banner4
08.07.2020, 09:52

ŞEYTANIN SAĞDAN YAKLAŞMASI

  

Kavramın Kur’anî bir seyri olması, öncelikle bizlerin yani yaşayan insanların özellikle de inanmış insanların karşı karşıya bulunduğu tehlikeyi haber veren ilâhî bir değinidir. Buna göre her kim ki Allah’tan başka mabud yani tapılmaya, yardım dilenmeye, yüceltilmeye, günâhsız görülmeye, her yaptığının hakikati içerdiğine ve de bilgisinin sınırsız olduğuna değer varlık üretmiş ise, bulunduğu hâle dönüp dönüp yeniden bakmalıdır. Zira kendi çaplarında tanrılık izafe edilen her kutsal varlık, Yüce Allah nezdinde mabudluk kategorisine yükseltilmiş demektir. O nedenle inanmış insanların inandıkları sürece sağdan yaklaşan bu tehlikeden azade olmadıkları rahatlıkla söylenebilir.

Hak din özelinde geçerliliği olan ilkelere göre, Kur’an’ın reddetmiş olduğu şirk algısının temelinde “tanrıların çokluğu”, “yeni kutsallıkların icadı” ve Yüce Tanrı ile olan iletişimde tahsis edilmiş bulunan “aracılık”  düşüncesi bulunmaktadır. Bunun İslâm ölçeğinde tartışılmaz bir gerçeklik olduğunun bilinmesi lazımdır. Kâinatta iki ilâhın olmasını bile kâinatın düzeni için tehlike sayan bir Yaratıcı’nın kendisi için var edilmiş olan pek çok ortaklara müsamaha göstermesi düşünülemez.

Bu şekliyledir ki ilâhî düzenin yegâne üstün değeri olan tevhid olgusunun somut hakikatlerinin zıddı olan şirk, bu eğilimiyle de bütünüyle kabul edilemez bir inanış formu olarak deklere edilmiştir.Şirk algısının genel eğilimi olarak yalnızca insanları değil, cinleri, melekleri, eşyaları, hayvan heykellerine vb. gibi pek çok yaratılmış nesneyi kutsallık atfederek tanrısallaştırmak, tevhit açısından hiçbir surette kabul edilebilir bir inanış formu değildir. Bu durum, aynı zamanda beşerin sorumluluk bağlamında en değerli organı olan aklına da hakaret kabul edilmelidir. Zaten akıl sağlığını yitirmemiş birisinin de bu gibi varlıkları tanrı gibi algılaması iddia edilemez.

Bilinmelidir ki tarihsel olarak şirk algısını besleyen ana damar, mutlak şirk dediğimiz Yüce Tanrı’nın eşdeğer varlıklar üzerinden ortaklığa dercedildiği alandır. Bu şekildeki şirk algısında mündemiç olan yeni tanrı ve tanrısallıklar üretme çaba ve modeli, hem geçmişte hem de günümüzde yoğun hızıyla devam etmektedir. Ancak mutlak şirkten biraz daha bulanık olmakla birlikte, çeşitli müdahaleler yüzünden halk arasında daha tanınmaz ve de muğlak hâle gelmiş olan şirk-i hafî ise, inananların damarlarında dolaşan bir düşünsel eğilim olarak varlığını her daim sürdürmektedir. Riykârlık, ihtiras, ihlâssızlık ve nankörlük gibi öğeler üzerinden hayatiyet bulmuş olan bu çeşit şirkte, esas olarak insanın yetersizliği üzerinden beşerî kutsallıkların üretildiği görülmektedir.

Öyle ki niyet ve gâyenin farklı olduğu her durumda aktifleşen bu eğilimler, sonunda insanı aracı kutsallıklara kadar sürüklemektedir. Bunun gibi, beşerin kutsala ulaşabilmek için aracı tutma evresi olan bu eğilimi, sonunda insanı yaratmış olduğu kutsallıklarının mahkûmu hâline de getirmektedir. O nedenledir ki şirkin her hâli, beşerin Yüce Tanrı’dan daha da uzaklaştığı eylemselliklerin cârî olduğu ibadet ritüelleriyle doldurulmakta gibidir. Sonuçta bu noktada bulunan birisinin de hâlâ Cenâb-ı Allah’a ibadet etmekte olduğunu iddia etmesi ise, artık kaale bile alınmaz bir ifadeden başka bir şey değildir. 

İnsanlığın ilk ve tek dini olan tevhit anlayışı, süreç içerisinde bozulan temel değerler alanında sürekli yenilenen bir mâhiyet de arz etmektedir. Beşerî müdahale neticesinde kaybolan tevhit değerleri, yenilenen bir tebliğ süreci içerisinde cârî olan ilâhî bildirimlerle yeniden görünür alana çekilmiştir. İnsanın bütünüyle şuurüstü alanında olan bu gerçeklikleri destekleyen elçilerin olması, ilgili hakikatini her zaman yaşanılır olduğunu temin etmektedir. Vahyin yaşanılır olduğunun canlı şahitleri olan elçiler, hem kendileri, hem de başkaları için örneklik ederek kişisel ve toplumsal hedefle­ri vahyin açıkladığı ölçü dairesine almaya çalışmışlardır. Belki de insanlığın ortak zihniyeti olması gereken bir durum, elçilerin örnekliği sayesinde gelecek nesillere daha kolaylıkla taşınır bir hâle sokulmuştur.

O yüzden inanç esası ve ibadet anlayışının tarih içerisindeki negatif değişimi, beşerin büyük bir kusuru olarak görülmelidir. Bu kusurun dayanılmaz olduğu müdahale aşamasında ise, insanın tevhide dönük olası yönünü destekleyen yeni bildirimlerin geldiği görülmektedir. Gelen bildirimlerin de esasında insanı öteden beri tanıdığı kadîm bir gerçekliğe çağırmış olması, insanın ataların kutsallıklarına değil, Allah’ın dinine yakın durmasını elzem kılmaktadır. Haddizatında müşrik dindarlığı, bu gelenekten kopuşu ifade etmesi açısından beşerin vahiy yardımı olmadan almış olduğu yoldaki mesafesinin sakatlığını ifade etmektedir.

Şeytanın sağdan yanaşmasının bizce en değerli açıklaması olan “sahte iman olgularının deşifresi” bağlamında ele alınan kutsallık formu, en çok din olgusunun tahrifinde işe yaramaktadır. Gelinen bu noktada rahatlıkla ifade edebiliriz ki, insanlığa ışık olması için önüne serilen düşünsel destek olan vahiy olgusu, şirk inancıyla yapılan mücadelede hem mantığa, hem de duyulara hitap edilerek kalıcı bir değişim amaçlanmıştır. Diğer bir ifadeyle müşrik tasavvur içerisinde insanların inandıklarının herhangi bir değerinin olmadığı, akıl ve duygu yetenekleri yardımıyla kendilerine buldurulmak istenmiştir. Bu amacın sağlanması için insanlığın bidâyetinde kendi devirlerine has olmak üzere çeşitli mucizeler dahi gösterilmiştir. Önündeki binlerce mucizeyi göremeyen göze, bu tür mucizelerin bir şey yapamadığı ise aşikâr bir durumdur.

Beşerin yol boyunca azığı mesabesinde olan ilâhî tebliğin genelinde onun anlam haritasını zenginleştiren değinilere de yer verilmiştir. Bu meyanda insanın eğitimi öne alınarak, onun akletmesine fırsat verilmiştir. Üstelik de hemen her çağın insanını kucaklayan evrensel bir beşer eğitimi modeli üzerinden her çeşit insana yumuşak bir üslup içerisinde davranılarak, kendisini bağlayan zincirlerden kurtulması tavsiye edil­miştir. Süreç içerisinde eğitimin bu yumuşak dilinden de anlamayan insana dünyevî ve uhrevî korkutmalar üzerinden hitap edilerek, hakikati başka bir perdeden anlaması için yardımcı olunmuştur. Nitekim bu kazanımın kalıcılığı için Yüce Allah’ın elçileri için özelleşen ilâhî dâvet ilkeleri de oluşturduğu görülmektedir. Bu aşamadan sonradır ki tebliğin yumuşak versiyonu yine de bâkî kalmak üzere bir adım sonrasındaki mücadele alanı da belli edilmiştir.

Sosyal psikolojiyi dikkate alan Kur’an, insanları uyarmaya mâtuf tebliğin her aşamasında toplumun inanışının önünde baskın bir güç olarak duran aristokrat kesimdeki dürtüler de dikkate alınmış ve tebliğ üslûbu ona göre yeniden ayarlanmıştır. Şirk toplumunun kadîm bir beşerî eğilimi olan akrabalık ve kabile bağlarının koruyucu yapısına müdahale edilerek, insanın bu bağlardan serbest kalması sağlanmıştır. Bu aşamada bile kendilerine gelmiş olan ilâhî dâvetteki ana unsurun, müşrik toplumun bütün değerlerini değiştirmek değil, tevhide aykırı olan bölümlerini değiştirmek olduğu açıkça deklere edilmiştir.

Diğer bir deyişle İslâm vahyinin amacının toptan değiştirme değil, hakikati duyurma olduğu ifade edilmiştir. Dâvetin son adımında yaptıklarına karşılık olmak üzere ceza seçeneğini kullanan Kur’an, beşerin bütünüyle lehinde olan yaptırımlarını da uygulatmaya çalışmıştır. Her şeyden önce şirk algısı ya da inancı, hatta tutumu, biline gelenin aksine küfür sahibi kişilerde değil, iman sahibi kişilerde bulunan ortak bir tutumun adıdır.

Bugün için içiboş ve sahte dindarlıkları gördükçe beşerin kadîm kavgasının dinsizlik değil dindarlık olduğunu daha iyi anlamaktayız. Neticede et ve kemikten olan birisini bu denli yüceltme güdüsü, herhâlde sadece inana mahsus bir özellik olsa gerek. Yaratılış değeri olarak kendisi gibi olan insanları Yaratanın yanında konumlandırmak, her daim insan denilen varlığın şeytanla sözleşme yapması anlamına gelmektedir. Şeytan denilince dışsal bir varlıktan öte, insanın heva ve hevesinin tanrılaştırılmasınından bahsettiğimizi unutmayalım. Belki de sırf bu yüzden, dine açık ancak dindarlık sunumlarına kapalı nice insanı etki alanımızda dışarıya koymuş bulunmaktayız.

Yola birlikte çıkanların yol boyunca değişimine imkân veren bu süreç, taraflar nezdinde kendisini haklı çıkaran bir neticeyi de beraberinde getirmektedir. Öyle ki buna göre, öne koşulanların kendinden menkul korkular ürettiği ve kendisinden başka herkesin “satılabilirliği” üzerinden değerlendirilmesi gerektiğine kani olunur. İşbu noktada şahsiyetli insanların yolu yeniden tanımlama girişimleri devreye girer. Ancak yola hâkim konumda olan tepelerin  kendilerinin de yardımıyla konuşlandırıldığını unutan bu kişilerin, gelinen noktadaki katkılarını görmemek imkânsızdır. Tevhid/Adalet ve şirkin/sahteliğin bu yarıştaki mücadelesini saf hâle getiren şey ise, insanın maddî ve manevî kazanımlarıdır diyebiliriz. Kişinin ayinesinin işi olduğu bu noktada artık söze de hacet yoktur.

Şairin dediği gibi, “nasırından çektiği kadar hiçbir şeyden çekmeyen” bir topluluğu andırmaktayız. Millet olarak sürekli olarak güven sorunu yaşamaktayız. Bu kadar hain ve bu kadar satılmışın olduğu bir toplumda yaşamak mümkün değildir. Herkesin penceresinden öteki farklı görülüyor. Hata, bizim elimizdeki aynada olmasın! Kişi diğerini kendisi gibi görürmüş derler, biz de öyle diyelim. Bu sebeple günübirlik hesaplar adına insanlara zulmedenlerden yana durmak faydasızdır. İnancın yoldan çıktığı her sapmanın vahiy dilinde “zulüm” olduğunu bilirsek, kişileri adalet, eşitlik, hukuk, liyakat vb. gibi sabit olgulara göre yeniden değerlendirmek gerektir diyebiliriz. Beki de sırf bu yüzden vahyin mücadele dilinde insanı “yoldan çıkaran” şirkle bu denli savaşım verilmiştir. Darısı, gören göz, işiten kulak,akleden kalp ve anlamlandıran akladır. Yol uzun, yolcu az, buna da şükür…

Yorumlar (0)
12
az bulutlu