banner4
04.06.2020, 14:22

Olup-Biteni Anlama Sorunumuz Mu Vardır? Ne Dersiniz!

Uzun süredir tuhaf bir eğilimin sanki hakikatmiş gibi sunulmasına şahit olmaktayız. O da, hakikat ya da gerçeğin izlerini eskide aramanın daha doğru bir tutum olacağı söylemleridir. Buna göre bugün için kucağımızda bulduğumuz hemen her şeyin mutlak manada bir değeri olsa gerek. Bu gibi vurguların gazete ve dergi köşelerinden siyasilerin dillerine oradan da yeni yapım filmlere dek oldukça yaygınlaşması demek, sıradan insanın bu gibi düşüncelere kapılmasıyla beraber birilerinin oldukça güçlü bir konfora sahip olma isteğidir diyebiliriz. Oysaki insanlığın en önemli tutum ve de problemlerinden birisi, söz dinlememe yeteneği olsa gerek.

Bu yüzden insanoğlu, başta Yüce Tanrı’nın sözünü olmak üzere pek çok etkin sözü dinlemek şöyle dursun, tahrif etme eğiliminde olduğu görülmektedir. Onun bu işleminde kendince bazı geçerli nedenleri olsa bile, kanaatimizce bu adımının temelinde yatan başat duygu cehalet ve kibirdir. Bu iki duygunun esiri olmuş olan her kişi veya grup kendisine gelen vahiyleri ters-yüz ederek geliş amaçlarının dışına taşırmışlardır. Bu konuda inanan kişiler ile inanmayan kişiler arasındaki fark keyfiyet üzerinden değil, sadece kemiyet üzerinden açıklanabilir.

Garip bir şekilde, kendisine vahiy gönderilen kişiler, ikinci bir adım olarak vahiyleri anlama hususunda kendi geleneklerini baraj hâline getirmişlerdir. Hatta bu neslin görece dindar olanları bu barajların sayısını artırmak suretiyle vahye ulamanın önünde âdeta bir duvar gibi durmaktadırlar. Kim ki bu duvarları aşmaya kalkar ya geleneğin geri çekişlerine ya da tekfir söylemlerine mâruz bırakılmaktadır. Dahası, bu kişilere gelenek olmadan dinin anlaşılamayacağı, cemaat ve tarikat olmadan da dinin yaşanamayacağı hezeyanları dikte ettirilmektedir.

Geleneğe kökten karşı olmanın akıllıca bir iş olmadığı, bu sebeple de ona bütünüyle karşı duran kişi ve toplumların olamayacağı olsa bilebunların herhâlde yeryüzünde yaşamadığına hükmedilir. Fakat geleneğin vahiy ya da kutsal kitap üzerinden yeniden sorgulanmasını isteyen, kişilerin Allah’a ulaşarak onun metninden yararlanmasının önündeki her türlü engelin kaldırılmasını söyleyenler oldukça çoktur. Biz de geleneğimizi anlayarak ama ona tapınmayarak bu işin üstesinden gelinebileceğini düşünmekteyiz. O yüzden, her ne olursa olsun ya da her ne tür bilgi olursa olsun akıl, vahiy ve olgu üzerinden yeniden değerlendirilmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Geçmişin mahkûmu olmanın bu günü anlama noktasında hiçbir bir faydası da bulunmamaktadır.

Fikrî sorgulamanın kazanımları adına insanın üretmiş olduğu bilgilerin yanlış olabileceğinden hareketle diyebiliriz ki, hakikate ulaşma imkânının yine insan eliyle yerinden oynatıldığına şahit olmaktayız. Gerek anlama, gerek anlatmave gerekse de itaat algısı ve kişileri kutsama eğilimi, süreç içerisinde geleneğe saygı üzerinden eleştirel bir dünyanın yok oluşuna tanıklık etmektedir. Atalarından miras alınan her yoruma kutsal bilgi olarak bakan bir zihinsel yapıdan da başkası beklenemez herhâlde. Çözüm sadedinde ifade edeceğimiz şey ise, bize gelen bilgileri akıl, vicdan, bilim ve gerçeklik yeniden değerlendirebilmektir. Konunun üstadı durumunda olan ve muhataplarına herhangi bir mahfile bağlı kalmadan düşünebilmeyi öğreten her düşünürün dediği gibi mesele; kitaba mahkûm olmak değil, kitaba hâkim olan kişileri yetiştirmekten geçmektedir. Hakikat arayışımız devam ettiği sürece sizleri rahatsız etmeye devam edeceğiz gibi görünüyor…   

Dünyanın imarına mahkûm edilmiş ya da vazifelendirilmiş olan beşer, insanlık tarihi boyunca sürekli olarak bir değişim ve gelişim içerisindedir.  Diğer bir deyişle, insanın her dem yeni bir hâle geçmesi söz konusudur. Değişim ve gelişimin bu denli hızlı olması demek, esasında insanın da bu duruma uygun olarak yaratılmış olması demektir. Bunun böyle olduğu ise öteden beri gayet iyi bilinmektedir. Tabiîdir ki bu değişimle orantılı olarak beşere gönderilen vahiyler de süreç içerisinde değişim göstermiştir. Kanaatimizce bu değişimin taşıyıcıları olan elçiler, aldıkları görevleri kendi toplumlarına eksiksiz bir şekilde iletmişlerdir. Sünnetullah ya da tabiat yasaları gereği ilâhî hükümlerin toplumsal sürekliliği takip ettiği düşünülürse, bu değişimin üzerine bina edildiği bazı somut yasalarının olması da gerekmektedir.

Din denilen yapının hem ilkesel tutarlılık ve hem de devamlılık içinde olması beklenir. Dahası, seçilmiş olan yeni elçilere ve dahi onların takipçilerine tevdî edilmiş olan ilke ve uygulamalardaki değişikliklerin daha elçilerin tebliğ faaliyetleri başındakilerle benzer içerikte olması kadar normal bir şey olamaz. Zira herhangi bir davetçininveya onu aktaran bireyin duyurmuş olduğu ilke ya da uygulamalar içerisinde süreç ortasında yapılan değişiklikler, muhataplar tarafından hoş karşılanmadığı gibi kafa karışıklığına ve de ilgili elçi hakkında şüpheye de sebep olabilir. Bu cümleden olarak diyebiliriz ki, geçmiş ve geleceği en iyi bilen Yüce Allah’ın herhangi bir topluma inzâl etmiş olduğu ilkeler arasında büyük bir tutarlılığın olması da gerekmektedir.

Kur’an-ı Kerim, gerek verdiği haberlerin sağlamlığı ve de fıtrata uygunluğu itibariyle ve gerekse de insan ve kâinat hakkındaki öngörüleri dolayısıyla, bütünüyle mucize sayılabilecek olan önemli bir kitaptır.Onun içindir ki Kur’an, başta insanoğlu olmak üzere varlığın neliği konusunda içerdiği öğütlerin tanrısallığı konusunda kendisine son derece güvenmektedir. Bu açıdan bakacak olursak, içindekilere bu denli güvenen bu kitap, çağrısını hem aklın temel kabulleri, hem de eski tebliğlerle ortaklık vurgusu üzerinden yapmaktadır.Zira onun doğrudan muhatapları olan kişi ve toplumlar, kendi ellerinde olanların Yüce Tanrı’dan geldiğini kabul ettiklerine göre, onunla benzerlik taşıyan bu yeni vahyin kaynağının da aynı şekilde yine Yüce Allah olduğunu bilmek durumundadırlar.

İçeriklerin benzerliği, iki vahyin de aynı kaynaktan geldiğinin açık bir şahadeti sayılmalıdır. Onlar için oldukça yeni sayılabilecek olan bu durum ise, Tanrı’dan gelme bakımından herhangi bir olağanüstülük de taşımamaktadır. Mamafih Kur’an vahyi, her daim kendisinde düşünen insanların çelişki bulamayacağı bir durum olmadığını ileri sürmekle,tebliğ sürecinin devamlılığına da vurgu yapmaktadır. Binaenaleyh insanlığın ortak birikimlerine yapılmış olan bu atıflar sayesinde onun kabul değerinin daha da yükselmiş olduğu görülmektedir.

Hayli uzun sayılabilecek bir zamandan beridir din denilince herkesin ilham aldığı “ortak metin” olması gereken Kur’an vahyi etrafında örülmüş olan kalın duvarların olduğu bir gerçektir. Bu duvarların varlığı ise kişileri doğrudan Kur’an’a gitmekten alıkoymaktadır. Ya da kişiler, Kur’an yerine onun açıklaması olduğunu ileri sürdükleri metinler üzerinden Kur’an’ı anlama faaliyeti içerisine girmişlerdir. Bu çabalarının neticesinde Kur’anî olduğu şüphe götürmeyen pek çok kavram, kendi bağlamı içerisinde değil, geleneksel kabuller ve ulemanın bakış açısı paralelinde ele alınmıştır. Bu paralelliği sağlayan kavramlardan olan akıl, kader/yasa, şefaat/torpil, velî/Allah dostu, göğe yükselme/tabiat yasalarını zorlama, takva/bilinç, zikir/olanı biteni anma, teşbih/olanı ikrar vb. gibi kavramlar da bu tasavvuru besleyen unsurlardan sayılmalıdır.

Ancak bu gibi kavramların süreç içerisinde içerik değişimine tabi tutulduğunu da bilmek zorundayız. O nedenle vahyin değer ifade eden kavramları zamanla değerlerin yok edildiği bir alanda tanımlanır olmuş gibidir. Mamafih bu konuda geleneksel algının örmüş olduğu ve bütünüyle Kur’an’a yabancı duran anlam duvarlarının aşılması öyle kolay bir husus değildir. Kendi algısını ya da ideolojisini Kur’an’a söyletmek merkezli bu eğilimin başat kodu, “âyetin söylediğine değil, âyete ne söylettiğine bakmaktır” denilebilir. Bu sayede herkesin birbirinden farklı bir Kur’an algısının olduğu da görülmektedir. Ulema ve halk arasında tebliğ edilen farklı Kur’an anlayışlarının olması da bu sebepledir. O sebeple hemen herkes aynı metinden farklı dünya görüşü çıkarabilmektedir.

Muhatap olduğumuz kutsal metnin içeriği üzerinden bütün açıklığıyla ifade etmeliyiz ki, Kur’an’ı anlamak, hiçbir grubun ya da kişinin tekelinde olamaz. Dahası, her kişinin Kur’an’ı anlama çabası içerisinde olması, kişisel ve toplumsal sorumluluk bandında elzem bir husustur. Hatta Kur’an, doğrudan muhatap almış olduğu kişiler tarafından “anlaşılmak üzere indirilmiş olan vahiyler bütünü”dür. Kendisini bu sorumluluk altında hissede ve belli bir zihin berraklığına ulaşmış olan kişiler, Kur’an’ı kendi bağlamı içerisinde pekâlâ doğru bir şekilde anlayabilirler. Nitekim bunun garantisi, Yüce Allah tarafından yine Kur’an’da verilmiştir.

Hâlbuki kendisini Yüce Allah karşısında sorumlu bir birey hâline getirmiş olan vahyi anlama konusunda Müslüman muhayyileye ârız olmuş olan negatif eğilimin Kur’an’dan değil, teberrük kaynaklı bir Kur’an kültürü oluşturmuş olan geleneksel Kur’an anlayışından ortaya çıkmış olduğu söylenebilir. Hatta bu zihniyet taraftarlarına göre, Kur’an’ı anlama hususunda öncelikli olarak Kur’an’dan değil de başka kaynaklardan hareket edilmesi gerektiği yönünde bir fikrî eğilimin olduğu da görülmektedir.

Netice olarak, bu gibi algıları aşıp vahiyle doğrudan muhatap olan bir neslin yetişmesi lazımdır. Bu neslin sadece vahiyden değil, gelenekten hatta diğer bütün disiplinlerden de yararlanması gereklidir. Ancak bu neslin yapması gereken en değerli iş, vahyin yanına ona denk bir değer ölçüsünü yerleştirmemesidir diyebiliriz. Bugün için din ve diyanet denilince önümüzde duran en güçlü engelin vahiy gibi pek çok kaynağın olduğu gerçekliğidir. Anlama sorunumuzun temelinde ise bu duygu yatmaktadır diyebiliriz.

Yorumlar (0)
12
az bulutlu