banner4
13.12.2020, 22:23

“ÜÇ TARZ-I SİYASET” VE DEĞERLER ÜZERİNE YAPILAN SİYASET

“ÜÇ TARZ-I SİYASET” VE DEĞERLER ÜZERİNE YAPILAN SİYASET

Toplumların bölünmesi ve kurumsal devlet faaliyetlerinin işlevsiz kalmasının en can alıcı noktası  günümüzde yürütülen kimlik siyasetidir.

Devletin kamusal ağırlığının toplumsal hayatta “nasıl” ve “nereye” kadar olacağını batıda hukuk belirlerken, bizde ise kişisel ve patromonyal ilişkilerin belirlediğini görüyoruz. Türkiye’de siyaset, sosyal akım ve hareketler, eşyanın tabii unsuru olarak doğmuş ve varolmuş değildirler. Çoğunun verili kimlikler üzerinde inşa edildiklerini görüyoruz.

Kurumsal devlet örgütünün “nasıl” olacağı ve “hangi” tür işlevleri üstleneceğinden ziyade, “kimlerin” egemenliğinde devam edeceği üzerinde inşa edildiği için bu durum vesayet sistemini kaçınılmaz kılmıştır. “Kimin” değil, “nasıl” yönetileceğimizi mesele edinmeden buradan bir çıkışın mümkün olamayacağı kesindir. Türk kamu idaresinin bu eksik ve öngörülmez yapısı sistemsizliği doğurduğu apaçıktır. Bu durum idari ve siyasi anlayışımızın bir ögesi olan ehliyeti, liyakatı ve kurumsallaşmayı negatif yönde etkilemiştir. İmparatorluk bakiyesinin bir ardılı olan Cumhuriyet döneminde derin yaralara, beşeri ve siyasi hayatın doğal mecrasında akmamasına sebep olmuştur.

Siyaset literatürünün tarihsel gelişimine baktığımızda batının modern öncesi (ortaçağ feodal düzeni) toplumsal yapısı bize zengin veriler sunmaktadır. Ülkemiz açısından ise geç kalınmış kimlik ve ideolojik kavga ve ayrışmalar sonucu imparatorluk dağılmış ve o günün şartlarında milleti kurtaracak, müslüman ahaliyi bir arada tutacak ve batı ile rekabeti önceleyecek üç akımın konjoktürel olarak ön plana çıktığını görüyoruz. Bu  “Üç Tarz-ı Siyaset” mefhumunu risaleleştiren Yusuf Akçura’ ya göre “Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük” belli zamanlarda devletin temel politikaları olarak farklı zamanlarda uygulama alanı bulmuş akımlardır. Bunların ilki olan “Osmanlıcılık”; müslim ve gayrimüslimleri tek çatı altında birleştirmeyi amaçlarken bunun sağlanmadığını görüyoruz. Bari en azından müslüman kavimleri “hilafet sancağı” altında birleştirelim derken, Arapların ve Arnavutların ayaklanmalarıyla İslamcılığın da buna çare olmadığı görülmüş ve o dönem devletin kurucuları, zamanın ruhuna en yakın, ulus -devlet formatıyla, “Türkçülük” adı altında Batılı bir sistemi kurduklarını görüyoruz.

Aslında bu üç tarz siyaset, yönetsel bir mekanizmadan ziyade toplumsal  “değerler” manzumesi oldukları apaçıktır. Toplumsal değerler ise toplumu tutan kültürel gerekliliklerdir. Siyaset ise doğası gereği iktidarı hedefler; çatışmacı bir ruha dayanır. Değerlerin, siyasetin konusu edildiği bir ortamda adalet kavramı dediğimiz “Devlet”in kendisi aşınmaya başlar. Değerler ve verili kimlikler, doğaları gereği bir yönetimin tarzını oluşturmazlar. Değerlerin araçsallaştığı bir yerde toplumun fıtri fay hatları ister istemez zedelenir. Beşeri ve siyasi hayatta sarsıntılar bitmez olur. Toplumsal değerlerin siyasetin malzemesi yapılması, belki kısa vadede birleştirici bir tutkal görevi görebilir, ama uzun vadede değerlerin aşınmasına sebebiyet vereceği açıktır. Rahmetli Erol Güngör’ün değişi ile manevi değerlerin siyasete konu edilmesi  ve siyasetin bu değerler üzerinde yürütülmesi, en çok bu değerlerin hanesine zarar vereceği açıktır.

Batı bu durumu gördüğü için, millet unsurunun taşıyıcısı olan değerlerin korunması, bir etnik grubun diğer etnik grubun haklarını baskılamaması, siyasetin ana malzemesi olmaması için “anayasal vatandaşlığı”, her türlü felsefi ve dini değerlerin özgürce kendini ifade etmesi ve bu değerlerin aşınmamaları için de - kendi mecralarında akmalarını-“laisizm”i ve ortak  yaşamanın devamlılığını sağlamak için de kamusal ve özel yaşamın gereği olan “sekülerizm”i ön plana çıkartmıştır.

Türk modernleşmesi, daha doğrusu yönetsel değerlerimizin içeriği, Doğudan Batıya doğru makas değiştirirken, sosyo/ekonomik yapıyı dönüştürmekte yetersiz kaldıklarını görüyoruz. Aslında Osmanlı Devlet ricali de bunu görmüş, fakat bunu dönüştürecek yeterli takada sahip olmadıkları için ıslahatlar da kadük kalmıştır.

Batı modernleşmesi tümüyle sosyolojik bir unsurun sonucu iken, bizde ise “dünyadan geri kalmama”  telaşıyla alt yapı değil, üst yapı tarafından belirlenen reformlar olarak ortaya çıkmıştır.  Batıdaki tarihsel değişim; idari, siyasi ve iktisadi bir gelişmenin doğal sonucu olarak teknik gelişme, şirketleşme ve kurumsal uzlaşma sonucu olarak şekillenirken, bizde daha çok ideolojik temelli olarak kurgulandığını görüyoruz. İdeolojik temelli oluşumlar, doğaları gereği jakobenizmi içerirler. Aynı zamanda ideolojik temelli hareketler, düşmanın varlığına ihtiyaç duyarlar. Onun için aksiyoner olamazlar ve reaksiyoner olarak varolurlar.

 İdeolojik temelli kimlik siyasetini güden oluşumlar, toplumsal fay hatlarından yararlanarak toplumu ayrıştırırlar ve burada varlık bulmaya çalışırlar. Bu durum kurumsal yapının ilk aşamasında anlaşılabilir, fakat sürdürebilir bir durum değildir.

Normalde siyaset, insan kazanma, toplumu kaynaştırma ve dönüştürme sanatı iken, bizde ötekileri dışlama, düşmanlaştırma zanaatına dönüşmüş haldedir. Bir yerde idari mekanizma veya siyasi oluşum, bir düşmana ihtiyaç duyuyorsa orada istikrar olmaz ve krizler kaçınılmaz olur. Sistemin olmadığı yerde istikrar ve gelişme de kendiliğinden olmaz.

Siyasetin çatışmacı bir kültüre yaslanması ve bir düşmana dayalı olarak varlığını sürdürmesi hakikati perdeleyen bir yapıya bürünmesine sebebiyet verir. Bu durumun hakikatin hanesine zarar vereceği kesindir. Beşeri ve siyasi yaşamda duygusallık gelişirken ötekileri kazanma duyarlılığı ölür. Böylece ortak aidiyet duygusu kaybolur ve toplum çürümeye başlar.

Siyaset, topluma nefes kazandırma ve hizmet üretme uğraşı olması gerekirken verili kimlikler üzerinde (din, mezhep, ideoloji, cinsiyet, etnik vb. gibi) varlığını sürdürmesi, toplumları tarafgirliğe ittiği gibi devleti de parçalamaya götürür. Bu durumda rasyonalite, kurumsallaşma, ortak idealler vb. dediğimiz yapılar törpülenir ve yönetim ehliyetsiz, liyakatsız ve çıkar gruplarının bir arenasına dönüşür. Günümüzde,  genelde yönetimde “Lübnanlaşma”  dediğimiz bu durum, toplumu; beşeri, siyasi ve kültürel olarak keskin bir şekilde ayrıştırılmasına sebep olacağı unutulmamalıdır.

Politika, aslında Grek site devletlerinden beri şehirlilerin ve medeni insanların bir ikna faaliyeti iken, kimlik siyaseti ise tek sesliliğin ve totaliter toplumların bir özelliği olarak ortaya çıkmıştır. Medeni toplumlarda demokratik katılım, çoğulculuk, entegrasyon ve vatandaşlık ön planda iken, kimlik siyaseti yürüten yerlerde ise genelde asimilasyon, izolasyon /gettolaşma  ve benzeri gayri insani  faaliyetler- totalitarizm- ortaya çıkar.

Bütün bu tarihsel ve sosyolojik acıları deneyimlemiş bir ülke olarak, bugün de olay ve olgulara ilmi açıdan değil ideolojik ve siyasal parti tüzüğüyle baktığımız için hakikati ıskaladığımız bir gerçektir. Bugün hala da birçok sosyolojik olguya bu mahalde baktığımız bir sır değildir. Bugün maalesef ülkemizde bürokratik elitlerin çoğunun eğitim düzeyleri, olay ve olgulara bakış açılarının modern devlet geleneğinden çok uzağında olduğunu görüyoruz. Bu tutum ve bakış açısı, sadece bürokrasiye özgü bir tutum değildir. Siyaset erbabının büyük bir kısmının da olay ve olgulara aynı pencereden yaklaştıklarını müşahade ediyoruz.

Ülkemizde temel sorun, hakların, sorumlulukların, yetkilerin nasıl olacağı değil, kendi siyasi cenahlarına kaynakların nasıl aktarılacağı üzerine kurgulandığı için demokrasi gerçek anlamda varolmuyor. Bunun birçok sebebini sayabiliriz. Uzlaşma kültüründe yoksun bir siyaset kültürü,  köklü bir aristokrat aile geleneğinin olmayışı,  entelektüel ve müstakil bir sermaye sınıfının yetersizliği ve siyasetin rant aracı olarak konumlanmış olmasıdır. Siyasetçilerin, siyaseti uzlaşmaz bir kültür üzerine  konsolide etmeleri  siyasetin bir rant aracına dönüşmesine neden olmuştur. Bu durum toplumda derin açmazlara ve kırılmalara sebebiyet vermiştir. Bugün Türkiye’de siyaset kutuplaşmış, toplum ayrışmış ve hatta aynı fikri cenahtan gelenler bile kendi aralarında atomize olmuş haldedir.

Türk toplumunu bekleyen en büyük tehlikenin siyasetin verili kimlikler üzerinde üretilmeye çalışılmasıdır. Bu vatandaşlığı törpüleyen ve ortak aidiyeti yok eden bir durumdur. Bir yerde devletin hakemliği tartışma konusu olmuşsa orada kaçınılmaz olarak toplum parçalanır. “Devletin hakemliği” dediğimiz şey, adalettir.

Devlet” ortak aklın bir ürünü olarak gruplar, çıkarlar arasında taraf ve hakim olarak değil, ehliyeti, temsiliyeti ve adaleti tesis eden ve “hakem” bir konumda varlığını sürdürmelidir.

Siyaset, verili kimlik üzerinde değil, hizmet kriterleri üzerinde yükselmelidir. Onun için siyaset ilkel kabilecilik ruhunu aşıp- beşeriyetten insanlığa doğru- insanın tekamül yolculuğuna eşlik eden bir yol olmalıdır. Rant ve verili kimlikler üzerinde yürütülen bir mücadele alanı asla olmamalıdır. Bunun tarihte kazanılanı olmadığı görülmüştür. Aynı şeyi yaparak farklı sonuçlar beklenmemelidir. En geniş insan topluluğunu oluşturan millet mefhumunu diğer verili kimliklerden daha üstün kılan şeyin birlikte yaşama kültürünü kazanmış insanlar topluluğu olduğu unutulmamalıdır. Siyasetin manevi değerler üzerinde yürütülmesi, en çok bu değerlerin hanesine zarar vereceği açıktır.

Her zaman olay ve olgulara hakikat perdesinden bakan “dahi” devlet yöneticilerine ihtiyaç vardır. Unutulmamalıdır ki, herkesin kendi zindanında başkasına düşmanlık beslemesi kolaydır, zor olan fakat insanlık için anlamlı olan başkalarıyla birlikte dünyayı güzelleştirmeye çalışmaktır.

Şeyh Edebali’nın nasihatı bu ülkenin temel amentüsü olarak kabul edilmelidir. Siyaset ve bürokrasi, olgulara bu babta yaklaştığı takdirde meselelerin kendiliğinden çözüleceği apaçıktır.

Yorumlar (0)
12
az bulutlu