banner4
17.05.2020, 13:41

MAZLUMUN ZULMÜ !

Çok garip, tuhaf ve çelişik bir başlık mı buldunuz? Ya da tezahürüne dair bir mümkünsüzlük iddianız mı var? Yani mazlumun zulmüne akıl mı erdiremiyorsunuz ?daha bir sürü soru ile sizin gibi bakabilir, duygularınıza tercüman olacak bambaşka sorularla zenginleştirebilirim.

Ama sorduğum bütün soruların çeşitliliğini de sadece bir tek yaklaşım ile boşa çıkaracak ve mazlumun da zulmünü ya da mazlumun zalimliğini ete kemiğe büründüreceğim.

Yirmi sekiz şubat sürecini bizatihi yaşamış ve akıl almaz zulme muhatap olmuş bir kişi olarak somut yaşadıklarım ve şahitliklerimden hareketle hiç kimsenin endişe ve kuşkusuna mahal vermeyecek bir saptama yaparak diyorum ki, bir mazlum taraf vardı ve haliyle bir de zulmeden…

Zalim, gecenin bir vakti bir kapıya, sabaha karşı bir başka kapıya, öğlen, akşamüzeri…

Dalından elma koparılır gibi kişiler anasından, eşinden, babası ve çocuklarından bir bir çekip koparılıyor ve vicdanı harab eden davranış ve sözlü zulümler yaşanıyordu. Alınan ve götürülenler terörle mücadele (!)ekipleri ile muhatap oluyor ve terörist muamelesine mahkûm ediliyorlardı.

Ne zulümdü ama !

Hakikaten zalimlerdi ve zulmediyorlardı halka. Benimle birlikte alınmış kadın ve erkek muhafazakâr kesime en olmadık sözlü ve fiili ahlaksız muameleler reva görülür, sözlü ve fiili her türlü istismar yapılıyor ve bütün bu onur kırıcı istismarlar yerini işkencelere bırakıyordu.

Ne zulümdü ama

Zalim, bütün bunları yaparken kendince bir çıkış noktası ortaya koyuyor çağdaşlık diyor, muasır medeniyet diyor, ilkel, gerici, irtica, mürteci diyor ve her türlü zulmü reva görüyordu. Kendi çıkış noktasından hareketle kendisini son derece haklı bir konuma getiriyor ve dolayısıyla yaptıklarını da zulüm kapsamın da değerlendirmiyordu.

Hal böyle olunca mevzu zalim ve mazlum kapsamından çıkıyor yasal ve gayri yasal zeminine indirgeniyor ve olay bir anda meşruiyet kazanıyordu !yani zulmün meşruiyeti

Öyle ya!

Birileri bir takım taleplerde yani yasadışı taleplerde bulunuyor ve bulunduğu bu talepler de devletin,değiştirilmesinin teklifinin dahi mümkün olmadığı bir takım maddelere savaş ilan etmiş oluyordu. Bakar mısınız halt etmenin büyüklüğüne !?

Böylesi vahamet arz eden bir istek ve talep, devletin güçlü kollarının ve ayaklarının altında ezilmeyi de hak ediyordu. Dolayısıyla yapılanlar zulüm değil! Yasadışı bir istek ve bu istek için yapılan eylemlerin haklı olarak cezai müeyyidesi kapsamına giriyordu.

Zalim, zulmettiğinin farkında olmamasından (!) dolayı mazlum, mütemadiyen ve her seferin de daha bir duygusal tonda hak diyor, hukuk diyor, adalet diyor, insan onuru diyor, inanç özgürlüğü diyor, insan hakları diyordu!

Yerel mahkemelerde yargılanırken de hak, hukuk, adalet, insan hakkı, insan onuru, yaşam hakkı ve inanç özgürlüğü gibi son derece doğru, yerli yerinde ve alabildiğince kıymetli kavramları ardı ardına serdediyor ve aynı zaman da kendisi için yapılan bu zulmü dünya insan hakları mahkemesine kadar da taşıyordu.

Hem nasıl taşımasın ki? Talep ettiklerinin tamamı onun en doğal hakkı idi ve bu hakkın gasp ediliyor olması yetmezmiş gibi her türlü istismar ve işkenceye de muhatap olmaktaydı. Böylesi bir zemin de hak, hukuk, adalet, insan onuru, inanç özgürlüğü gibi kavramların bu denli canlı tutulmasından ve her platformda üzerinde basıla basıla dillendirilmesinden daha doğal ve doğru ne olabilirdi ki?

İnsan, ders ve ibret almak gibi bir amaç ve tıynet taşıyor olsaydı ve aldıklarını da insan ve yaşamın huzuruna vakfetmiş olsaydı, Cennetin bu dünyada tezahürünü kolaylıkla başarmış olacaktı. Ama gel görün ki güç zehirlenmesi bir kez daha devreye girmiş ve yaşanılmış ve elbette kazanılmış onca kıymetli tecrübe, her zaman olduğu gibi yine çöp sepetine gönderilmişti.

Ve mazlum sahneye çıkıyor!

O sürecin mazlumu olan zümre ve zihniyet gücü ele geçiriyor ve icraatın başına geçiyordu. Yaşadığı onca zulüm ile muktedir oluşları arasında öyle uzunca yıllar geçmemiş ve yaşanmış onca haksızlıklar, hukuksuzluklar, insan onur ve şerefine yapılmış onca mütecaviz girişimler, hala sımsıcak durmaktaydı.

Bütün bu sıcaklıktan dolayı önemli kazanımlar elde etmiş ve bir de inancının kendisine yüklediği sorumluluk bilincini de eklemlediği anda insana ve insanlığa son derece kıymetli söylemleri ve eylemlerini hayata geçirecekti.

Zaman ilerliyor ve mevcut yerini daha bir muhkem hale getiren muhafazakâr kesim, güce sahip olmakla birlikte yavaş yavaş mevzisini yani durması gereken yeri terk ediyor, değiştiriyor, dönüştürüyor ve başkalaşıma tabi tutuyordu.

Değişen sadece mevzi değildi. Dönüşen, başkalaşıma tabi tutulan şey, belki de en kıymetli ve en güçlü silahı olan hak, hukuk, adalet bilinci ve sekülerizme dair ortaya koyduğu itiraz şuuruydu.

Değişim ve dönüşüm öylesine hızlı şekilde devam ediyordu ki, bu değişim ve hızına kendisi dahi ayak uyduramıyor, çıkılan nokta ile gelinen nokta arasında ki makas farkı baş döndürüyordu. Düne kadar her platform da ve üstelik üzerine basıla basıla dillendirilmiş bütün değerler yok paraya satılıp heba ediliyordu.

Dünyanın bir oyun ve oyalama yeri olduğu vurgusu, insanın fani olduğu vurgusu, mal ve mülkün cezbedici olduğu ve dolayısıyla çok ciddi bir tehlike barındırdığı uyarı ve ikazları unutulmuş ve inancın çizdiği bütün kırmızı çizgiler bir bir ve pervasızca aşılıyordu.

 Oysa Allah’ın haddi aşanları sevmediği uyarısı da az tekrarlanmış değildi…

İddiamızdan yani en güçlü olduğumuz, en haklı, en doğru olduğumuz ve her defasında alabildiğince tekrar ettiğimiz ne varsa bütün bunlarla, yani kalbimizin tam orta yerinden vuruluyorduk. Bütün bunlardan daha acı ve utanç verici olan neydi biliyor musunuz? Kalbimizden vurulurken dahi hiçbir şey hissetmiyor oluşumuzdu. Yani aslın da vurulan bizler değil değerler vuruluyor, anlam vuruluyor, hak, hukuk, adalet vuruluyor, insan olmaktan kaynaklı onur, haysiyet, kimlik, kişilik vuruluyordu.

Tarih ve yaşanılmış onca şey alabildiğince canlı ve sımsıcak bir halde tam orta yerde duruyorken bütün bunlar yaşanıyordu.

Mazlum ile zalim, zulüm ile hak, hukuk ve adalet kavramları birbirine girmiş ve artık kimsenin kimseden bir farkı kalmamıştı.

Dün olduğu gibi şimdikiler de kendilerini haklı bir konumda görüyor ve sabahın bir vakti kapısına dikildiği kişileri rahatlıkla ve üstelik gayet anlamlı bir yerde konumlandırıyor ve dolayısıyla kendisi ve uygulamalarına da haklı bir meşruiyet kazandırıyorlar.

Bir an için kendilerini ve karşı tarafı konumlandırma ve tasnif işleminin haklı ve doğru olduğunu kabul edecek olsak bile hak, hukuk, adalet, insan hakkı, inanç özgürlüğü gibi değerlere ne oldu…!

GENE YAZIK ETTİK…

Yorumlar (0)
12
az bulutlu