banner4
14.06.2020, 09:50

Marko Paşa Sendromu: İlkesizlik Din Adamlarından Gelirse Ne Yapılabilir!…

Son zamanlarda sıklıkla duyar olduğumuz veçhile, vahye doğrudan muhatap olmak ya da diğer bir deyişle meal okumanın sakıncalarından bahsediliyor olması, din hakkında hazin bir sürece evrildiğimizi göstermektedir. Zira bu düşünceyi dillendirenlerin hemen hepsinin daha dün bir başkasının din anlayışını överken bulmamız ise apayrı bir husustur. Kanaatimizce bu sözlerin sahipleri nazarında, dini anlamak için başkasının yorumlarından uzak durmamak lazımdır. Bizce de dini anlamak için sadece meale değil, bilimden felsefeye dek hemen her alandaki sözleri dikkate almak lazımdır. Evvelemirde ise o dinin ilk öğretmenleri olan elçilerin sözlerini dikkate almak lazımdır. Ancak din denilince temel ilkeleri ortaya koyan bir kitabın açık bildirimleriyle ters olan hususlarla karşılaşılınca ne yapmamız gerektiği konusunda farklı yaklaşımların olması ve bu sorunları çözme adına ilk kaynağa başvurma yani anladığı kadarıyla kendi dilinden Kur’an veya onun mealini okuma önerilerinin bu denli korku ve panik yaratmasını anlamak mümkün değildir.Neticede meal okumanın tehlikelerine değinen bu kesimlerde bunun yanında başka eserlerin okunması da salık verilmektedir. Bu çelişkiyi görme adına diyebiliriz ki, bu tutumun araçsallaştırılması akabinde bir dinin kitabına o dinin mensubu olduğunu ileri sürenlerden daha büyük bir hakaret gelmiş olamaz.

Din olgusunu kendi düzen ve hevasına yakın düşürme adına Müslüman kültür havzasında uzun süredir hararetle tartışılan pek çok konunun olduğu bilinmektedir. Bu kişilerin yaptığı ilk şey, farklı fikirlerin sanki bugün ortaya çıkmış olduğu ve amacının dini yıkmak ya da başka yerden destek aldıklarını ortaya koymaya çalışmaktır. Adeta dinsel trol mesabesinde olan bu kişiler, en çok da kendi geleneklerine ihanet etmektedir. Zira bugün tartışılan hemen her konunun bizim geleneğimizde tartışma izleri oldukça baskındır. Gök kubbe altında yeni bir şey söyleyene de az rastlanılmaktadır. Öyle ki süreç zarfında tartışmanın bilimsel içeriğinden haberdar olmayan bazı kişilerin dine eklemelerin yapıldığı veya dinden bazı şeylerin dışarıya atıldığı yönündeki kaygılarına da şahit olmaktayız. Dahası, geçmişte ya da hâlihazırda duyduğu her şeyi dinin asıl emriymiş gibi kabul eden bazı insanların ilgili görüş sahiplerini en basit ifadeyle sapıklıkla itham etmeleri de artık kanıksanmış bir durum olsa gerek. İslâm düşüncesi alanında fikir serdeden bilim insanlarının büyük çoğunluğunun bu eğilimden nasibini almış olması, halkın nezdinde bu gibi düşünce adamlarına karşı olası bir güvensizliğin de oluşmasını tetiklemiş gibidir.

Dün olduğu gibi bugün de hemen her dinsel çevrede mevcut din anlayışının dışında bazı şeyler söylemek, özellikle Müslüman kültür dünyasında yukarıdaki suçlamaları göze almayı da peşinen kabul etmeyi gerektirmektedir. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan büyük bir kalabalığın suçlamalarını ciddiye alıp almamak bilim insanına kalmış olsa da, neticede ilgili kişilikler hakkında büyük bir yıkıcı propagandanın da piyasaya sürülmüş olduğu görülmektedir. Beslendikleri İslâmî geleneğe uygun olmayan bu düşünsel eğilimin artık baskın bir yaşam tarzına dönüşmüş olması gerçeğinden hareketle denilebilir ki bu gibi ortamların yaşanabilir olduğu her durumda cehaletin kıyam hâline şahit olmaktayız. Harekete geçmiş olan bir cehaletin tahrip ettiği ilk şeyin de ilim düşüncesi olduğu geçmiş tecrübelerle sabit bir durumdur. Bu tahribatın altında kalan bir düşünsel serüvenin de sağlıklı fikir üretme şansı bulunmamaktadır.

Bilinmelidir ki evrensel değerlerin temel kaynağı olan bir dinsel bildirimin tanıtımı sadece din adamları sınıfının işi değildir. Zira din denilen olgu sadece din kitaplarının içeriklerinden ibaret değildir. Din denilince hayatın bütün bölümlerinin devreye gireceği bir genişliğin oluşturulması gerekmektedir. Onun için sosyoloji, antropoloji, matematik, fizik, kimya, biyoloji, astronomi, psikoloji ve diğer bütün beşerî alanların da dinin ilgi alanı içerisinde anlaşılması gerekmektedir. Bu adımın atılabilmesi için ivedilikle dininin adamı sınıfı gibi etkin bir kurumsal yapının kurulması gerekmektedir. İşte o zaman hayatın bütün yönleriyle uyumlu olan bir din anlayışı geliştirilebilir. Yoksa parçacı bir din anlayışının üretmiş olduğu beyinlerden hayatın somut alanını dinsel bildirimlerin dışında olduğu bugünkü yaklaşımlardan başka bir şey neş’et etmez. Yağmurun yağmasını Yüce Allah’ın ezelde yaratmış olduğu ve evrenin kaderi içerisine dâhil etmiş olduğu ilgili meteorolojik yasayla değil de, Allah’ın her an değişen isteğine bağlayan bir algının dinsel olması herhâlde mümkün değildir. Bu gibi sakat eğilimlerin giderilebilmesi için Kur’an ile hayatı bütün olarak görmek gerekmektedir. Zira Kur’an, hayatın yaşanabilir kodları üzerinden anlaşılan bir gerçekliğin diğer adı olarak da bilinmektedir.

            Allah’ın yaratmış olduğu tabiatı ve onun dilini/işleyişini çözmek akıl sahibi insanın yaşamını oldukça kolaylaştıracaktır. Ancak bazı din otoritelerinin bu dilin çözümüne değil kendi din anlayışlarına çağırması hususu, olgunun eksik tanımlanmasını gerekli kılmaktadır.  Bize göre İslâm vahyinin öğrenilmesinin önündeki engellerden birisi de otoritelerin masumiyeti üzerinde tesis edilmiş olan bu anlayıştır.Müslüman tefekkürün kişilerden bağımsız düşünebilmesinin önünü tıkayan en büyük engel, beşerî kaynağın kutsallık şemsiyesiyle örülmüş olmasıdır. Otoritelerin yetki alanlarını tanıyan bir kişiliğin onlardan bağımsız dinsel düşünme becerisine sahip olması düşünülemez. Öğrenilen her şeyin onların din anlayışlarının süzgecinden geçirildiği bir düşünme formunda, gerçeğin yansıdığı tek değer ilgili otoritelerin fikirleri olmaktadır. İlham aldığına inanılan bir kişiliğin göksel olanla temasının olmaması düşünülemeyeceği için, söylediği her şeyin kutsal sözcükler olarak anlaşılması işten bile değildir. Onların fikirleri dışında tanımlanan her şey yalnızca bir herze niteliğindeki şeylerdir. Ortalığı bulandıran her bilgi, yalnızca bu kazanımlarla uyuşmayan bir vasıfta olduğu için peşinen reddedilmeyi hak ediyordur. Sosyal psikolojinin toplumsal katanlardaki bütün becerisini kullanarak işlevsel olan bu akımların hakikatin yerine geçerek konuşması kendinden menkul bir özellik olmasa gerek. Kur’an’ın devre dışı bırakıldığı her süreçte bu gibi oluşumların neşvünema bulmuş olması akıl sahibi insanların üzerinde düşünmesi gereken bir veri olmalıdır. Zamanı ve zemini gözetmeden kutsallık oluşturan bu eğilimlerin dinin genel amacıyla uyuşan bir yanının da olmadığı bilinmektedir. Kaş yapayım derken göz çıkaran her türlü iyiniyet gösterisi beşerin kurtuluşuna bir katkı değil, özgür düşünce hasletinin tabutuna çakılan bir çivi olarak görülmelidir.

            Bu atmosferde yaşam süren Müslüman bireyin uzun süredir genel anlamda bir kendine güvensizlik duygusu yaşadığı bilinen bir husustur. O yüzden hakikati kendi uğraşları sonucunda bulabileceğinden şüphe etmektedir. Belki de zihinsel tembelliğinin bu süreci tetikleyen bir yönü de bulunmaktadır. Her ne olursa olsun yaşanan gerçeklik bu algının etkin olduğu bir ortamın yaşandığını göstermektedir. Kendi yerine düşünen ve uyması gereken kuralları açıklayan bir öğreticinin varlığı beklentisi, zaman içerisinde bu denli masum bir istek olarak kalmamış ve insanla Tanrı arasındaki iletişimi sağlayan ara kutsallıkların doğmasına da zemin hazırlamıştır. Kimi zaman bir dinsel kişilik olan bu obje, kimi zaman da medeniyet kazanımları olarak bir üst medeniyetin fertleri olabilmektedir. Her iki durumda da kişilerin bakış açılarını abluka altına alan bu haslet, uzun sürede düşünsel köleliğin de kapısını aralamış gibidir. Başkasının kendisi yerine düşünmesini kabul eden herkes, peşinen onların hakikatinin peşinde koşmayı da taahhüt etmiş olmaktadır.

            Medyatik dilin etkisinde kalıp şeriat kavramından korkan bir toplumsal algı için söylenebilecek en değerli şey, şeriatın esasında bir ahlâk kuralı önerdiği şeklindeki yaklaşımdır. Bazılarını yaptığı gibi yalnızca ceza hukukunun içeriğine dâhil olan şeyleri şeriat olarak gösterme eğilimi doğru bir yaklaşım değildir. Kur’an’ın bütünü için şer’î bir yol nitelemesi yapılabilirse şeraitten kastın da esasında bu yol olduğu daha yakından bilinebilir. Ancak olumsuz propagandanın tesirinde kalıp şeriat kavramını öcü gibi görmek Müslüman ahlâkına yakışır bir durum değildir. Aynı şekilde tıpkı bunun gibi Kur’an’da ifade edilmiş olan şeriatı da yalnızca cezaî müeyyidelerle sınırlamak en az yukarıdaki yaklaşım kadar doğru bir yaklaşım değildir. Bu inceliğin fark edilmesi durumunda sadece Müslüman kardeşlerine değil, kendi nezdinde öteki olanlara bakışın da değişeceğini umabiliriz. Belki de insanlığın kuluçka devrinin temel değinisi olan tevhidin ortak bir amaç olduğu bu şekilde kolaylıkla kavranabilir. Din değiştirmenin esasında fabrika ayarlarını bozma şeklinde olduğu gerçeğinden hareket edebilen her dimağ, sonuçta İslâm’ı seçtiğinde baştan beri Müslüman olarak yaratılmış olduğu bir ilkesel bütünlüğe avdet ettiğini bilebilmelidir. İşte bu kazanıma uygun olarak beslenmiş olan kişisel ve toplumsal dönüşümü sağlayan yegâne ölçüler, gruplar üstü bir din anlayışının tesis edilmesi sürecinin arifesinde bayrama dönüşebilecektir. Şeriat dediğimiz yapının bu amaca hizmet ettiğini bilebilirsek işimiz daha da kolaylaşabilecektir.

            Din denilen olgunun zaman içinde donup kalmadığını söyleme adına ifade edebiliriz ki, nasların zaman içerisinde gelişen yorumlarının değişebilmesi ilkesi, Kur’an’ın gelişen ve değişen güncel hayatı kucaklayan önemli bir veçhesine işaret etmektedir. Bu yüzdendir ki, ilkesel bildirimlerin tarihîliğinden bahsedilemezse bile, ilkelerin taşındığı elbiseler mesabesinde olan şekilsel anlatıların zamana uygun hâle getirilebilir. Meselâ hırsızlık suçunu bir cezası olduğunun kabulüne yönelik bir şüphe olmasa bile, hırsızlığın ölçüsünün tayini zaman içerisinde yeniden değerlendirilebilir. Aynı şekilde zekât ve sadaka vermenin kalıcı bir emir olduğunun bilinmesi, ilgili ibadetlerin miktarları hususunda zaman içerisinde bazı değişikliklerin yapılabileceğini de göstermektedir. Bu cümleden hareketle denilebilir ki din olgusu, kişisel ve toplumsal hayatın içerisinde dinamik bir olgu olarak beşerin geçmiş ve gelecek bütün zihinsel aktivitelerinde hareket edebileceği bazı sabiteler yerleştirmektedir. Zamanın ruhuna uygun olarak gelişebilecek olan bu yenileşmeleri reddeden bir algının Kur’an’ın ruhuna uygun olmadığını düşünmekteyiz. O yüzdendir ki, müntesiplerine zamanın bir yerinde üretilmiş olan bilgiyi, kesin bilgi olarak sunan her eğilim, Kur’an’ın değişime izin verdiği alanlardaki seçeneğini de iptal etmiş olduğundan, kabul edilebilir bir yaklaşım olarak görülmemelidir. Ancak tıpkı bu yaklaşımda olduğu gibi yorumun nassı ortadan kaldırmasına izin veren her düşünce eğilimi de aynı şekilde geçersiz bir fikrî yaklaşımdan öte bir şey değildir. Gelinen bu noktada denilebilir ki, nassın sosyal gelişime uygun olan yorumunun yapılıyor olmuş olması, ne önceki yorumun iptalini, ne de nassın iptalini haklı çıkarır.

            Yaşamın bir bütün olduğunu kavrayıp dinden felsefeye, spordan sanata değin ortak amaçlar üzerinde yükselen bir birlikteliğin yaratılması gerekmektedir. Bu yaratımın merkezinde duran etkin varlık, Müslüman akıl olmalıdır. Bunun için toplumsal sorumluluğun içselleştirilmesi de lazımdır. O açıdan ahlâkî duruş olarak ifade edebiliriz ki, sorumluluk çizgisi içerisinde hayat sürmekle mükellef olan Müslüman birey, evvelemirde derdi olan birey demektir. Bu itibarla, Müslüman coğrafyada İslâmî alanda üretilen her bilginin yaşanabilir olmasını dert edinen bireylerin olmuş olması, gelecek adına insanı umutlandırmaktadır. Kim olursa olsun İslâmî denilebilecek olan fikirlerini nasların açık seçik olan ifadelerine dayandırılması gerekmektedir. Bu adım, her şeyden önce temel bir prensip olarak kabul edilmelidir. Bunu sağlayan herkesin yorumu da dikkate alınabilir. Aksine olarak bu ilkeye uymayan her yorum ise patentine ve söyleyene bakılmaksızın reddedilebilir. Onun içindir ki, dinde kesin otorite yalnızca Yüce Allah’ın vahyidir. Bununla yakınlık kurmayan her düşünce, bâtıl niteliğini hak edecektir. Peşinde milyonların olması bir düşüncenin doğruluğunun temel gerekçesi olamaz. Zira insanların çoğu, yanlış üzerinde de ittifak sağlayabilirler. Bize düşen görev, çoğunluğun değil, hakikatin yanında durmaktır. Belki de son kişi kalınsa bile hakikatten, adaletten ve doğruluktan taviz vermemektir.

Aklı başında olan bir Müslümanın kişilere değil, ilkelere uyum sağlaması gerektiğini bilmesi kadar normal bir şey olamaz. O nedenle, zaman zaman insanımızın önüne gelen ve büyük bir güveni ifade eden;‘o söylediyse doğrudur’ ifadesi, yalnızca vahiy süreçlerine muhatap olan elçiler için yine kendilerine indirilen vahiyle sınırlı bir alanda geçerli olan bir durumdur. Beşer tarafında nisyan ile mâlul olan bir aklın yanılmazlık iddiasında bulunması ise kabul edilemez. Belki de bu yüzden masumiyeti Kur’an’a bırakarak insana yaşayabileceği alanlarda fikir üretme özgürlüğü tanımanın zamanı gelmiştir. Üretilecek olan bütün teorilerin sağlamasının garantisi elinde olan bir kitabın müntesipleri olarak bu durumdan ancak mutlu olabiliriz. Bilmeliyiz ki İslâm’da hak ve vazife arasında büyük bir uyum ortaya konularak temel değerlerle özdeşim kurabilen kişisel tercihlerin önü de açılmış olmaktadır. Bu yoldan yürüyen herkes, yaratılışının aslî değerleri üzerinde yol alıyor demektir. Hepimiz biliyoruz ki insanoğlu, zaferden değil, seferden sorumludur. Mamafih onun bu çabasını değerli kılan şey de öncelikli olarak bilgiye yönelik gerçekleştirmiş olduğu bu seferi olmaktadır.Seferin kazanımları adına zaferden ümidimizi kesmemeliyiz.

Nihayetinde bu dini bu çağda yaşaması gereken bizleriz. Bu sorumluluğumuzu ne dünü kutsayarak ve ne de yarını ajite ederek yerine getirebiliriz. Din alanının siyasete meze edilmemesi ve dindarların bu sofradan uzak durması gerektiğini her daim akıldan çıkarmamak lazımdır. Bilmeliyiz ki bir dine en çok o dinin mensupları zarar verebilir. Yaşanan gerçekleri bir daha yaşamama adına bu uyarılara kulak vermeliyiz. Bugün için duyar olduğumuz bu sözlerin ise öncelikleri değişmiş olan din adamlarından geliyor olması ise asla şaşırtıcı değildir.

Yorumlar (0)
12
az bulutlu