banner4
21.01.2020, 00:41

DÜNYADA GÜCÜN KADAR HÜKMÜN VAR.

Günümüz dünyasında da, tarihe baktığımızda da hemen her dönemde, “gücün kadar hükmün var” olduğunu görüyoruz. Gücün tescili de önce sahada oluyor.

Sadece son 75-80 yılda, yakın coğrafyamızda ve ülkemizde yaşananlara bir bakalım:

Mesela Kıbrıs’ta yaşananlara bakalım: Kıbrıs’ta rumlar ve yunanlılar tarafından yapılan katliamlara ve soykırımlara son vermek için, 1964’te Türkiye Kıbrıs’a müdahale kararı aldı. Savaş gemilerimiz yola çıktı. Ancak ABD başkanı Johnson’ın 5 Haziran 1964’te Başbakan İsmet İnönü’ye yazdığı tehdit dolu mektup üzerine, harekat için Kıbrıs’a doğru yola çıkan gemilerimiz geri döndürüldü. Çünkü ABD başkanının restini görecek ve karşı koyacak gücümüz ve irademiz yoktu, haklı olmak da yetmiyordu. 

Allah razı olsun ki, Ecevit-Erbakan Hükümeti döneminde, tüm riskleri alarak ve tüm yokluklar içerisinde yapabildiğimiz müdahale ile (ve merhum Rauf Denktaş’ın da olağanüstü gayretleri ve Kahraman Ordumuzun her zaman olduğu gibi üstün başarıları ile) Kıbrıs ve Kıbrıslı Türkler ayakta kalabildi. Sahada kazanınca, masada da olduk.

Bosna’da olanları sadece biz değil, tüm dünya biliyor. Göz göre göre, sırf müslüman oldukları için tecavüzlere uğradılar, soykırıma tabi tutuldular. İçimiz acıdı, kahrolduk. Ama bağrımıza taş basmaktan, göz yaşlarımızı içimize akıtmaktan, dualar etmekten başka birşey gelmedi elimizden. Haklıydık,  ama haçlıları def etmeye gücümüz yoktu. Sahada olamadığımızdan masada da olamadık.

Irak’ta yaşananlara bakalım; ABD Irak’ta kitle imha silahları, kimyasal silahlar var bahanesiyle ve demokrasi götüreceğim diyerek, Irak’ı resmen işgal etti. Neticede bu işgalden, Irak’tan sonra (ekonomik olarak) en çok zarar gören ülke Türkiye oldu. “Çekiç güç“ ile, zaten kendilerinin kurdukları pkk yı da iyice palazlandırdılar. Sahada yoktuk, masada da olamadık.

Suriye’de yaşananlara bakalım; Arap baharı adını koydukları, Ortadoğuyu ele geçirme operasyonları ile, sıra Suriye’ye geldiğinde, önce deaş diye güya sünni müslüman geçinen bir zalim terörist örgütü kurdular. Bir de başına, adına orjinaline uygun bir yakıştırma olsun diye “bağdadi” dedikleri sözüm ona bir halife buldular. Bu terör örgütü vasıtasıyla çok kısa bir zaman içinde Suriye’nin önemli bir kısmını ve Irak’ın da bir kısmını işgal ettiler, ele geçirdiler. 

Hemen akabinde, taşeron örgüt olan deaş, aldığı talimatlar çerçevesinde tek kurşun atmadan aldığı tüm bölgeleri peyderpey pkk terör örgütüne teslim edip çekilmeye başladı. Aynı zaman diliminde, Barzani kuzey Irak’ta ısmarlama bir referandum yaparak bağımsızlığını ilan etmeye kalkıştı. Milyonlarca insan sınırımıza dayandı, aynı zamanda güvelik riskleri de artmaya başladı. Bıçak kemiğe dayanınca Suriye’ye girdik, sahada kazanınca masada da olduk.

Libya’da yaşananlara baktığımızda; trilyon dolarlarla ölçülen enerji kaynaklarına konmak için akdenize kıyısı bile olmayan emperyalist ülkeler, savaş gemileri ile akdenizde cirit atıyor. Hangi hakla? Şimdi biz de Libya’ya gittik yani sahaya indik ve masaya oturduk.

Son yıllarda, Doğu Türkistan’da soydaşlarımıza yapılan zulümlere cılız protestolar dışında birşey yapamıyoruz. Bir yandan uluslararası dengeler, bir yandan coğrafi uzaklık dezavantajı yanında, diğer taraftan Çin’e kafa tutacak ve gerekirse o bölgelerde de operasyon yapabilecek kadar güçte olmayışımız nedenleriyle, İçimiz acıyarak dua edebiliyoruz sadece.

Şimdi de kendi ülkemizde/sınırlarımız dahilinde yaşananlara bir bakalım; 1938’de Atatürk’ün vefatı ve hemen arkasından 1939’da 2. Dünya Savaşının patlak vermesiyle ülkemizde çalkantılı dönemler başlıyor. 

Uçak üretip ihraç eden ülke iken, fabrikaları kapatıp, adına ”Marshall yardımları” denilen “Marshall kazıkları” ile üretmekten vazgeçirilip, bir de üzerine borçlandırılan ülke haline getirildik. Her alanda tamamen ABD’ye bağımlı hale geldik.

Oysa rahmetli Atatürk döneminde, onun vizyonunda ve liderliğinde yapılan atılımlar sayesinde uçak sanayiinde de, savaş ve savunma sanayiinde de dünyada ilk 3’te idik. Sadece bunlarda mı? Hayır. Tarımda, sanayide, hemen her alanda müthiş atılımlar yapılmıştı. Ancak, Atatürk’ün erken vefatından sonra, yok edildi hepsi. Bu yok etmelerin hepsi, bilinçli, planlı ve sistematik olarak gerçekleştirildi. Güçsüz ve hareketsiz bırakıldık. Atatürk gibi geleceği okuyabilecek, risk alabilecek ve konjonktürü lehe değerlendirebilecek liderlerimiz yoktu. 

Nasıl mı? 2 somut örnekle anlatayım:

Hatay’ın Türkiye’ye katılması ve Montrö Anlaşması gibi 2 muhteşem olay, Atatürk’ün konjonktürü iyi değerlendirmesiyle ve vizyonist ve cesur liderliği sayesinde gerçekleşti. Dünyada o zaman da egemen güçler vardı, ama başardık Atatürk sayesinde.

Oysa aynı şekilde 2. Dünya Savaşı devam ederken Almanlar tarafından, konjonktür müsaitken, bize bırakma tekliflerini kabul edip Ege Adalarını alabilecekken alamadık; korktuk, risk alamadık, “alsak donanmamız yok nasıl koruyacağız” dedik, “Yunanlılarla kötü olmayalım” dedik, “Amerikalılar ne der, İngilizler ne der” dedik, “Bu Almanların bir tuzağı” dedik, adalara sahip olamadık. Oysa konjonktür müsait idi. Mesela 30 Ocak 1943’te Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü ile İngiltere Başbakanı Winston Churchill’in Adana Yenice’de bir vagonda yaptıkları toplantıda gündeme getirilip, o hengamede kotarılabilinirdi. En azından hepsini değilse bile, burnumuzun dibindekileri bari alsaydık. Konjonktürü de değerlendirerek biraz cesaret, biraz risk, biraz vizyon, biraz satranç oyunculuğu yetecekti ama olmadı.

Sovyetler Birliği ve Komünizm korkusuyla NATO’ya girebilmek için Kore’ye asker gönderdik. Kahraman ordumuzun başarıları sayesinde NATO’ya girdik. Ama NATO ile yaşanan süreçlere ve neticelerine bakılınca, bu iyi mi oldu, kötü mü oldu halen daha tartışılır.

Sonraki yıllarda, Türkiye olarak ne zaman biraz ilerleyecek olsak, iç çekişmelerle, darbelerle karşı karşıya kaldık. 

Kimi zaman sağcı-solcu, kimi zaman alevi-sünni, kimi zaman Türk-Kürt diye içimize sokulan fitneye boyun eğdik. Bu şekildeki fitnelerle kandırıldığımızı, dolandırıldığımızı, sömürüldüğümüzü, birbirimize düşürüldüğümüzü uzun süre anlayamadık.

pkk diye bir örgütü  kurup-büyütüp-donatıp başımıza bela ettiler ve tam 35-40 yıldır binlerce vatan evladımızı şehit verdik. Bu yolla, insanımızı, enerjimizi ve yüzmilyarlarca dolar paramızı çaldılar.

Daha 4 yıl kadar önce, güya dini cemaat gibi örgütlenen ancak ABD’nin maşası olduğu gün yüzüne çıkan, sinsi terör örgütü fetönün memleketi ele geçirip ABD’ye kul-köle yapması planları, milletin cesaret ve ferasetiyle son anda önlenebildi. Ancak yine birçok vatan evladı şehit oldu ve aynı zamanda yine enerjimiz ve milyarlarca dolarımız çalındı. 15 Temmuz akşamı yine sahada kazandık. Milletimizin cesaret ve kararlılığı ile çok büyük bir beladan kurtulduk.

Bütün bunlar göz göre göre nasıl oluyor? Tek bir cevabı var esasında: güçlü, akıllı ve cesur olan oyunu da kuruyor. Güce güçle, akıla akılla, plana planla karşı koyamazsanız eziliyorsunuz.

Peki tüm bunların kat’i çözümü nedir? Önce, Atatürk’ün 1919’da söylediği bir sözü burada hatırlatıyorum: “Ahmaklar! Memleketi, Amerikan mandasına, İngiliz himayesine terk etmekle kurtaracağız sanıyorlar. Kendi rahatlarını sağlamak için bütün bu vatanı ve tarih boyunca devam edip gelen Türk bağımsızlığını feda ediyorlar.”.

Ve bu inanç ve anlayışla, “Ya İstiklal Ya ölüm” diyerek kurtuluş savaşını başlatmıştı. O zaman da kural aynı idi: sahada (Kurtuluş Savaşı) kazanınca masaya oturduk. Var olmaya devam ettik.

Aradan yaklaşık 1 asıra yakın zaman geçti. O zamandan bu zamana ülkemizde ve yakın coğrafyada yaşananları yukarıda özetlemeye çalıştım.

Bize sadece 1 asır kaybettirmediler, aynı zamanda özgüvenimizi de, cesaretimizi de, yetişmiş nitelikli çok sayıda insanımızı ve gençlerimizi de kaybettirdiler. Atatürk’ün vefatından sonra, uçak fabrikalarımız da, silah fabrikalarımız da, sanayimiz de, tarımımız da bitirildi. Bunu bilerek, adım adım, sistematik bir şekilde başardılar. 

3 kıtaya adaletle tam 6 asır hükmetmiş bu asil ve necip millete “bizden adam olmaz” anlayışını kabullendirttiler ve adeta bilinç altımıza bunu ilmek ilmek nakşettiler. Kendimize güvenimizi ve üretme yeteneklerimizi kaybettirdiler. Kapasitesi yüksek nitelikli insanlarımızı, cazip imkanlarla alıp götürdüler, adına beyin göçü dediler. Hepsi büyük bir planın parça parça hayata geçirilmesiydi.

1938’den bu yana yaklaşık 1 asırlık bu dönemin sonunda, ülkemiz, (özellikle de) yakın coğrafyada “ben de varım, biz de varız” diyor şimdilerde. Yani kabuğundan sıyrılıp, aslına dönüyor bu millet.

Nerelerden gelip, ne badireler atlattığımızı unutmadan, bu günlerde yeniden şaha kalkmaya başlayan ülkemizin ve devletimizin yanında olmak, hepimizin asli görevidir.

Hükümetlere muhalefet etmek amacıyla, devlete zarar vermenin izahı da telafisi de mümkün değildir. Ayrıca, hangi hükümet olursa olsun, devletimiz-milletimiz için yaptığı tüm güzel şeyleri desteklemek herşeyden önce hem vatandaşlık görevi, hem de aklın gereğidir.

75 sene önce burnunun dibindeki adalara sahip çıkamayan Türkiye, bugün Akdeniz’in diğer ucundaki başka bir ülkeye asker çıkarabiliyor. Ve 6 ayrı ülkede de askeri üslerimiz var. Bu durum, hem güç hem de vizyon demek değilse nedir?

Sen-ben, senden-benden şeklindeki basit-vizyonsuz-zararlı ve zavallı tartışmalara takılıp kalmanın zamanı değildir, kimseye faydası da yoktur. Geçmişte bunların acısını çok çektik.

Bu dönemi başarıyla tamamlarsak, önümüzdeki 30-35 yıl içerisinde dünyada süper güçlerden birisi oluruz. Siyasi, dini vs önyargılarımız, gözlerimizi de basiretimizi de köreltmemeli. Hiç abartı ya da şaka falan değil bu.

Bunun için çok dikkat edeceğimiz 2 önemli husus var: öncelikle kendi içimizde birlik beraberliğimiz, dayanışmamız ve yardımlaşmamız artarak devam etmeli; diğeri de sessiz ve derinden oldukça akıllı gelen Çin ve ne zaman ne yapacağı belli olmayan Rusya ile son derece dikkatli ve kontrollü bir şekilde devam etmeliyiz. İnsiyatif her daim mutlaka bizde olmalı.

Netice itibariyle, hem kendi ülkemizde, hem de yakın coğrafyalarda başarmak, güçlü bir şekilde var olmak zorundayız. Dünyadaki mevcut konjonktür, bizim için bir şanstır. Bunu lehe değerlendirmeye devam etmeliyiz ve başarmalıyız. Eğer başaramazsak, 1 asır daha kaybederiz. Hepimize ve nesillerimize yazık olur.

Başarmak için, hem sahada hem de masada güçlü olmak gerekiyor. Şu bir gerçekki, sahada kazanmadan masada yer bulamıyorsunuz.

Selam, saygı ve dua ile!..

Yorumlar (6)
Şükrü Toptaş 4 yıl önce
Çok güzel konulara temas etmişsiniz sahada olmadan masada olunmaz başarıların daim olsun sizleri yüksek makamlarda görmek enbuyuk arzumdur Allaha emanet olunuz
Şükrü Toptaş 4 yıl önce
Çok güzel konulara temas etmişsiniz sahada olmadan masada olunmaz başarıların daim olsun sizleri yüksek makamlarda görmek en buyuk arzumdur Allaha emanet olunuz
Recep KOÇER 4 yıl önce
Amiin... Sayın Müsteşarım. Rabbim; İnşaAllah, Devletler muazehanesinde Türkiyemizi hak ettiği yere gelir. İç barış çok önemli. İçeride bir olursak; Dışarı'dan, çok etkili olamazlar. Hukuk öncelikli işimiz olmalı. Yabancı sermaye güvenli limanlara demir atarlar. Selam ve saygılar. Sağlıcakla kalın.
Derya Demir 4 yıl önce
Muhteşem yorumlamışsınız harika bir analiz tebrik ederim
Ahmetim48 4 yıl önce
Eline, diline, yüreğine sağlık canım kardeşim.
Ahmetim48 4 yıl önce
Eline, diline, yüreğine sağlık canım kardeşim.
12
az bulutlu