikası, İzmit Paşabahçe şişe ve cam fabrikası, İzmit kağıt ve karton fabrikası, Nazilli basma fabrikası, Bursa Merinos fabrikası,  ..).

Bir yandan tarıma ve hayvancılığa önem verilerek üretim artırılarak sürdürülebilir hale getirilirken, diğer taraftan Sümerbank gibi fabrikalarla giyim sanayii sıfırdan kurulup geliştiriliyor, diğer yandan da daha o yıllarda uçak fabrikası (1936’da kurulan Nuri Demirağ Uçak Fabrikası) kuruluyor. Hindistan’daki müslümanların (şimdiki Pakistan’ın) gönderdiği paralarla olduğu ileri sürülse de, neticede gelen paralar çarçur edilmeden banka (iş bankası) da kuruluyor. Ve tüm bunlar yapılırken Hatay’ın anavatana katılması sağlanıyor. Dikkat edilirse dış ve iç politika ahenkli bir şekilde ve en küçük zaafa meydan verilmeden, üstelikte her türlü imkansızlıklara rağmen bunlar başarılıyor.

Atatürk’ün sadece 57 yaşında ve muhtemelen yavaş yavaş zehirlenmek suretiyle vefatından sonra (ki benim kanaatim öldürüldüğü yönündedir ne yazık ki) işler değişmeye ve 15 yılda elde edinilen kazanımlar adeta boşa gitmeye başlıyor.

Nasıl mı?

ABD ve SSCB (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliğinin) aralarındaki gizli anlaşma ve bölüşmelere Türkiye’nin de konu edildiğini, birinin korkusuyla diğerine mecbur bırakıldığımızı; bunun da tamamen bu 2 ülkenin (bu 2 ülkeye İngiltere’yi de ilave edebiliriz) anlaşmasının ve ince sinsi taktiklerinin bir neticesi olduğunu anlıyoruz.

2. Dünya Savaşından hemen sonra yapılan ve 11 Şubat 1945’te sona eren, ABD başkanı Roosevelt, SSCB başkanı Stalin ve İngiltere başbakanı churchill’in, bugünkü Ukrayna devletinin Yalta kasabasında bir araya gelerek yaptıkları toplantılarda aldıkları kararlarla, adeta dünyayı bölüşmüşler, dünya Sovyetler Birliğinin başını çektiği Doğu Bloku Ülkeleri ve ABD’nin başını çektiği Batı Bloku Ülkeleri olarak adeta 2 ye bölünmüş, bu arada bilahare genelde Hindistan’ın başını çektiği Bağlantısızlar Hareketi de ortaya çıkınca, dünya artık çok farklı bir döneme girmiştir.

Yalta Toplantısının hemen arkasından o dönemki devletlerinin adı SSCB (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) olan Ve kısaca Sovyetler Birliği olarak ifade edilen Ruslar ve liderleri Stalin, Türkiye’den kendi egemenlikleri altındaki Ermenistan’a dahil edilmek üzere Kars ve Ardahan’ı ve ayrıca boğazları da bizden istemiştir.

Sonraki dönemlerde bu resmen teyid edilmese ve doğrulanmasa da Stalin’in bu talebi bir gerçektir. Ancak çok sonradan da anlaşılmıştır ki, amaç Türkiye’yi korkutmak ve Yalta Anlaşması çerçevesinde Türkiye’yi ABD hegemonyasına bırakmakmış. Çünkü, Stalin bu talebinde ısrar etmediği gibi sonradan da zaten bu talebinden vazgeçmiştir.

İşte ne olduysa bundan sonra hızla olmuştur. Türkiye, Sovyetler Birliği ve komünizm korkusuyla ABD’nin adeta bir dediğini iki etmemeye başlamıştır.

Örnek mi; ABD Dışişleri Bakanı George Marshall’ın adının verildiği Marshall Yardımları.

Başlangıçta bu yardımlar kapsamına, sadece savaştan zarar gören Avrupa ülkeleri dahil edilmiş ve Türkiye hariç tutulmuş iken, Türkiye’nin yardımlar dışında tutulması üzerine, Türk Hükümeti Amerikan Hükümetine doğrudan müracaatla yardım talebinde bulunuyor. Amerika’nın Ankara büyükelçiliğinin de Türkiye’nin bu talebine destek vermesiyle, 3 Nisan 1948’de Amerikan kongresinde kabul edilen Ekonomik İşbirliği Kanunu’yla Türkiye, Marshall Planına ve Yardımlarına dahil ediliyor. O tarihte Türkiye’de (Tarih: Nisan 1948) Cumhurbaşkanı ismet İnönü ve Başbakan Hasan Saka’dır; ABD Başkanı ise Harry Truman’dır.

Türkiye’ye bu çerçevede 1948-1951 yılları arasında 62.376.000 doları hibe, 72.000.000 dolar da faizli kredi yani borç para alıyor. 

Ancak özellikle askeri yardımlarda Türkiye bütçesinden her yıl 145.000.000 dolar bakım ve yedek parça için bütçe ayrılması gerekince Türkiye bu yardımlardan zarar görmeye başlamıştır ama artık anlaşmaya da imza atıldığı için yapacak birşey kalmamıştır.

İlginç olan daha doğrusu zarar veren bir başka husus da, hibe yardımları kapsamında Amerika’dan mesela süt tozu gelmiştir. Bunu bugün 60’lı yaştakiler bile hatırlarlar: ilkokullarda bize süt tozunu suya karıştırılarak içirirlerdi. Bu Türkiye’de hayvancılığa vurulan bir darbeydi ve üstelik o süt tozlarının sağlıksız olduğu çok sonraları konuşuldu, yazıldı çizildi.

Bir başka facia ise, çocuk felci aşısı idi ki, bu, Türkiye’de çocuk felçlerini artırmıştır. Bu aşılar İçin harcanan yani ABD’ye ödenen paralar ise milyon dolarla ifade edilmektedir. Şaka gibi değilmi?

Bir başka facia ABD’den gemilerle yaptığımız buğday ithalatlarımızdı. Marshall yardımları adı altında bize Marshall kazıkları atılmıştı. Hatta limanda onları şiirlerle şarkılarla karşılamışız. Ne kadar tuhaf değil mi?

İşte kısaca burada ortaya koymaya çalıştığımız ve adına güya “yardım” denilen Marshall Yardımları”nın bile, Türkiye’yi ustaca ve sinsice ekonomik olarak batırma planı olduğunu ve bunun temellerinin de Yalta konferansında atıldığını anlıyoruz.

Peki kendimize bir soralım: İnönü’nün Cumhurbaşkanı, ve Hasan Saka’nın Başbakan olduğu bu dönemde, bunun yerine Atatürk sağ olsaydı bunları yaparmıydı? Hiç mümkün mü? Onun döneminde başlattığı kalkınma planları da üstüne üstlük çöpe gitmiştir adeta.

1938 sonrasında ve özellikle de çok partili hayata geçilmesini müteakip, yani 1950’den sonrası, iktidarda kim olursa olsun, muhalefetin, yapılan her türlü pozitif işlerde bile iktidarı kötüleyerek, kimi zaman iftiralarla iktidarı karalamaya yıpratmaya dayalı muhalefet yaptığını görürüz çoğunlukla. Her zaman bu böyle olmuştur asla diyemeyiz ama çoğunlukla maalesef böyle olmuştur.

Buna mukabil iktidarın da, muhalefeti can düşmanı gibi gördüğü, eylemlerini ve söylemlerini de bu şekilde geliştirdiğini gözlemliyoruz. Bu da bir genelleme olarak yaşanılan realitedir.

Ve Türkiye’mizin sıklıkla koalisyonlarla yönetildiği, koalisyonda yani hükümette yer alan partilerin liyakatten ziyade, seçmenine şirin gözükecek atamalarla bakanlarını ve bürokratlarını belirlediği, koalisyon hükümetlerinin ömrünün de ortalama 1,5-2 yıl civarında olduğunu görüyoruz. Hal böyle olunca da, genelde vitesten atmış kamyon gibi ya da direksiyonu kitlenmiş gemi gibi şansa kader süreyi doldurmaktan başka bir icraat yapamadığını bugün yaşları 50 ve üzeri olan bizim nesiller gördüler ve yaşadılar. 

Bu yaşananlar sadece onların suçu değildi, bize uygun görülen yönetim sisteminin de suçu var idi.

Arada 1960 ve 1980’de 2 tane büyük ihtilal ile, 1962 ve 1963’te 2 kez bastırılan Talat Aydemir darbe girişimleri, 1971 muhtırası,  28 Şubat gibi adına kimi zaman postmodern darbe denilen müdahaleler de, bunların yanında bir ara sağcı-solcu diye bu milletin tahrik edilmesi, bir dönem Sünni-Alevi ayrıştırılma ve araya nifak sokma çabaları, bir başka dönemde Türk-Kürt ayrıştırma ve tahrik etme çabaları hem ülkemizin, hem insanımızın ve hem de ekonomimizin canlarını heba etmiş ve dış güdümlü olduğu sonradan anlaşılan bu olaylar, ülkemizin yıllarını, canlarını, parasını, enerjisini çalmıştır.

Bununla birlikte, önce asala olayları, hemen akabinde pkk terör olayları, en nihayetinde fetö olayları ülkemizin üzerindeki sinsi planların devam edegeldiğinin en taze örnekleridir maalesef.

Yani bu ülkeye adeta nefes bile aldırtmamak için içeride ve dışarıda her türlü kalleşçe planlar uygulanmıştır.

Geçmişten günümüze, siyasette, bürokrasi de, askeriyede, basında ekonomide bu ülke için iyi birşeyler yapmaya ve doğruları anlatmaya çalışanlar olmuş, ama ne tesadüfki kimi zaman şüpheli ölümlerle kimi zaman da aydınlatılamayan cinayetlerle bu dünyadan göçüp gitmişlerdir. Kimler mi? Gümrük ve Tekel Bakanı Gün Sazak, Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Maliye Bakanı Adnan Kahveci, Başbakan Bülent Ecevit, İşadamı Özdemir Sabancı, Org. Eşref Bitlis, Yazar/araştırmacı/aydın Uğur Mumcu, Gazeteci Abdi ipekçi, Prof. Ahmet Taner Kışlalı, Prof. Bahriye Üçok, ...).

Gelelim günümüze: Günümüzde uluslararası bu sıcak satranç (bizim açımızdan bakıldığında) Doğu Akdeniz’de ve Suriye’de oynanmaktadır. Sadece buralarda mı? Hayır tabiki; Libya’da, Sudan’da, Afrika’nın daha birçok yerinde, Keşmir’de, Dağlık Karabağ’da (Azerbaycan’da), Doğu Türkistan’da (Çin Uygur Türk Bölgesi), İran’da, Filistinde vs vs oynanmaya devam ediyor.

Oyuncular farklı, tuzaklar farklı, yol yöntem farklı, sponsorları farklı ama amaç aynı: Türkiye’nin içeride ve dışarıda saygın, güçlü, söz sahibi bir devlet olmaması.

Günümüzde devletimizin, birçok acı tecrübelerden çıkardığı derslerle, daha akıllı, sakin, planlı ve kararlı bir şekilde ve dünya denkleminde belirleyici olarak ve biz de varız diyerek, oyun kurucular arasında yer almaya başladığını görmek biz vatandaşları ümitlendiriyor. Bunların tezahür ettiği yani “bir dakika durun burada biz de varız” dediğimiz alanlara Suriye ve Doğu Akdeniz’i örnek gösterebiliriz.

Bayrak göstermenin kuru kuruya olamayacağını gayet iyi bilen devletimiz, öncelikle savunma sanayi başta olmak üzere dışa bağımlılıktan tamamen kurtulmak yolunda dev adımlar atmaktadır.

Öte yandan, aynı şekilde tarım, hayvancılık, denizcilik, turizm, finans merkezleri, otomotiv, uçak, telekomünikasyon, bilişim/yazılım, uzay sanayii başta olmak üzere tüm sektörlerde de sürdürülebilir, kalıcı ve dev adımlar atabilirsek, inşallah önümüzdeki 20 yıl içerisinde şu anda herkes için hayal sayılabilecek çok şeyin gerçekleştiğini göreceğiz Allah’ın izniyle.

Bize düşen de, en başta çalışmak ve çalışana destek olmak. Bu çerçevede, en tepedeki Sn Cumhurbaşkanımızdan en alttaki vasıfsız  işçimize kadar çalışan üreten herkesten Allah razı olsun. Kolay gelsin, Allah sağlık, güç kuvvet versin.

Unutmayalım ki, “Marifet İltifata Tabidir.”.

Selam, saygı ve dua ile!..

Yorumlar (1)
Musa Arı 4 yıl önce
Sayın Mustesarim elinize sağlık. Tarihi olarak olayları çok güzel ozetlemissiniz. Bize düşen çalışmak ve çalışana destek olmak. Vatanımizin bekası için kim en ufak bir gayret gösterirse Allah ondan razı olsun, yolu ve bahtı açık olsun, kim ki bu vatana her ne saiklerle olursa olsun en ufak zarar vermeye kalkarsa her iki cihanda perişan olsun. Saygılar şu buyuk. Musa ARI
12
az bulutlu