banner4
10.04.2020, 12:13

ADALET, ÖZGÜRLÜKTEDİR...

“İnsan, davranışlarında ne kadar özgürdür?” sorusu, felsefesinin temel sorunlarından biridir.

Özgürlük, kişilerin kendi bilinçli irade ve hareketleriyle, neticelerini bilmesi, bu doğrultuda her türlü dış etkiden uzak kendince karar vermesi ve eylemde bulunmasıdır, denilebilir. Sorumluluk ise; kişinin özgür iradesiyle yaptığı iradi davranışın sonuçlarını bilerek buna katlanmasıdır. O halde sorumluluk, özgür iradeyle birlikte vardır, özgürlüğün olmadığı yerde sorumlulukta yoktur.

Özgürlük, başlı başına insan haklarının en temel değerlerinden biridir. Doğal haklar düşüncesinde, “devletin, müdahale etmemesi gereken haklar” sınıfındandır. İnsanlar, başkalarının özgürlüklerine zarar vermedikleri müddetçe, dileğini yapmak ya da yapmamak hürriyetine sahiptir. “Özgürlük” konusunda devletin, ‘sana özgürlüğünü veriyorum’ diyecek bir rolü bulunmamaktadır. Hak düşüncesinde ise devlet, bireye haklarını vermekle görevli, aynı zamanda sorumludur.

Devletin varoluş sebebi nedir?.. Çoğu filozoflar bunu, “insanın doğal haklarını ve özgürlüklerini korunmasıdır” diye tanımlamışlardır. Bu özgürlük hakkı içinde bireyler, düşüncelerini ve kanaatlerini, devletin bir baskısı altında olmaksızın, serbestçe ifade ederler.

Gerek özgürlükler, gerekse haklar, tarih boyunca mücadele ile kazanılmıştır:

R. Overton 1600 yılında, “Herkese başkaları tarafından ihlal edilemeyen ve zorla ele geçirilemeyen doğal bireysel hak ve özgürlükler verilmiştir. Herkes, kendisine ait hak ve özgürlüklere sahiptir ve hiçbir kişi, doğal ilkelere saldırılmaksızın ve bu ilkeler ile insanlar arasındaki eşitlik ve adaletle ilgili kurallar açıkça ihlal edilmeksizin, bu hak ve özgürlüklerden mahrum bırakılamaz: hiçbir kişi benim hak ve özgürlüklerim üzerinde bir yetkiye sahip değildir; ben de başkalarının hak ve özgürlükleri üzerinde bir yetkiye sahip değilim; bir birey olarak kendime ait olan hak ve özgürlükler üzerinde yetki sahibiyim” deme ihtiyacı hisseder...

Aynı yüzyıllarda yaşamış B. Spinoza da (1670) “Hiçbir insan aklının, bütünüyle başkalarının iradesine girmesi mümkün değildir; hiçbir kişi kendi rızasıyla özgür bir şekilde karar verme doğal hakkını başkasına devredemez ya da böyle bir şey yapmaya zorlanamaz. Bu nedenle, ‘aklı kontrol altına almaya çabalayan’ devlet zalim olarak kabul edilir. Neyin doğru olarak kabul edileceğini, neyin yanlış olarak reddedileceğini ve ibadetlerinde hangi fikirlerin insanları harekete geçireceğini belirlemeye çalışmak, ‘egemenliğin kötüye kullanılması ve yönetilenlerin haklarının gasbedilmesi’ anlamına gelir. Bu konuların tümü, insanların kendi rızaları ile bile feragat edemeyecekleri doğal hakları arasında yer alır. Devletin görevi, insanı rasyonel bir yaratık olmaktan ‘bir kuklaya ya da hayvanca davranan birine dönüştürmek’ değildir; bunun aksine, güvenlik içinde aklını ve fiziksel varlığını geliştirmesine ve aklını zincirlerini kırmada kullanmasına olanak sağlamaktır, insanlara ne kini, öfkeyi ve hileyi ne de hasedi ve adaletsizliği göstermek değildir. Aslında, devletin gerçek amacı, özgürlüktür” diyecektir.

Gel gör ki iyi huyun kazanılması nasıl uzun süreli davranış alışkanlıkları gerektirmekte ise, doğal hakların varoluş sebeplerini anlamakta, birey ve devlet için ciddi “hukuk kültürü tekrarı” gerektirmektedir.

Yaşadığı toplumda ‘özgürlüğün olmadığını’ gören J.J Rousseau, (1762): “İnsanlar özgür doğarlar ama her yerde boyunduruk altındadırlar. Birisi kendisini ‘diğerlerinin efendisi’ olarak görebilir; ancak, o aslında en büyük köledir. Bu değişim nasıl meydana gelmiştir?...Bilmiyorum, Bunu ne meşru kılmıştır? Bu soruya cevap verebileceğime inanıyorum” diyerek, insanın özgürlüğünü, “istediği her şeyi yapabilmesinde değil, istemediği hiçbir şeyi yapmamasında” görmüştür.

Batı düşünce dünyası J.J Rousseau’nun toplumsal sözleşme kuramı ile oluşturduğu ‘genel irade’ teorisinin de eleştirisini, eleştirinin eleştirisini yaparak: “Yurttaşa, genel irade adına ‘atıl’ dediği tehlike üstünden, birey yargı yürütemez hale geldiğinde; Hükümdar, ’devlet için çıkar yol, senin ölmendir’ dediğinde, yurttaş neden ölmek zorundadır? Bu halde ‘yurttaşın kazandığı hak ve özgürlüklerin bedeli’ niçin ödenmek zorundadır? Egemen karşısında boyun eğen birisi, boyun eğdiği için kazandığı hak ve özgürlükleri ancak ‘egemenin belirlediği kamu yararını aşmayan’ isteklerle mi sınırlandırmalıdır? Koşulsuz itaat isteyen egemene karşı, alınan haklar bir ‘lütuf’ mu sayılmalıdır? Öyleyse, ‘köle ahlakı’ denen şey nedir? ‘Özgürlük, genel irade’ bunun neresindedir!..” diyerek sorular sormuşlardır.

Şu halde, özgürlük üzerine düşünmeye devam ettiğimizde, çatışmadan uzak, uyumlu bir toplumun ancak “gerçek özgürlüklerle” kurulabileceği görülmektedir. Zira özgür insanla, köleler arasında, bir ’fark olması’ gerekir. Aksi halde, ‘yalnızca birinin buyruğu altından, diğerinin buyruğu altına girmek’ sözkonusu olacaktır. Özgürlük olmadan; yani ‘iyi ve kötü arasında bir tercih hakkının olmadığı’ durumda ise insanlara sorumluluk yüklemek, bir vebaldir ki bu ‘sorumluluk dayatmasından’ kaçınılmalıdır.

Batılı düşünürler bu noktada ‘eleştirinin acımasız mektebinde’ karşılıklı konuşmaya devam ederler: Treitschke (1861) şöyle der: “Gücü her şeye yeten bir devlet gücü, ‘benim ağzımı kapatacaksa, beni inançlarımı inkar etmeye zorlayacaksa ve bu keyfiliklere karşı geldiğimde beni giyotine gönderecekse’, bu despotizmin bir meclis tarafından mı yoksa bir prens tarafından mı gerçekleştirildiğinin hiçbir önemi yoktur; biri de diğeri kadar köleliktir. Birbirlerine eşit olan herkesin aslında ‘kendilerine itaat ettikleri’ şeklindeki Rousseau’nun aldatıcı değerlendirmesi son derece aşikar bir değerlendirmedir: ‘Herkes kendisine değil çoğunluğun görüşüne itaat eder’. Bu çoğunluğu, vicdansız bir monark gibi zalimane bir şekilde davranmaktan ne men edebilir!..”

Çıkış kapısından birisini L. Gambetta (1869) gösterir: “Halkın egemenliğinden başka her hangi bir egemenliğin olmadığını düşünüyorum; ancak, bu egemenlik radikal bir biçimde özgür olmazsa, halk ve bu egemenliğin aracı olan ‘genel oy kullanma hakkı’ hiçbir değer ifade etmez ve hiçbir yükümlülük taşımaz. Bu nedenle en acil reform, genel oy kullanma hakkını her türlü vesayetten, baskıdan, boyunduruktan ve yozlaşmadan özgür kılmaktır!.. “

‘Demokratik ilke’ ne dereceye kadar demokrattır? Eleştirel düşünce ve diyalektik felsefesi, her elde edilen sentezci düşünceyi bile, yeniden kritik etmeye devam etmektedir:

Sözü bu kez de L. Acton (1870) söyler: “Hiç kimsenin halkın üzerinde güce sahip olamayacağı şeklindeki demokratik ilke, ’hiç kimsenin onun gücünü engelleyemeyeceği’ ya da ‘onun gücünden yakasını kurtaramayacağı’ şeklinde anlaşılmaktadır(!)‘Halkın istemediği şeyleri yapmaya zorlanamayacağı’ şeklindeki demokratik ilke, onun ‘beğenmediği şeylerin hoşgörüyü gerektirmediği’ şeklinde anlaşılmaktadır(!) Herkesin mümkün olduğu kadar payandalardan kurtulmuş özgür bireyler olması şeklindeki demokratik ilke, ‘bir araya gelmiş insanların özgür iradesini hiçbir şeyin zincirleyemeyeceği’ şeklinde anlaşılmaktadır(!) Dini hoşgörü, yargı bağımsızlığı, merkezileşmeden korkma, kamu müdahalesinden korkma gibi öğeler, ‘devletin merkezi güçlerin eline geçtiği’ zaman, birer garanti olmak yerine, özgürlüğün önünde engel teşkil etmektedirler...Demokrasi, yukarıdaki otorite olmaksızın, yalnızca üstün olma iddiasında değildir; mutlaktır da ve aşağıdaki özgürlükler olmaksızın, bir vasi olmak yerine, ‘kendi kendisinin efendisi olmak’ iddiasındadır. Dünyadaki eski egemenler, dalkavuk ve hilekar olan; ancak, kendilerine karşı direnmenin mümkün olmadığı ve hem Sezar’a hem de Tanrı’ya ait olan şeylerin kendilerine verildiği yeni egemenlerle yer değiştirdiler... Başa çıkılacak düşman artık devletin kendisi değildir; bunun aksine, yönetilenlerin özgürlüğüdür...” diyecektir.

Nietzsche ise ‘sürü insan’ (1886) tanımı ile “özgür insan” iddiasına dikkat çeker: Devlete uyum zorluğundan kaynaklı oluşabilecek dışlanma, hak mahrumiyeti vb. durumlardan kaynaklı zararı gidermek için, devletin seçkinci grubuna yakın durma ve aynı davranışları sergileme zorunluluğu, ister istemez bireyde “sürü psikolojisini” doğurmaktadır. Bu durum kişileri ‘aptallaştıran’ bir duygudur. Ona göre ‘sürü’ insan; “içinde bulunduğu değerlere uyarak, düşünmeden, değerleri sorgulamadan, ömür boyu yaşamaya devam” eden insandır.Nietzsche “İyiliğin ve kötülüğün ötesinde” adlı eserinde, “özgür insandan” bahseder: Sürüye başkaldırmış, cesaretiyle yalnız kalmış, gerçeği kendi gözüyle görmek isteyen, ‘yıldızları kendi etrafında döndürmeye başlamış insan’ olarak, “kendini gerçekleştirmek” isteyen “üstün insana” vurgu yaparak, bu tartışmayı belirler. Daha sonraki yüzyılda Albert Camus da “Başkaldıran İnsan” eserinde, varoluşçu bir felsefe ile “haklı olma duygusu” içinde, özgürlük ve adalet için ‘absürd/saçma’ olana, “hayır” demeyi, insana öğretecektir...

Görüldüğü gibi özgürlük, insan için vazgeçilmez bir haktır ve üzerinde ‘çok daha fazla düşünmeyi’ hak etmektedir... Çünkü, Lamennais’in 1858 yılında belirlediği gibi “Tanrı’nın isteği, adalet ve iyilik yapmandır ki bunlar özgürlük olmadan gerçekleştirilemez!”

Spinoza’nın “Vatandaşların Özgürlüğü” (1670) eserinde, daha fazla açıkladığı gibi: “Devletin nihai amacı, insanlara korku salıp onlara hükmetmek değil, onların güvenlik içinde yaşamalarını sağlamak ve onları korkudan kurtarmak olmalıdır; insanları ussal varlıklardan hayvanlara veya otomatlara dönüştürmek ya da onların öfke, nefret ve kurnazlıkla birbiriyle rekabet etmesini veya birbirine düşmanca davranmasını değil, onların birbirlerine karşı anlayışlı olmalarını, tinsel ve bedensel güçlerini geliştirebilmelerini ve kendi akıllarını özgür biçimde kullanabilmelerini sağlamak olmalıdır. Bu amaç, sadece herkesin bütün gücünü, dolayısıyla hakkını topluma devrettiği ve böylelikle iktidardan eşit pay aldığı ve herkese en büyük özgürlük alanının sağlandığı devlet- biçimi olan demokraside gerçekleştirebilir. -Dolayısıyla bu, Hobbes’taki gibi koşulsuz bir hak devri biçiminde olamaz- Çünkü hiç kimsenin, onu insan olmaktan çıkaracak ölçüde hakkını ya da gücünü devretmemesi gerekir. Bu anlamda, hiç kimse herhangi bir konuda ‘özgür biçimde akıl yürütme ve yargıda bulunma yetisini kullanma’ hakkından mahrum bırakılamaz. Bu nedenle, devletin öncelikli görevi, vatandaşlarının ‘düşünce ve ifade özgürlüğünü’ sağlamaktır. Çünkü bu özgürlük, hem toplumsal düzen ve barış açısından hem de ‘… bilimlerin ve sanatın gelişmesi açısından çok gereklidir’ O halde, en azından temel bireysel bir hak olarak düşünce ve ifade özgürlüğü açısından, devlet gücünün ya da iktidarının sınırlandırılması gerekmektedir. Ancak, öncelikle yasalara itaat etme yükümlülüğü bulunan uyruklar da, ‘devletin bütünlüğünü ve barışı bozacak eylemlerden kaçınmak’ durumundadırlar.”

O halde adalet için “özgürlük” birincil esastır: Hiç kimsenin benim haklarım ve özgürlüklerim üzerinde; benim de başkalarının özgürlükleri üzerinde hakkım olmadığını bildiğimiz durumda, adalet başlar...Adalet, hiçbir zorlayıcı gücün olmadığı yerde ve devletin güvenlik kaygısıyla ‘baskıcı tahakküm aracına’ dönüşmemesiyle, bireyler için özgürlüğü sağlamasıyla, topluma açılır...

“Özgürlüğe Kaçışım” adlı eserinde Aliya İzzetbegoviç’in sözünü hatırlayalım: ”Ben olsam, Müslüman Doğu'daki tüm mekteplere, 'eleştirel düşünme' dersleri koyardım. Batı'nın aksine Doğu, bu acımasız mektepten geçmemiştir ve birçok zaafın kaynağı budur"demişti...

Öyleyse, ‘insanı öteleyen’ ideolojilerin bayraklaştığı ve güvenliğin öncelikli olduğu bir mutlak devlet anlayışında, özgürlükler yeterli değildir. “Genel irade” uyumluluğu, ‘bireyin devlet bekası kaygıları ile devlet iradesinin içinde eritilmediği’ bir fonksiyonel yapıyla, “insan onuru” korunarak gerçekleştirilmelidir. Özgürlükler, diğer herkesin özgürlüğüne zarar vermeyecek şekilde “ortak akıl ve iyilik üzerinde” kurulmalıdır. En büyük güç yetkisine sahip devletin, öncelikle “toplumsal düzen ve barış içinde, herkesin daha güvenli, iyi bir yaşam sürdürmesini ve özgürlüklerini kullanmasını” sağlaması gerekir. Karşılıklı ödev ve sorumluluk içinde bireyler de “devletin güvenliği ile toplumun huzur ve barışını bozacak davranışlardan” uzak durmalıdır. Hukuk duygusuna sahip yasalar ile özgürlüğün sınırları önceden belirlenmeli, herbir kişinin kendi ve diğer kişilerin özgürlüğüne olan tutum ve davranışlarını, hukuk güvenliği içinde, hak gözeterek, hakkaniyetle tespit edilmelidir. Devlet, “ehliyet ve liyakati” önceleyerek, rasyonel bir otorite kurmalı ve -sorunlarımızın sebebini oluşturan geleneksel/karizmatik otoritelerin kaçınılmaz zararlarından- bireyleri korumalıdır. Devlet, insanı yönetici sınıfların ideolojilerine ‘araç’ yapmamalı, her zaman ve her yerde ”insan onurunu” koruyarak, “insanı kendinden amaç gören” anlayışa daha fazla yönelmelidir.

Sözün başına dönecek olursak: Adalet, özgürlükle birlikte gelir... 

 bu yazı 5 Nisan Avukatlar Günü dolayısıyla yazıldı.

Yorumlar (1)
Memun Sekin 4 yıl önce
Özgürlükler ve sorumluluklar üzerine uzun ve detaylı bir yazı.Elinize sağlık.
12
az bulutlu