banner4
22.06.2020, 14:10

Düşmanına Benzemeyi Zorunlu Kılan Din Anlayışları

Hakikat arayışımızda bütün peygamberlerin getirilerinin ortak adı olan İslâm Dini’nin ana karakterini oluşturan ilâhî vahyin tarihsel süreç içerisinde geçirmiş olduğu evrelere odaklanmak, oldukça önemli bir aşamayı sağlayacaktır. Bu çaba, vahyin insan neslinin elinde yol boyunca nasıl bir gelişim gösterdiğine ve de kendisine eklemlenenler sayesinde nasıl da mahallî bir kültürün dar sınırlarına hapsedildiğine dair güçlü ipuçları verecektir. Zira Yüce Allah’ın bu dünyaya “halife/sorumluluk sahibi/iş görebilen/söz dinleyen” olarak tayin etmiş olduğu insanı besleyen tek kanal İslâm vahyidir. İslâm sözünden sadece Hz. Muhammed’e gelen son çağrıyı kastetmediğimizi, bilakis Hz. Âdem ile başlayan ve beşerin açıklarını kapatan vahiy tecrübesinden bahsettiğimizi belirtmek gerekmektedir. Ne hikmettir ki insanın tuhaf eğilimleri sayesinde insanlığın ortak mesajı, kardeşlerin arasını açmakla kalmamış, büyük düşmanlıklara da kaynaklık eder olmuştur. Esasında bu alan, beşerin dokunuşlarına kapalı durması gerekirken, garip bir şekilde onun dokunuşları sayesinde olduğundan farklı bir mecraya da kaymıştır. Bu sebeple tebliğ sonrasında farklı sebeplerle de olsa husûle gelmiş olan ve geçmişin hata ve yanlışlarını düzelten son vahyin aslî bildirimlerini, insanlığın kurtuluşu için ta başından beri gelen mesajları doğrulama adına “asıl unsur/esas kriter/temel dayanak” almak durumundayız. Din olgusuna uzak duran bu çağın en önemli sorunu budur gibi görünmektedir. Müslüman kültürün dışsal kaynakları denilince, öncelikli olarak, süreç içerisinde dinsel bagaja eklenenler ile sonradan Müslüman olan halkların atalarından tevarüs etmiş oldukları geleneklerden bahsediyoruz. Yine bu geleneğin önemli bir kısmını oluşturan ve zamanla elçiler ile etrafındakilerin hayat hikâyelerine odaklanmış tarihsel olgulardan bahsetmekteyiz. Bahsedilen iki algı yüzünden de bir tür rivayet malzemesine dönüştürülmüş bulunan kutsal söz, hâl, durum ve metinlerden söz etmekteyiz. Bugün için Kutsal Kitap ve onun yorumu adı altında bütünüyle tanrısal bir tarafının olduğuna inanılan bu malzemenin vahyedilen mesajların tıpatıp kendisi olmadığını bilmek durumundayız. Hatta bu metinlerin dinlerini öğrenmek isteyen ya da dinlerini değiştirmek isteyen bireylerin kabulleri üzerinde son derece besleyici ve son derece etkin olduğunu da bilmekteyiz. İnsanların dinsel bilgi deposu ya da dinsel kabul havuzlarını dolduran gerçeklikler; büsbütün tevhide oldukça yabancı olan sosyo-kültürel kaynaklar, kökü tevhide dayalı Ehl-i Kitap kaynakları, örf, adet bağlamında hâlâ bize tanıdık gelen bazı yöresel kaynaklar, komşu kültürlerden esinlenmiş oluğumuz emanet dinî ve kültürel birikimler, coğrafî anlamda birlikte hareket ettiğimiz kişilerle olan ortak yaşamın izleri, zihinsel benzerliğin ortak kodlarını oluşturan bakış açıları, tarihî, kültürel benzerlikler, insan algımız, öte dünya tasavvurumuz vs. gibi farklı bileşenlerden oluşmaktadır. Bugün için bunların ayırdını yapabilmek ve din denilen şeyi ortaya çıkarmak gereği hâsıl olmuştur. Yoksa insanlığın din üzerinden tevarüs etmiş olduğu hakikat kavgası dün olduğu gibi bugün ve yarın da aynı sertlik ve hızla devam edecektir. Kalıcı dindarlıkların beslendiği havuz, muhatabına sorumluluk duygusu veren takva bilincidir diyebiliriz. O nedenle sağlıklı işleyen vahiy kültürü ve doğru temeller üzerinde tahkim edilmiş olan sahih bir inancın temini için, takvayla örtüşen bazı temel ilkeler ya da usullerden bahsetmek lazımdır. Müslümanca ya da dindarâne bir hayat süresince bu ilkelere riayet edilmeye çalışıldığı zaman ortaya çıkan manzara, oldukça sloganik olsa da bazı ilkelerden uzak durmamıza imkân verecektir. İşte o zaman aynı anadan emen kardeşlerin birbirlerini suçlamalarının önüne geçebileceğiz. Hatta bu ortaklık şuurunun tahkimi hâlinde, kavgadan uzak bir ilişkiyi davet eden meramımızı anlatmaya güç yetirebileceğiz. Ortak kelimeye davet için diyebiliriz ki, ilâhî dilin beşer formuna indirgenmiş hâli olan vahiyle örtüşen sağlıklı bir Kur’an kültürü edinmiş olmak lazımdır. Bunun temini için, öncelikli olarak, kişisel ve toplumsal âdetlerin ibadetleşmesini yani halkın dini hâline gelmesini derhal önlemeliyiz. Yoksa gün gelir, ibadetlerimiz anlam ve önemini yitirmek suretiyle, sadece şekilsel unsurları idame ettiren âdet ve geleneğe; vazgeçemediğimiz ve kendimizi onlarla tanımladığımız geleneklerimiz de ibadetimize yani iman etmiş olduğumuz dinimize dönüşüverir. Sağlıklı düşünme adına ifade edilmelidir ki, yabancı ve ötekinde gelmiş olan her şey kötü değildir. Buna mukabil, yerli ve bizden olan her şey de iyi ve doğru değildir. Zira hakikat, mü’minin yitik malıdır. Onu nerede görürse almalıdır. İnsanoğlu, fıtratında gömülü olan pek çok güzel hasleti hayata geçirdiği sürece, sadece çevresindekilerin değil, başkalarının da örnek alabileceği iyi işleri yani sâlih amelleri yapabilecek bir olgunluğa erişebilir. Yine akıldan çıkarmamalıyız ki, biz dindarlar, her daim haklı ve de üstün değiliz. Haklı ve üstün olmak için herhangi bir ideolojiye aidiyet de şart değildir. Bunun için adalet ve iman yeterli ölçüdür. Mamafih geleneğimizin kurucuları olan dedelerimiz de her daim iyi şeyler yapmadılar. Onların da sayısız yanlış ve hatası bulunmaktadır. Bizim için asıl olan şey, hataları değil, doğruları örnek edinebilmektir. Çünkü insan, hatadan müstağni değildir. Hâsılı, bazı kötülükler bize bizden miras kalmıştır demek durumundayız. O yüzden de, kötü olana adres sormadan, sırf kötü olduğu için karşı durabilmeliyiz. Yeryüzünü herkes için yaşanılası yer yapmak için gönderilmiş olan insanın, bunun aksine olarak, yeryüzünü ötekiler için yaşanmaz bir yer hâline getirmeye çalışması, tuhaf bir amaç odaklanması gibidir. Bu sebeple, tarihsel süreç gösteriyor ki, bize düşman lazım değil; biz, birbirimizin kurduyuz. Yapmış olduğumuz hata ve günâhlardaki suçu başkalarında arama hastalığı, bizi sorunlarımızı çözmekten alıkoymuştur. Oysaki kurban ettiklerimiz suçlar için günâh keçisi bulmak, sadece bir mitolojidir. Bu çaba insana bir yarar sağlamayacaktır. Bilmeliyiz ki, sadece başkalarının yanlışlarını görmek, bizi doğruya havale etmez. Başkalarının doğrularını görebilmek kadar, kendi yanlışlarımızı da görmeliyiz. Asıl erdem, dışı değil, içi görebilmektir. Hem, kendini göremeyenin başkalarını görmeye hakkı ve salahiyeti de yoktur. Eğer ki, ‘iğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batırma’nın kerameti varsa, ancak bu tip bir eğitim sayesinde gelişebildiğimizi ima etmesindedir. Hakikati bulabilmek için sadece burada ve bizden olanı değil, burada olmayan ve ötekini de görebilmeliyiz. Eleştiri kültürünü hayatımıza mihenk etmeliyiz ki, sert esen rüzgârlara dayanıklı ağaçlar gibi her daim dimdik durabilmeliyiz. Mamafih eleştirilmek kötü bir şey değildir. Eleştiri kültürü, aynı zamanda ortak aklın bulunması işin son derece gerekli olan beşerî bir ahlâk hükmündedir. Ayrıca eleştiri, büyük zaferler için yola döşenmiş olan uyarı levhaları gibidir. Binaenaleyh büyük zaferlerin onca başarısız denemelerden sonra gelmiş olduğunu da unutmamalıyız. Din ve kültür, karşılıklı etkileşimde olan yapılardır. Önemli olan, bu etkileşim derecesini iyi ayarlayabilmektir. Yoksa bugün olduğu gibi, din kültürleşmekle kalmaz, kültür de dinleşebilir. Tarihsel tecrübeler gösteriyor ki, bu negatif etkileşimden zararlı çıkan, her daim dinler olmuştur. ‘Olamazsam sen gibi, ederim seni ben gibi’ fehvasına uyarak hareket eden her birey ve toplum, neticede girdi ile çıktı arasında derin bir uçurum oluşturmaktadır. Yani kendilerini düzeltmek için gelen vahiyleri, onlar kendi istekleri doğrultusunda değişime uğratmışlardır. Bu kazanım, eğer ki bir başarı sayılacak ise, insanlık için oldukça güçlü ve de yıkıcı bir kazanç olarak görülebilir. Dinsiz millet olmadığı gibi kültürsüz millet de olamaz. Milletler için kültür dinden daha tanıdık ve daha yakın gelir. O yüzden de olası değişimleri planlarken öncelikli olarak kültürü değil, dini değiştirip kültüre uydurmak ister. Sonuçta da hâkim kültürün gölgesinde büyüyen zayıf bir dinsellik ortaya çıkar. Bu dinselliğin de ne sahibine, ne topluma ve ne de insanlığa kazandıracağı bir şey olamaz. Zira baskın kültürel yapılar karşısında edilgen olan bütün yapılar için söylenecek olan şeyler bundan başka bir şey değildir. Bilmeliyiz ki, her an yaşanan ile ara sıra yaşananın etkisel gücüdür kültür ve din. Din, bu ikisinin mâkul karışımı gibidir. Önemli olan, herkesin haddini bilmesidir. Kimse kimsenin alanına tecavüz etmez ise, hem din ve hem de kültür, sağlıklı bir birleşim yapabilir. Yoksa kendimize din ararken, putperest kültürün kucağına düşebiliriz. Zira pagan dinleriyle pagan kültürü, Câhiliye diniyle Câhiliye kültürü, Yahudi diniyle Yahudi kültürü, İslâm diniyle İslâm kültürü, Hıristiyan diniyle Hıristiyan kültürü bir aşamadan sonra tanınmayacak derecede iç içe girebilmektedir. Size düşen şey, din ile kültürü ayırabilmektir. Geleceği inşâ etme adına, Müslüman toplumların kendi değerlerini tanımak ve bunları yaşanan çağa revize etme sorumlulukları bulunmaktadır. Yoksa dünü yaşayayım derken bugünü ve bugünün neslini kaybedebiliriz. Eskinin ilkesel iyiliklerini alıp anın ve geleceğin zamansal ivmesi üzerinden kendimize ve çocuklarımıza yeni bir dindarlık formu üretmeliyiz. Aksi takdirde bu din, hep ataların dini olmaya mahkûm kalacaktır. Binaenaleyh yaşanan çağa ve üretilen her nesneye kendi adını koyamayan milletler, sadece takipçi olur. Körü körüne gelenekçilik, geçmişperestlik ve ataseverlik yapma yerine, geçmişin sağlıklı analizini yapma becerisine kavuşmalıyız. Atalarımızın yanlışlarını reddedip, doğrularını alarak kendimize yeni bir gelecek kurgulamak görevimizdir. Kim olursa olsun, başka milletlerin örf ve adetlerini kendimize yaşamsal bir değer olarak almamalıyız. Din kardeşliğine evet, kendi kültürümüzün asimile olmasına hayır diyebilen dengeli kişilikler yetiştirmeliyiz. Haddizatında kendi karakterini unutan milletler payanda olur. Bunun yanında milletleri ve kabileleri bir diğerinden üstün kabul edip, kendi soyunun ontolojik üstünlüğüne iman etmiş olan ırkçılığın her türlüsü ayaklarımız altında olmalıdır. Dahası, bazı soy ve sülalelerin seçilmişliğine de şiddetli bir şekilde itiraz etmeliyiz. Putperest bir aileden elçisini seçen Yüce Allah, bize bu konuda yeterince örnek olmalı değil midir? Ezcümle, kendi giysisini taşıyamayan millet, taklitçi olur. Kendi değerini üretemeyen millet de boynuna kemendi geçirtiverir. Umutla bakabileceğimiz bir gelecek adına, öncelikli olarak kendi insanımızı yüce değerler ışığında eğitebilmeliyiz. Vahyin koordinatları bizim yolumuzun kilometre taşları olmalıdır. İyi insan ve iyi Müslüman yetiştirmek için dağarcığımızda yeterince ilke ve yeterince örneklikler bulunmaktadır. Her millet ve toplum, sarımsağın dişleri gibi birbirlerine sırt vererek kendi geleceğini inşâ etmelidir. Dışa karşı güçlü beraberlikler adına, bir bütünün anlamlı parçaları olabilmeyi başarmak gerekmektedir. Soğan gibi üst üste katmanları içeride, sarımsak gibi sırt sırta yaslanmayı da ümmet bilinci olarak dışta başardığımız zaman, Yüce Allah’ın yardım ve vaadi elbet gerçekleşecektir. Neticede ise kendi insanını yetiştiremeyen millet, kendi insanını yetiştiren milletlerin kölesi olur. Kutsal mescidini koruyamayan milletler ise zelil ve rüsvây olur. Elliden fazla İslâm ülkesinin kendi namuslarını temsil eden Kâbe ya da Mescid-i Aksa’yı koruyamaması demek, aklını başına alamayan İslâm Dünyası içinde zulmün devam edeceğine açık bir işarettir. Zalimin içeriden ya da dışarıdan olması neyi değiştirir ki! Siz köle olmaya razı iseniz, size boyunduruk takacak birileri elbet bulunur. Mabetlerin saldırganlıklardan uzak tutulması geleneği, öncelikle bizim üzerinde hassasiyetle durmamız gereken bir tercih olmalıdır. Hemen herkesin rabbine ibadet ettiği mabetlerin namusunu korumak, sadece onun içinde ibadet edenlere değil, onun hâkimiyetini eline geçirenlere de bağlıdır. Yoksa başkasının mabedine dokunanlar, gün gelir kendi mabetlerini korumak için elalemden yardım dilenebilir. O nedenle mabetler üzerinden siyaset ve hâkimiyet kurma işine öncelikle Müslümanların son vermesi gerekmektedir.  

Yorumlar (0)
12
az bulutlu