banner4
15.11.2019, 07:49

ÇIKIŞ YOLU: HUKUK

Batı uygarlığının moderniteyedönüşümü ile beraber simgesel bir hal alan toplumsal sözleşme, günümüzün devlet ve halk ilişişini tamamlamak ve tanımlamak adına bir rehber olma bütünselliğini taşımaktadır.

Thomas Hobbes,  Jhon Locke ve Jean Jacques Rousseau’nun toplumsal sözleşme teorileri, doğa halinde yaşamanın artık mümkün olmadığını, sürekli savaş halinden çıkmanın zorunluluğunu, yaşam, mülkiyet ve özgürlük üzerindeki tehditlerin kaldırılması gerektiğini açıklar.

Bu teorisyenlerin esas gayesi, insan özgürlüğünün ve güvenliğinin sağlanması için mücadele etmektir.

Bu temel mücadele, yüzlerce yıl öncesinden günümüze aktarıla gelmiş ve nihayetinde modern devlet algısını ve yapısını ortaya çıkarmıştır.

Ancak bu paradigma, her ne kadar varlığını devam ettirse de, özgür yaşama iradesi ve ortak toplum anlayışı, bazı toplumlar ve devlet yapıları açısından henüz tam anlamıyla gerçekleşmiş değildir. Gerçekleşmediği gibi emperyalist güçlerin buna izni de olmamıştır.

Uygar toplumlar, doğa halinde yaşamdan sıyrılabilmek ve belki de idealarını zenginleştirebilmek adına pek çok mücadeleden geçerek toplumsal sözleşme fikrinde birleşmişlerdir. Bu fikirsel temelden uzak kalan toplumlar ise, bir arada yaşama iradesinin emrettiği hukuksal koruma ve demokratik sistemlerle yönetilme şeklini almamışlardır.

Evrensel hukuk ilkeleriyle yönetilen toplumlar, hukuk normlarının en temel verilerini ve hükümlerini kendi yaşam alanlarına ve devlet sistematiğine yerleştirmeyi de başarabilmişlerdir. Bu çatıdan uzaklaşan diğer toplumların hepsi aslında doğa halinde yaşam dediğimiz sürekli savaş halinden asla kopamamışlardır.

Bunu fırsat bilen emperyalist güçler, tüm karanlık savaşımlarını bu topraklar üzerinde gerçekleştirip kanlı emellerini de bir bir gerçekleştirmiş oldular.

Müslüman coğrafyasına kader diye pompalanan bu savaşların temelinde çok açık bir şekilde emperyalist ve sömürücü güçlerin aktörleri ve bu aktörlere figüranlık yapan siyasi aktörler vardır.

Çünkü Müslüman coğrafyasının kendisine has evrimsel bir demokrasi sistematiği gerçekleşmediği için bu coğrafyaların tamamı tüm tehditlere açık hale gelmiştir.

Dolayısıyla bu tarz coğrafyaların rengi ne ise, açlıkla boğuşan Afrika’nın, demokrasiden uzak kalmış doğu ülkelerinin, Filistin’in, Irak’ın, Suriye’nin ve dahi tüm Ortadoğu’nun rengi de odur.

Toplumsal sözleşme ruhunun devlet sistematiği içerisinde sağlanmaması, hukuk devletinden uzak kalan bir yönetime de açık kapı bırakır. Bu durumun dünyada da pek çok örneği ve korkunç travmaları mevcuttur.

Aslında genel seyirde gerçekleşen bu tablonun rengi bu olmasına karşılık aslında özelde de Türkiye’yekarşı emperyalist ve sömürücü güçlerin hegemonik saplantıları sonucu sitemin özü bu şekilde renk almış veya aldırılmıştır.

Bunun iki temel nedeni vardır:

Birincisi;

Temel siyasi metinleri, felsefik dönüşüm ve değişim imkânlarını ortaya koyabilecek kabiliyeti ve mahareti olan ülke insanlarının, aydınların, ilerici ve demokrat solcuların, değişim ve dönüşümü birlikte kurmayı arzu eden ve yapıcı tüm eleştirilere açık olan milliyetçilerin, ahlaklı Müslümanların Türkiye’yi çağdaş hukuk normuna yükseltme iradeleri sürekli ve bilinçli bir şekilde engellenmiştir.

İkincisi;

Sürekli bir korku hegemonyası yaratılarak faşizan ve ırkçı yaklaşımlarla tek tip düşünce sistemlerini onaylayan ve bunu topluma dikte etmeye uğraşan askeri vesayetlerin, demoklesin kılıcı gibi karanlık yüzünü, 27 Mayıs, 12 Mart, 1980 Askeri darbesi, 28 Şubat süreci ve 15 Temmuz katliamıyla göstermesi ve evrensel hukuk normlarının kalıcı olarak yerleşmesinin engellenmesidir.

Dolayısıyla batı uygarlığının moderniteyeevrilmesi hukuk ve demokrasiyi içselleştirerek devlet mekanizmasını kurması hiçbir şekilde bizim gibi ülkelerde nihayete ermemiştir.

Zira hukukun çatısı altında birleşmeyi başaramamış devlet yapıları hiçbir zaman çağdaş evrensel hukuk çizgisine ulaşamaz.

Hukuk; dili, dini, ırkı ve mezhebi, siyasi düşünce ve inancı ne olursa olsun tüm herkese eşit bakabilmeyi gerçekleştiren muhteşem bir zırhtır.

Biz o zırhı deldiğimizde toplumun ve devlet sistematiğinin yapısını da çökertmiş oluyoruz.

Bu hukuk zırhının delinmemesi için, yargının tümüyle bağımsız olması ve özgürlüğü temel alması gerekir.

Adaleti,Ömer’den öğrenen bir geleneğin ve ahlakın hukukla hemhal olması kaçınılamaz bir doğal gerçekliktir.

Adaletten uzaklaşan bir yargının elinde, haksızlığın mühründen başka bir şey olamaz.

Binlerce mağduriyet yaratan bu gevşek yargının toparlanması özüne ve vicdanına dönmesi elzemdir.

Çok açıktır ki;

İnsan hak ve özgürlükleri ancak ve ancak hukuk devletinin bünyesi ve yöntemi içerisinde varlığını koruyabilir.

Varlığımız hukuka bağlı kalmaktan geçiyor.

Yeni bir toplumsal sözleşme ruhunu ortaya koyma irademizin var olması gerekliliği, su götürmez bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır.

Çıkış yolumuzu hukukta aramaktan başka çaremiz yoktur.

Yorumlar (3)
İlhan 4 yıl önce
Kardeşlik temelli inşa edilen hukuk erdemdir , vicdandır .
Başarılar..
Memun Sekin 4 yıl önce
Çıkış yolumuzu hukukta aramak.Gerçek manada hukuk devleti olmak...
Memun Sekin 4 yıl önce
Adaletten uzaklaşan bir yargının elinde,haksızlığın mühründen başka bir şey olmaz.Çok güzel ifade edilmiş tebrikler...
12
az bulutlu