banner4
14.11.2019, 11:31

ÜLKEMİZİN DÜNÜ BUGÜNÜ YARINI

Bu yazımızda Türkiye’mizde kuruluşundan bugüne nelerin nasıl değiştiğini ya da engellendiğini ve nereye doğru yol aldığımızı genel olarak değerlendirmeye çalışacağım.

Osmanlı İmparatorluğunun 1. Dünya Savaşından sonra dağılması, daha doğrusu içerideki devşirmelerin dışarıdaki ezilmişlerin tahrikleriyle çökertmesi neticesi, 600 asırlık bir imparatorluk en nihayetinde Sevr ile karşı karşıya bırakılmıştır.

Son Padişah Vahidettin, daha önce ve daha veliaht iken yaptığı Almanya seyahatinde, kendisine yaver olarak eşlik eden ve bu seyahatte yakından tanıma fırsatı bulduğu Mustafa Kemal’i “Paşa Paşa bu ülkeyi sen kurtarabilirsin” diyerek 9. Ordu Müfettişliğine tayin eder ve bu tayin 5 Mayıs 1919’da o zamanın resmî gazetesi olan Takvim-i Vekayi’de yayımlanır. Bilahare işgal kuvvetleri komutanı adına ve uzun uğraşılardan sonra İngiliz Yüzbaşı John Godolphin tarafından imzalanarak boğazlardan çıkışına vize alınır. Sadece bu bölüm ve bunun için verilen mücadele ve alınan riskler başlı başına ciltlerle yazılacak kitap konusudur.

Devamı süreçler malum: Kelle koltukta verilen mücadeleler, yokluklar ve çaresizlikler içerisinde yıllara yayılan mücadeleler ve savaşlar, memleketin her tarafındaki erkek kadın çoluk çocuk genç ihtiyar canlan başla ve tam bir inanmışlıkla verilen destansı mücadele sonunda yeniden bağımsızlık ve hürriyet.

Kurtuluş savaşı sonrasında ise, yönetimden eğitime kadar yapılan bir çok tercih değişiklikleri, bunların getirdiği inkılaplar ve aradan 1 asıra yakın geçen zamana rağmen halen daha tartışılan bazı  yenilikler ise, kimilerine göre iyiki yapılmıştır, kimilerine göre ise gerçek çöküşümüz olmuş ve bizi tarihimizden/köklerimizden söküp atmıştır. (Örneğin üyeleri hukukçu bile olmayan İstiklal mahkemeleri vb. ve bu mahkemelerin insani, vicdani değerlerle bile çelişen idam kararları; Rize’nin bombalanması, şapka giymeyenlere verilen idamlar, Kurtuluş Savaşının gerçek kahramanlarından olan ve Atatürke zamanında sahip çıkan/destek olan Kazım Karabekir Paşanın subay ve eratın desteği sayesinde idamdan kurtulabilmesi, gibi) vs vs.. Bu saatten sonra bu konulara girmenin hiçbir faydası olmayacağı gibi, yeni tartışmalar da açabileceği ve bunun da lüzumu olmadığı düşüncesiyle konumuz bunlar değil tabiki.

Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunu müteakip, ülkenin her yerinde müthiş kalkınma hamleleri başlatılmış ve gerçekten Atatürk’ün vefatına kadar geçen 15 yılda rekor gelişmeler, kalkınmalar sağlanmıştır. Bu ekonomik gelişmelerin ve kalkınmanın sağlanmasında Atatürk’ün öngörülerinin, motivasyonunun,  kararlılığının büyük rol oynadığı muhakkaktır.

1923-1938 arası bu dönemde, ülkemizde 40-45 kadar değişik sektörde fabrikalar kurulmuştur. Tarımda, sanayiide çok büyük sıçramalar yapılmıştır. 

Bunların içinde mesela 6 Ekim 1926’da Kayseri’de kurulan uçak fabrikası da vardır. Hatta Türkiye 1934’te İran Şahına 1 uçak bile hediye etmişti. Bu uçak Türkiye’nin kendi ürettiği Fledgling marka, 1401 kuyruk numaralı bir uçaktı.

1923-1938 arası dönemdeki ekonomik başarılara ilişkin milletçe gurur duyacağımız 10’larca örnekler verebiliriz.

Ancak Atatürk’ün vefatından sonra herşey tersine dönmeye başlıyor. Ekonomide gerçek geriye dönüş yani irtica 1938’den sonra başlıyor. Hem de bence planlı proğramlı bir şekilde yani kasden geriye dönüş yani irtica başlıyor.

Zaman zaman birşeyler yapılmaya çalışılsa da, bu gayretler iç ve dış provakasyonlara maruz kalıyor, iktidarlar da uzun ömürlü olamadığından kalıcı neticeler alınamıyor. Hatta tam tersine büyük meşakkatli emekler de zayi olup gidiyor.

Nasıl mı?

Nuri Demirağ mesela. Atatürk’ün izni ve teşvikiyle ve elbetteki binbir zahmetle kurduğu fabrikasında 1936’da ilk kez tek motorlu uçak, 1938’de de 6 kişilik çift motorlu uçak üretiyor fabrikasında. 

1941’de ise tamamen yerli üretim olan ilk uçak İstanbuldan-Nuri Demirağ’ın memleketi olan Divriği’ye uçuyor. THK’nun ilk siparişi ve müteakip siparişler de karşılanıyor. 

Sonra işler tersine dönüyor, gizli eller sabote ediyor. İlginçtir uçakların siparişlerinden vazgeçildiği gibi, yurt dışına satış yasağı da getiriliyor. İspanya, İran ve Irak’tan alınan siparişler engelleniyor. Fabrika batmaya mahkum ediliyor. Nuri Demirağ’ın tüm çabaları da sonuçsuz kalıyor.

Neticede de bu güzide fabrika 1950’de kapanıyor ve devasa arsası da istimlak ediliyor. Aradan geçen 70 koca yıla rağmen, Türkiye halen daha uçak üretemiyor.

Diğer bir örnek: Nuri Dilligil. Kendisi  Enver Paşanın kardeşi ve parlak sicilli bir Osmanlı subayı. Atatürk’ün silah arkadaşlarından. Kendisinin talep ve gayretleri ve Atatürk’ün izniyle ve destekleriyle Sütlüce’de silah fabrikası kuruyor. 

Fabrika bir süre sonra iç talebi karşılamanın da ötesine geçerek, 1949’da havan topu, mermisi, piyade tüfeği gibi üretimlerini ihraç etmeye bile başlıyor. Mısır ve Ürdün çok yüklüce bir sipariş veriyor. Tank üretimi yapılması aşamasına geliniyor. Ancak, Yine gizli eller devreye giriyor ve 2 Mart 1949’da bir gece bir patlamayla fabrika havaya uçuruluyor ve bu patlamada o anda fabrikada bulunan Nuri Dilligil de 26 arkadaşıyla birlikte şehit oluyor.

Bu arada, 1948’de imzalan ve adına “yardımlar” denilen “marshall yardımları” tam anlamıyla ekonomik bir faciaya dönüşmüştür. Bu konuya bir önceki yazımıza genel olarak değinmiştik, burada tekrar değinmeyeceğim.

Bir başka örnek: İlk otomobilimiz: Devrim. Cemal Gürsel ikna edilmesi ve talimatıyla mühendislerimiz harekete geçer. Proje başlangıçta çok gizli tutulmakla birlikte çok geçmeden duyulur. İşte bu duyulması projenin sabote edilmesine zemin hazırlar. Çünkü memleketin ABD uşağı olan hainleri yaygarayı koparırlar. Bu arada memleketin dört bir tarafında yine biz yapamayız edemeyiz diye muhalif sesler yükselir. Buna rağmen, mühendislerimiz inançla ve azimle çalışırlar ve 29 Ekim törenlerine yetiştirecek şekilde Eskişehir’de ilk otomobiller 3 adet olarak üretilir. Adı da Devrim konulur. 3 otomobil ve isimleri: Devrim-1, Devrim-2, Devrim-3’tür ve Yıl 1961’dir. 

Bu 3 araç Eskişehirden Ankara’ya trenle sevkleri sırasında, güvenlik gerekçesiyle depolarına benzin konulmaz. İletişim, organizasyon ve koordinasyon yetersizliği nedenleriyle, Ankara’da da araçlara benzin konulması unutulur. 29 Ekim törenlerine gitmek için Devlet Başkanı Cemal Gürsel bu araçlardan birinin direksiyonuna geçer, Ancak saçma sapan bir nedenle yani benzinsizlikten yolda kalınca, bu duruma sevinen ve başarısızlıktan keyf alan bir kısım basın ile bir kısım güç odaklarının konuyu çarpıtmaları, artan istismarları ve iç ve dış baskılarla da üretim durdurulur ve müteakiben de tamamen iptal edilir. Gerçekten emeklere de, geleceğimize de yazık edilmiştir.

Diğer bir örnek: ilk cep telefonu üretimimiz. Yıl 1998 ve iktidarda Refah-Yol Hükümeti vardır ve rahmetli Başbakan Prof. Necmeddin Erbakan’ın talimat ve teşvikleriyle ASELSAN “1919” ismiyle ilk cep telefonunu üretiyor. Hem yerli ve hem de fiyatının uygun olması nedeniyle çok büyük rağbet de görüyor. Siparişleri kendisi karşılamak istiyor, ancak yetişemiyor. 

Çok kısa bir süre sonra “ASELSAN 1920” modelini üretiyor ve dağıtımı için bir şirketle anlaşılıyor. Hemen akabinde “ASELSAN 1923” üretimine geçiliyor. 

Ancak 2 nedenle üretimler durduruluyor: Birisi 28 Şubat süreci, diğeri de bu sürece denk gelen telif, patent hakları vs iddialarıyla açılan davalar ve bu süreçte ASELSAN’ın da projenin de sahipsiz kalması. 

Şimdi düşünün daha o tarihlerde ortada mesela İPhone diye ne bir marka ne bir telefon var. Ve yine düşünün bir kez, Türkiye’nin 1998’den bu yana geçen son 21 yılında sadece cep telefonu ithalatına ödenen acaba kaç milyar dolardır? Daha ortada Iphone diye bir marka bile yokken, bizim ASELSAN’ımızın ürettiği bu cep telefonuna sahip çıkılıp geliştirilmeye devam edilseydi bugün hangi aşamalarda olurduk? Ama yine aynı hainlerce bilerek/kasden engellendi.

Bu projelerin her biri ülkemizin gelişip kalkınmasına vurulan çok çok büyük ve kasıtlı darbeler değil de nedir? Kamuoyuna yansıyan yani bilinen bu 4 kalemde (uçak sanayii, otomotiv sanayii, savunma sanayii ve iletişim ve bilişim sektörü) biz şimdi dünyada sayılı üretici ve ihracatçılardan olsaydık ülkemiz de insanımız da şimdikine göre belki de 10-15 kat daha yüksek refah seviyelerinde olacaktı. Ama hem dış güçler ve hem de dış güçlerin bilerek yada bilmeyerek maşası olan içerideki hainler müsade etmediler. Ve görünen o ki, her dönemde bizim kendi içimizde hainimiz maalesef hiç eksik olmadı.

Ama bu ülkede hainlerin yaptıkları hep yanlarına kâr kaldı. Yazık, çok yazık!.

Şimdi bazıları yine hafife alacaklar ve hatta alaycı yaklaşacaklar ama, buyrun işte hepsi de açık, net ve somut örnekler.

Gelelim yakın tarihimize. 

Bugün Türkiye’de son 7-8 yıldır çok güzel  birşeyler yapılabilmeye başlandı. Ama yapılan bu güzel şeyleri, yine maalesef yapılan başka yanlışların gölgesinde bırakmak için, içeride ve dışarıda yine gizli eller devrede. Öyle değil mi?

Mesela, savunma sanayii alanında gerçekleştirilen atılımlar, Suriye sınırımızda gerçekleştirilen harekatlar, yurdumuzun dört bir tarafında açılan tesisler, yollar, köprüler görmezden gelinebilir mi? 

Öte yandan 70-80 yılın birikmiş ve biriktirilmiş sorunlar 7-8 yılda tamamen çözülebilirmi? Üstelik üzerimizde pkk, pyd, deaş gibi taşeron terör örgütleriyle bir sürü oyun oynanırken ve enerjiniz çalınırken neyi ne kadar zamanda nasıl başarabilirsiniz? Bu durumda, konuşunca dürüstlüğü ve vatanseverliği kimseye bırakmayanların daha çok birlik olup ülkesine milletine destek vermesi gerekmezmi?

Niye herşeye siyaset gözlüğünden bakarız? Yıllardır bu bakış açısından dolayı kaybettiklerimizden ders alamadık. Peki nereye kadar, niçin? Bu ülkeye bu millete yazık değilmi? 2 yüzlü sahtekarların maskelerini indirmenin zamanı gelmedi mi?

Bunları söylerken tabiki yapılan yanlışları asla tasvip etmiyoruz. Benim söylemeye çalıştığım, niye herşeye silme kötü diyorlar bunu anlamak mümkün değil. Yanlışın yanlış olduğunu söylemek kadar, doğruyu takdir etmek ve desteklemek gerekmez mi? Bu ülke hepimizin değilmi?

Ülkemizin gelişmesi, ilerlemesi yolunda yapılanları görmezden gelmek ve hatta sabote etmek nankörlük ve hainlik değilse nedir? Hele hele milli güvenlik konularında, düşmanların bile yapamadığı kadar provakatif eleştiriler yapanları affetmek asla mümkün değildir.

Ama maalesef tarih bize göstermiştir ki, içimizde her devirde hainler ve nankörler olmuştur. Ve maalesef olmaya da devam edecek gibi. Üstelik bu tür hainlerin sesi her devirde oldukça gür çıkmıştır? Neden sizce?

Tüm bunlardan sonra yapılması gereken nedir? 

Bana göre bir taraftan bu millet için, bu vatan, bu bayrak için, 82 milyon vatandaşımız için üretenlere destek ve teşvik olunarak önümüze/geleceğe bakarken, bir taraftan da başta ahlakı, adaleti, liyakati, dürüstlüğü ve şeffaflığı gerçekten ama gerçekten önde tutarak ilerlemeli, bunlar tam anlamıyla sağlandıktan sonra da hainlerin sesi kesilmelidir. 

Yanlış yapan bizdense affetmek veya geçiştirmek, görmezden gelmek; bizden değilse en ağır cezaları vermek bizi hep birlikte felakete götürür. çünkü adaletten ayrılan kişi veya kurum ya da devletin uzun süre ayakta kalabilmesi tarihte pek görülmemiştir. O nedenle, adalet mülkün temelidir.

Adaleti, ahlakı, liyakati, şeffaflığı ve dürüstlüğü öteleyerek bunu başarmanın mümkün olmadığını da artık anlamalıyız.

Adaletin, liyakatin, ahlakın, dürüstlüğün ve şeffaflığın olmazsa olmaz derecede önde tutulduğu toplumlar ise mutlaka başaracaklardır. Çünkü bunların gerçekten var olduğu toplumlarda aidiyet duygusu da, güven ve destek de artarak devam edecektir.

Bugün gelişmiş ülkelere bakın, üstelik onlar müslüman da değiller. Bir de Müslüman geçinen ülkelere bakın ve ekonomilerini bir kıyaslayın bakalım. Üstelik çoğunun petrolü, doğalgazı da var. 

Demekki onlar  yani gelişmiş ülkeler, bu saydığımız nitelikleri yani adaleti, liyakati, ahlakı, dürüstlüğü ve şeffaflığı kalıcı bir şekilde benimsemişler ve sistemlerini oturtmuşlar. Öyle değilmi?

Ama lafa gelince, bizden dürüstü, bizden çalışkanı, bizden vatanseveri yok.

Sizce, bizim 60-65 yıl önce NATO bünyesinde kurtarmaya gittiğimiz Kore; 1945’te kayıtsız şartsız teslim olan Japonya; 1970’lerde bizden yana-yakıla işçi talep eden Almanya; 2’nci dünya Savaşı bitiminde yani 1945’lerde harap-bitap durumdaki Fransa gibi ülkeler, ekonomik alanda, nasıl olmuştur da, gerilerden gelip bize tur bindirebilmiştir? Acaba onlar sözde değil özde daha dürüst ve daha vatansever olduklarından mı mesela? Ya da onların haini bizden azmıdır acaba? Ya da onlar herşeye bizim gibi siyasi gözlükle değil de vatanseverlik ve dürüstlük gözlüğüyle baktıklarından olabilir mi? Üstelik bu ülkelerin hiçbiri Müslüman da değil. Hiç düşündükmü bunları?

Halka hizmetin Hakk’a hizmet olduğu inancıyla çalışılıyor ise, hizmetin ayrıca maddi bir bedelinden bahsedilemez, bahsedilmemelidir. Çünkü aksi durumda bu hizmet Hakk’a değil, şahsi çıkarlara hizmet olurki, o da hiç dilimizden düşürmediğimiz kul hakkına girmek demektir.

Ülkemizde adil, dürüst, ahlaklı, liyakatli ve şeffaf bir şekilde hepimiz için çalışan ve üreten, her sektör ve her kademedeki herkesi saygıyla muhabbetle selamlıyor ve Allah razı olsun diyorum. Ülkesini, devletini, milletini, bayrağını samimiyetle ve karşılıksız olarak seven sade bir vatandaş olarak da teşekkür ediyorum.

Selam, saygı ve dua ile!..

Yorumlar (2)
HASAN KILIÇ 4 yıl önce
Bu yazımızda Türkiye’mizde kuruluşundan bugüne nelerin nasıl değiştiğini ya da engellendiğini ve nereye doğru yol aldığımızı genel olarak değerlendirmeye çalışacağım.

Osmanlı İmparatorluğunun 1. Dünya Savaşından sonra dağılması, daha doğrusu içerideki devşirmelerin dışarıdaki ezilmişlerin tahrikleriyle çökertmesi neticesi, 600 asırlık bir imparatorluk en nihayetinde Sevr ile karşı karşıya bırakılmıştır.
Recep Koçer 4 yıl önce
Sayın müsteşarım; Yazılarınızı ilgiyle okuyorum. Bizim gönlümüzden geçenleri kaleme almışsınız, sizi tebrik ediyor yazılarınızı devamını bekliyorum.
12
az bulutlu