banner4
09.05.2021, 12:47

Din Olgusuna İnsanın Dokunuş Süreci

Biz düşün insanları, sözün kalıcılığına inandığımızdan ötürüdür ki, muhataplarımıza ulaşabilme saikiyle zaman zaman değişik platformları kullanabilmekteyiz. Bu nedenle ara sıra kendimizin hem bilimsel bir metodoloji bağlamında ve hem de serbest düşünce kanallarında test edip ilerlemekte olduğumuzu fark edebilmekteyiz. Zira sözün gücü ile güçlü sözün olası kanalları bu iki arterde son derece etkin bir havuza dönüşebilmektedir. Mü’min bir zekânın ürünleri olmakla, bütünüyle “Kur’anî perspektif” denilen bütüncül yaklaşımı merkeze alan çalışmaları yapmak, sorumlu insan ve inanan birey olmaklığımızı teyit etmektedir.

Mamafih mü’min tasavvurun merkeze aldığı “vahyin bütünlüğü” kabulü, her türlü söz içerisinde hak sözü bulup çıkarma sorumluluğunu bize vermektedir. Sünnetullah yasalarıyla düzenlenmiş olan bir alanda yaşamanın verdiği avantajla, bu yasaların işlevselliğini adeta devre dışı bırakmakla kalmayıp, kendince yeni bir dünya kurmuş olan ilm-i ledün ya da ledün ilmi olgusunu irdelemek üzere farklı bakış açıları geliştirmek zorunludur. Öyle ki dünya üzerinde bu yaklaşımı hakikatin kendisi gibi gösteren ve sadece Müslüman ekollere has olmayan bir tarzda oldukça güçlü dindarlıkların olduğunu unutmamamız gereklidir. İşbu nedenden ötürü tanrısal gücü dilin sınırlarında anlatmaya çalışan farklı söz kümelerinin bu anlatılarında vahyin olgusallıklarına özenle dikkat etmesi beklenir.

Hayatın bütünlüğünü merkeze alan her düşünce eğiliminin kaleme alınmış olan sözel zenginlikleri, tabiidir ki hakikati eşyanın sırtına yükleyen irade gereği dünya gerçekliğine yakın durması beklenir. Görüldüğü kadarıyla, insanı eşyayla yakın temasta tutan ve hakikat arayışında oldukça güçlü malzeme sunan konu hakkında son derece zengin bir literatür de bulunmaktadır. Hatta insan-eşya münasebetini her daim gündemde tutan bu olgu ve de kavramın üzerinden farklı dünyaların inşâ edildiğine rastlamaktayız. Neredeyse düşünce geleneği olan her ekol, sünnetullah/olgusallık/farklı gerçeklik kavramın vahyî kullanılışını değil, süreç içinde vahyî bildirimlere eklemlenmiş olan yan anlamları ve bu anlamları hakikat yerine koyan dinsel bakışı merkeze almıştır. Doğaldır k bu kayma, peşi sıra getirdiği pek çok sorunun yanında, değişik düşünce odaklarına uygun yeni hakikat algıları ve farklı doğruların gündeme gelmesine de güçlü bir zemin hazırlamıştır.

İnsan, doğa ve yaratıcı üçgeninde akıl, gözlem ve tecrübeye destek olan bu konunun tarihsel süreçte aldığı şekille ilgili olarak son derece zengin bir birikim olmasına rağmen, bu literatürün beşerin hayat hikâyesinde her daim ve mutlak manada “sağlıklı düşünme” formunu üretmediği ortadadır. Bu eksikliktir ki, yeryüzünde son derece değişik bir tanrı algısı ortada durmaktadır. Adeta herkes, hakikatin peşinde koşmak varken kendine uyan bir tanrı imajı oluşturmakla meşgul olmuştur. Müslüman dünyada da oldukça etkin olan bu bakış açısı, kutsallığın devrede olduğu her aşamada açıkça görüldüğü veçhile, Kur’anî tutarlılık gözetilerek kaleme alınmadığı kesindir. Binaenaleyh uzun zamandır bahsedilen tutarlılığı gündeme getirmek bile “sapkınlık” olarak tezâhür etmektedir.

Ve dahi, beşerin genetik kodlarıyla uyumlu bir şekilde inzal edilen din olgusunun beşerin dindarlık formatlarında değişime uğraması akabinde yeni dindarlık niteliklerinin devreye girdiği söylenmelidir. Hatta eldeki çalışmaların vahyin ne dediğini gölgeleyecek denli insan üretimlerini kapsadığı bile söylenebilir. Bu konuda daha mâkul ve daha ilkesel duruşu olması gerekenlerin ise, geleneğin kuşatıcı evreninden kurtulamadıkları aşikârdır. Hz. Adem’den itibaren hemen her devirde bariz bir şekilde örüldüğü veçhile, “hak din” olgusunun zamanla “geleneksel din” olgusuna evrilmesi süreci de bu şekilde tamamlanmış gibidir.

Dün olduğu gibi bugün de tevhid olgusu ve bu olguyu hayata taşıyan her çeşit ilmin mü’mine kazandırdığı feraseti kulak ardı ederek onunla uyumlu olmayan dindarlıkların pazar bulduğu bir dünyada yaşamaktayız. Bahsedilen yapay dindarlıkların eseri olarak, vahyî kültürel kabuller üzerinden konuşturmayı tercih eden büyük bir kitlenin varlığı da apaçık ortada durmaktadır. O itibarladır ki, bütün sözleri dinlerken en iyisini bulma adına kimin hangi bakış açısı ve ilkesel duruş noktasından meseleyi ele aldığını asla göz ardı etmemeliyiz.

Düne dair oldukça güçlü bir kaygı olan, konu hakkında söz sahibi olan disiplinlerin mensuplarının yarım ağızla konuşması gerçekliği bir yana, suya sabuna dokunmadan temizlik yapan bazı çevrelerin seslerinin duyulmaması da büsbütün bu gerekçe sebebiyledir diyebiliriz. Hem onlar, sanki seslerinin kayıt edilip yeniden değerlendirilmeye tabi tutulacağını bildiklerinden ötürü her kesimden duyulmamasını ister gibidir. Karından konuşmanın geleneksel söz söyleme edimi hâline geldiği bu süreçlerde, neredeyse her kesim, hâkim görüş hâline gelmiş bulunan değişik, fantastik ve de vahyin etkinliğini daraltan indî yorumların bir adım gerisinden meseleye dâhil olmuşlardır.

Konunun daha sağlıklı anlaşılması adına devrede olması gereken anahtar kavramlar, insanın düşünce üretme becerisine katkı sunması beklenir. Bir yanda vahyin bilgi üretme süreçleri dururken, diğer yanda ilm-i ledün, bilge kul, Hızır-Mûsa ilişkisi, metaforik anlatımlar, üretilen kıssa alanı ve temsîlî anlatımların gücü adeta düşünsel bir savaşım vermektedir. Bu denli çatışma alanları dururken, Müslüman zihni hakikate ulaştırma amaçlı dile gelen sözlerin her daim meramı anlatmak için yeterli kanaatin oluşmasında yetkin bir kaynak olabilir mi kaygısı ise, farklı dindarlıkların oyun alanında güçlenmesi akabinde vahyin sesinin duyulmaz olduğu bugün için daha güçlü bir şekilde hissedilmektedir.

Biz biliyoruz ki, Yüce Allah, yaratılan olguyla iletişimi olan ttanrısal dilin zaman zaman kulları muhatap alması sürecinin hemen akabinde etkin ve de kalıcı bir diyalog ortamı yaratıldığı söylenmelidir. Mamafih Yüce Allah’ın sonsuz ve de sınırsız olan ilim ve gücünü insanların anlayacakları forma sokma çabası, Hz. Âdem’den itibaren insanlığa rehber olan vahyin temel amacıdır diyebiliriz. Görebildiğimiz kadarıyla bu konuda iki şey son derece dikkate alınmıştır. Bunlardan ilki, vahyin beşer dilinin sınırlarında konuşlanması, ikincisi de vahyin öğretmenlerinin dilin sınırlarında tebliğ yapmış olmasıdır. Hem vahiy ve hem de örnek şahısların çabası neticesinde, vahye muhatap olan sıradan insanların yakından anladığı ve bahsedilen şeyleri kavradığı olumlu bir süreç yaşanmıştır.

Tarihsel fotoğrafa baktığımızda emin olduğumuz bir şey varsa o da, kendisini vahyin mirasçısı olarak lanse eden her nesil, belirli bir kalıpta gelen o dilsel anlatıyı donuklaştırıp tek hakikat hâline getirmeden rahat edememiş gibidir. Ve dahi bu nesiller, kendi kurguları bağlamında ondan yararlanmasını bilmişler, bununla da yetinmeyip kendileri de anlama çabası adına yeni bir şeyler eklemişlerdir. Sonuçta ortaya çıkan dindarlıkların birey ve toplumların inşâ sürecinden geçtiği bilinmelidir. Bu inşânın ise ana plana ne kadar sadık kaldığı hususu ise, dindarlıkların bu denli sorun çıkardığı dünyamızda oldukça kuşkulu durmaktadır.

İnsanın Yüce Tanrı ile kelam etmesinin değişik versiyonları olduğunu bilmek lazımdır. Vahye doğrudan muhatap olan bizler, tıpkı bizim gibi vahye doğrudan muhatap olan geçmiş kişilerin anlayışlarını yakından görmek, değerlendirmek, gerektiğinde eleştirebilmek ve de sonuçta kendi katkılarımızı da ortaya koymakla mükellefiz. Bu işi yaparken unutmamamız lazımdır ki, beşer dokunuşları üzerinden değişimi söz konusu olmayan temel ilkeler dışında değişebilir olanlar konusunda insanların sözel ve pratik anlamdaki değerli katkıları, dinin kendi çağında yaşama imkânını devreye sokmuştur. İşbu nedenden ötürü, din denilen hitap manzumesi, geçmiş örneklikleri de dikkate almak suretiyle her devrin içinde yaşayabilecek bir esnekliktedir. Bir dinin yaşayan temel ilkeleri ne denli genel özellik taşırsa, zaman ve zemine göre o dinin değişebilir olan yorumları da o denli canlılığını koruyabilir.

Sadece Müslümanların değil, neredeyse bütün din ve ideolojik yapılanmaların tarihsel tecrübeleri göstermektedir ki, bir noktadan sonra Yüce Allah’ın ne dediğinden çok, O’nun dediklerinin insanlar tarafından nasıl anlaşıldığı daha merkezî bir konuma yerleşmektedir. Bu konuda hemen her düşünce geleneği masum sayılamaz. Süreç içinde yaşanılan örnekliğimiz üzerinde bir anlamda “iz sürme” şeklinde öne çıkan çalışmamız, ilâhî vahyin insan tarafından nasıl da olduğundan farklı algılanabileceğine dair bazı tespitler üzerine inşâ edilmiştir. Üstelik kendi dinsel anlayışımızın beşerî katkılarını görme adına turnusol vazifesi gören bu konu, hâlen canlılığını korumakla beraber, “dinî yorum” ve “dinsel bakış” dediğimiz olguları da derinden etkilemektedir.

Sunum ile olgu arasındaki benzerliği görememenin güçlü bir faturasının olduğu bilinmektedir. O yüzden vahyin örneklik olması bakımından bize sunduğu her yaşanmışlık, koskoca bir geleneğin kendisine siper edindiği olgu olan Hz. Mûsa ve Bilge Kul/Hızır kıssasında olduğu gibi, anlatım amacının tamamen dışında farklı bakmanın sadece kelâmî değil, itikâdî anlamda da pek çok inanış ve sorunları beraberinde getirdiği bilinmektedir. Özellikle gnostik, okültik ve sûfi çevrelerde ilâhî vahye karşı oldukça değişik bir bakışın yaşamasına neden olan çizgi dışı yorumların kaynağının bütünüyle ilgili kıssa olmuş olması, bahsedilen zihnî anlayışın dönüşerek imanî bakışları etkileyen oldukça etkin bir yapısının olduğu söylenebilir.

Ancak bizim yapacağımız şey, vahye temelinden aykırı olan bu bakışa tarihsel kabulleri merkeze alarak cevap vermekten çok, vahyin ve dilin sınırlarında bahsedilen olgudaki açık hakikati ortaya koymaya çalışmak, belki de beşerin olguyu anlama becerisine katkı sunacaktır. Bundan gerisi ise, yaşanan olgu ile aktarılan olgunun farklı oluşunu dert edinen ve konuyu ilkesel tutarlılık merkezinde ele alan kişi ve grupların tercihlerine kalmış olup, akabinde “vahye göre hıza alma” şeklinde tutarlı davranış değişikliği iradesinin ortaya konulup konulmaması tercihidir.

 Geçmişin sorun çıkaran bagajlarından kurtulmadan ya da dine ilave edilmiş olan fazlalıkları elden çıkarmadan vahyin ne dediğinin saf bir şekilde anlaşılamayacağı ise, yaşanmış diğer tecrübelerle sabit olan bir durumdur. Günümüz dindarlıklarını bu açıdan yani “eklemlenmiş dindarlıklar” olarak görmek gerektiği hususu ise, sadece Müslüman gelenek üzerinden değil, bütün dindar gelenekler üzerinden gidilerek ulaşabileceğimiz oldukça gerçekçi bir netice gibi durmaktadır. O kadar ki, bu katkıyı görebildiğimiz ölçüde gerçek din olgusuna ulaşabileceğimizi de akıldan çıkarmamalıyız.

Yorumlar (2)
Ahmet Hamdi Bener 3 yıl önce
İşin özü şudur: Şeriattan kıl kadar ayrılan, tarikattan dağ kadar ayrılır.. Ancak burda tarikatları şeriata engelmiş gibi bir hissiyata dokunuluyor.
unutmamak gerekir ki hakikat ulaşmanın mahlukat adedince tariki vardır. Bu görülürse birlikten/aynı dilden/aynı kavramlarla konuşulduğu görülür. Nasrettin hocanın ana damdan düşen birini getirin demesindeki sır da budur.
Hasan Gözütok 3 yıl önce
Emeğine sağlık hocam sabrederek okuyan alacağını alır
12
az bulutlu