banner4
16.06.2021, 13:14

Ontolojik ve Epistemolojik Seviyeden Sosyal Hayatın Rutinliğine Kadın Konusu

Kadın konusu, her şeyden evvel insanlığın varlık bilinciyle doğrudan alakalı olan temel bir mevzudur. Her şeyden önce onu cinsiyet üzerinden değil, varlık ve var oluş değerleri üzerinden görmek lazımdır. Aksi takdirde yaşanan hayatın en baskın figürünü bireysel, sosyal ve sair alanlardan dışlamış olacağız ki, bunun olası faturasını sadece kadınlarımız değil, neredeyse bütün bir insanlık ödemek zorunda kalacaktır.

Esasında Yüce Allah’ın pek çok yetenek ve meziyetlerine binaen doğrudan muhatap almış olduğu insan olgusuna bir bütünlük içinde bakmak lazımdır. Bunun için de kadın ve erkek olarak insan denilen bir bütünü oluşturan farklı cinsiyetlerin varlık nedenlerini yakından görmek elzemdir. Yoksa zaman içinde sisteme hâkim olan cinsiyetin kendi konumunu ötekinin aleyhine genişlettiği bir noktaya varırız ki, din ve ahlâkın bütün çabalarına rağmen yerel pratikleri daha çok önemseyen kişi ve toplumların tercihleri sayesinde bugün için gelinen noktanın bütünüyle bundan ibaret olduğu unutulmamalıdır.

Bu aşamada açıkça ifade etmek lazımdır ki, “kadın sorunu” adıyla nicedir tartışılan konunun hem adı ve hem de kavramsal içeriği bizleri ürkütmemelidir. Bugün için sıradan halkın garibine gidecek olup sırf erbabınca anlaşıldığı ifade edilen ontoloji ve epistemoloji kavramları, konunun tarihsel seyrine hâkim olan erbabınca çok iyi bilinir. Öyle ki bu kavramlar, kelâm ve felsefenin iç içe girdiği daha ilk dönemlerden itibaren Müslüman kültürün beşik kertmesi gibidir. Diğer bir deyişle, yaratılış/var oluş, varlık-yokluk ile bilgi, bilginin mâhiyeti ve elde ediliş yollarından ibaret olan bu terimler, mutlak manada yabancısı olduğumuz kavramsal olgular değil, aksine olarak, Müslüman düşüncenin son derece güçlü olduğu dönemlerin kavramsal içeriklerinden başkası değildir.

İşbu nedenden ötürüdür ki, genelde insanlığın özelde ise Müslüman dünyanın düşünsel manada mesaisini oluşturan her konu, teknik anlamda erkek-kadın bağlamının dışında “insan” odaklı ele alınmalıdır. Bunu başarmak için Yüce Allah’ın doğrudan muhatap aldığı varlık olan insanın neliğine gitmek durumu hâsıl olmuştur. Bittabi olarak bu gidişin insan ve diğer canlılarla olan her türlü kıyasına imkân sağladığı apaçıktır. Yoksa bu bakış farklılığı, hiçbir zaman insan denilen varlığın cinsiyet farklılıklarını oluşturan erkek ve kadın ayrımına neden teşkil edecek bakışlara izin vermez bir yapıda halk edilmiştir.

Bu aşamada sormak lazımdır ki, yaratılış konsepti değil de, bütünüyle tarihsel birikimlerin bize miras bırakmış olduğu bir problem olan kadın-erkek farklılığı, niye/niçin “kadın sorunu” olmuş da, niye/niçin “erkek sorunu” olmuş değildir? Herhâlde bunun cevabını vermek için insanın inşâ ettiği tarihe ve de insanın domine ettiği maddî güce gitmek lazımdır. Öyle ki, hem tarih ve hem de onun bazı fertleri tarafından yaşamın aslî unsuruna dönüştürüldüğü hakikat olmakla kalmayıp, aynı zamanda belli odaklar lehinde yasallaştırıldığı anlaşılan güç/kuvvet/statü/öncelik vurgusu, bugün dahi yaşanmakta olan problemlerin ana kaynağıdır. Bizce sorununun görünen yanlarından birisi bu olsa da, gelişen dönemler itibariyle buna eklenen bakış açıları nedeniyle bundan daha derin bir hâl almış bulunmaktadır. O da, asıl meselenin hem güç, hem tarih ancak esas olarak insan anlayışını oluşturan “din” olgusuyla içeriklendirilmiş olduğu hususudur.

Dünyanın gelinen bu aşamasında dünden devralınan ve oldukça kötü olan beşer mirası gereği “öteki/eksik” kabul edilen her varlık, mutlak manada dinsel gerekçelerle statü düşüklüğüne dair bir içerikle ele alınmıştır. Bu işin başında olan tarafın ise, mutlak manada insan denilen varlığın sadece yarısını teşkil eden erkekler olduğu aşikârdır. Dün olduğu gibi bugün ve yarın da kaba gücü elinde bulunduran erkekler olduğu müddetçe “kadın neyimiz olur?” sorunsalının devam edeceği görülmektedir. Bu devamlılığı engellemeye çalışan dinlerin aksine olarak, mevcut durumun din üzerinden gerekçelendirilmesi ise ayrı bir garabet olarak algılanmalıdır. Kanaatimizce bunun sebebi olarak, dinlerin ne dediğini değil, ne demek istediğini kendince anlamlandıran kişilerden neşet eden yaklaşımlar belirlemektedir.

Benzer şekilde, tarih ve sosyolojinin içinden konuşan dinlerin muhataplarının algılarını bütünüyle es geçmediği, doğrularını onaylayıp, yanlışlarını reddettiği, ancak her ikisini taşıyan unsurları ise eğitmeye çalıştığı bilinmektedir. İşbu nedenden ötürü, insanı eğitmek ve hizaya çekmek için ona müdahale eden dinlerin zaman içinde amaçlarının aksine olarak gelişen bir gerçeklikle karşılaştığı söylenebilir. Mamafih kadın konusu, bu değişik algı ve uygulamanın başında gelmekle, insanların hayatını derinde etkileyen bir vasfa sahiptir.

Yaşamsal kod olarak kadın erkek farklılığını savunan dinlerin, kalite ve hukuk karşısındaki duruşlarını objektif değerler üzerinde inşâ ettiği bilinirse, insanlığın bu en değerli iki parçasının sadece “takva” yani ilkesel açıdan “değerli olma durumu” üzerinden ayrıştırılabileceği bilinmektedir. Yüce Tanrı’nın kurmak istediği sistemde insanoğlunun bu denli birlikteliğini ifade eden kavramın “tamamlama/bütünleme” olması, her iki cinsin de insan olmak vasfı gereği birbirine üstünlüğünden bahsedilemez. O nedenledir ki, kadın veya erkeğin insan denilen bir bütünü oluşturan değişik ve gerekli unsurlar olması hasebiyle, birinin diğerinin yerini dolduramadığı bilinmektedir.

Din denilen olgunun zaman içinden konuştuğunu bilirsek, kutsal metinlerde bahsedilen ara cümlelerin kadın ve erkek rolleri ile sosyal yaşamın kabul edilen davranış biçimlerin ifade ettiği söylenmelidir. Hatta bu tip metinlerde mevcut roller üzerinden ifade edilen açılımların meselenin son noktası değil, yaşanılan olgunun en alt seviyesi olduğu unutulmamalıdır. Buna göre insanı tanımlayan ana değerlerin zaman zaman sosyal roller gereği değişik uygulamalarının olmasına bakarak, Tanrı ve Din’in kadın konusunda nihaî kararının mevcut uygulama olduğu sanılmamalıdır.

Buna uygun olarak diyebiliriz ki, kadın konusu, Tanrı ve Din bağlamında ontolojik kalite, epistemolojik değer ve hukukî eşitlik bağlamında ele alınmıştır. Bunun dışındaki her bakış, öneri ve uygulamanın kim olursa olsun zamanın ruhunu kapsayan yöresel tercih olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.

İnsanlığın bidâyetinden beri kadın sorununu güç bağlamında ele alması hasebiyle, erkek egemen gücün kadınlar için oldukça adaletsiz bir dünya yarattığı bilinmektedir. Erkeğin onardığı bu dünyanın en az onun kadar iş yapan kadın için son derece sakıncalı durumları ürettiği mâlumdur. Eğitilen kişisel vicdanlar hariç tutulursa, sosyolojinin kendisine sağladığı imkânları kadın aleyhinde kullanan bir erkek neslinin olduğu bilinmektedir. Bu algıyı eğitmeye çalışan dinin bunu tam olarak başaramadığı bile söylenebilir. Zira dinin bu eğitimine karşı direnen güçlü bir erkek neslinin olması, kendi konumlarını güçlendirme adına dinsel metinleri anlam kaymasına uğratan ya da yeni dinsel metinler oluşturan umarsız bir nesille karşı karşıyayız.

Haddizatında bahsedilen negatif yaklaşım, sosyo-kültürel kazanımlar üzerinden giderek toplumsal roller ve toplumsal cinsiyet konusunu varlık kategorisi olarak göstermekle, kadının yaratılıştaki değerini görmezden gelip hukuk önündeki eşitliği olgusunu da berhava edebilmiştir. Bu hikâyenin mütemadiyen avcılar tarafından yazıldığı sürece değişmeyeceği de kuşkusuzdur. Hâsılı, yaşanan hayatın en temel iki öğesini birbirine rakip varlıklar olarak göstermenin kimseye faydası dokunmayacaktır.

İnsanın oldukça tuhaf bir varlık olduğu kuşkusuzdur. Yine insanın bu tuhaflığına rağmen son derece mâkul çözümlerinin de bulunduğu bilinmektedir. Her ikisi de insanda bulunduğuna göre, asıl mesele, insanın hangi vasfının öne çıkarılacağı meselesidir. Kanımızca asıl iş, insanın eğitiminde gizlidir diyebiliriz. Bunun için dinlerden tutun fıtrat değerlerine, oradan da ahlâk ve sosyal eğitime hatta siyasal tutumlara kadar insan olgusunu yeniden tanımlamak gereklidir.

Benzer şekilde, hak-hukuk dengesi ve kapsamında en az erkek kadar sahipliğine onay verilmemiş bir varlık olan kadının dün itibariyle de olsa belli donanımlara sahipliğinden de bahsedilebilir. O nedenle kadın konusunun her zaman ve zeminde mutlak manada “insan” bağlamında ele alınmaktan vaz geçilmemelidir. Bu yaklaşımın ahlâk, din ve vicdan olgularını devreye sokan her kesimde eşit, hatta tercihe şayan bir olgusallık olduğu da asla unutulmamalıdır.

Buna göre, dinlerin ilkesel olarak öne aldığı kadın konusunun dindarlar ve erkekler tarafından şirazesinden kaydırıldığı muhakkaktır. Sorunun çözümü bağlamında yapılması gereken esas şey, Âdem-Eşi/Havva bağlamından hareketle insan olgusunu merkeze alacak çözümler üretmeliyiz. Yoksa erkek ya da kadın merkezli her çözüm, mutlak manada diğerini ötekileştirip düşmanlaştırmakta kalmayıp, içinde olduğu zehabına kapılınan varlıksal rekabet kuralları gereği asıl dünyanın dışarısında bırakacaktır. Herkes tarafından kabul edilebilir bir çözüm adına sosyal kabulleri aşan ilkesel duruşlara son derece muhtaç durumdayız. Bu ihtiyacın giderilmesi için kadın-erkek değil insan-sorumlu varlık olgusunun gündemde olması şarttır diyebiliriz.

Kadınsız bir dünyanın erkeklere ne kazandırdığı düşünülürse, kadın yaratıcılığı ve de zekâsından yoksun milletlerin geldiği seviye daha iyi anlaşılır. Sonuç olarak kadının erkekten, erkeğin de kadından değerli olduğu söylenceleri ne kadar anlamsızsa, bunun üzerinden cinsiyet düşmanlığı yapmak da o derece anlamsızdır. Kadın ve erkek her ikisi birlikte insanlığı bütünleyen ana değer olarak bilinmektedir. Bu değerlerin birisini diğeri aleyhine genişletmek ise, her şeyden evvel insan olgusunun varlık nedenini ortadan kaldırmak anlamına gelecektir.

Bu yüzyılda kadın hakları demenin bile zül addedilmesi gerekir ki, kadının varoluşsal değerinin hukukî standartlarla kendisine vermek bir engel teşkil etmesin. Sorunun çözümü noktasında insan olarak ihtiyacımız olan tek şey, erkek egemen ya da kadın egemen bakışlar değil, insanî bakışın egemen olduğu adaletli uygulamalar olduğu görülmektedir. Bunun neticesinde ise, önce yaşadığımız çevreye sonrasında ise bütün dünyaya olası huzurun gelmesi ya da kadın-erkek karşıtlığından doğan sorunların çözüleceğinden kuşku duyulmamalıdır.

Dindar ya da seküler olsun hemen her toplum kadın aleyhine bu metinlerden yağma derecesinde istifade etmiştir. Dünyanın her devir ve köşesinde kadın olgusunun “sahip olunan nesne” olarak görülmesi, onun hak ve sorumluluklarının erkeğin vicdan, lütuf ve tespitine dayandırılması ve yaşamını adayacak değerin erkek üzerinden tanımlanır olması, gelinen durumun içler acısı manzarasını göstermektedir. Oldukça sorunlu olan bu resmin din ve kültür bağlamında ele alınması akabinde vahyin kesin, değişmez ve aslî kuralları üzerinden yeniden betimlenmesi lazımdır ki, kadın unsurunun olası manzarası daha açık bir şekilde tespit edilebilsin.

Sonuçta Kur’an’ın hem öznesi ve hem de gözdesi durumunda olan kadının zaman içinde erkeğin nesnesine dönüşme serencamını anlamak için, meseleye hayatı yorumlayan gücün zâviyesinden bakmak lazımdır. O yüzdendir ki, “dindar insan” olgusallığını pekiştiren tavır olan ve dahi adaleti seven insanoğlu denildiği zaman kadın erkek ayrımı yapmayan dindarlık prototip ve modelleri üretebilmeliyiz. Bu konuda oldukça şanslı durumda olduğumuz kabul edilmelidir. Belki bir iki neslin alışkanlıklarını kırmak güç olsa da geçen zaman itibariyle hakikat değeriyle eğitilecek olan yeni neslin bu imkânı elde edeceği umulmalıdır.

İnsanın birinci yaşam alanı olan bu dünya özelinde geçici bir süreliğine hayat süren beşerin aklına küpe olmalıdır ki, Yüce Allah’ın varlıklar arasında seçkin kılmakla beraber, irade yeteneği sayesinde doğrudan doğruya muhatap aldığı varlığın kadın-erkek değil, insan olduğu ve insanın değer ölçüsünün de kadın-erkek gibi varlık rollerinden ibaret olmayıp kalite/takva/değer/ahlâk/bilinç/şuur ve sorumluluktan oluştuğu asla unutulmamalıdır.

Yorumlar (3)
Sefalı platformu 3 yıl önce
Hocam yüreğine sağlık
Ethem okumus 3 yıl önce
Mukkemmel bir yazi
ZEKİ Baki UZUN 3 yıl önce
Konunun insan odaklı alınıp, izahatı gayet başarılı bir şekilde ifade edilmiş. Yazdıklarının uygulamasını kendi yaşamındada icra ediyorsundur inşAllah!!!
12
az bulutlu