banner4
02.01.2020, 09:46

KÜLTÜR VE KÜLTÜREL KALKINMA ÜZERİNE

Ziya Gökalp kültürü, “hars” olarak ifade ettikten sonra, “halkın ananelerinden, eğilimlerinden, örflerinden, sözlü ve yazılı edebiyatından, estetik ve iktisadi ürünlerinden” oluştuğunu belirlemiş, Mümtaz Turhan da kültürü, “bir cemiyetin sahip olduğu maddi ve manevi öğelerinin bir bütünü” olarak tarif etmiştir.

Kültürel  kalkınma konusunda, Tanzimattan bugüne kadar ciddi çalışmalar yapılmış olup, Ziya Gökalp’e göre, Tanzimatçıların başarısızlığının sebebi,“Osmanlı’nın kadim Türk- İslam uygarlığına, Batı uygarlığını aşılamaya çalışmak” şeklinde görmüştür. Sosyolog Mümtaz Turhan da “Batı medeniyetinin başarısını; ilimde ilerleme, davranışa dönüşmüş teknik ve insan haklarını teminat altına almış hukuk ve özgürlük” olduğuna değinerek, Türkiye’deki çağdaşlaşma hareketleri “bilim, teknik, hukuk” ekseninde yeterince anlamadan, şekle odaklanarak, ‘kültürel iktibas’ sonucu kalkınmasının mümkün olmadığını söylemiştir.

Şu halde, dış kültürlerin etkisine kapılmadan, ulus ve milli kültürün “kültürel açılımı” nasıl olacaktır? Bunun için öncelikle kültürle ilgili bazı kavramlar üzerinde durmalıyız:

Bir kültürün kendi içinden ve dışından gelen olumlu değişime, 'değiştirilemez bir bütünle' kapalı kalması, bireylerin bu yüzden eleştiriden yoksun bulunması "kültürel determinizm" olarak tanımlanır. Yine kendi kültürünü 'aşırı yüceltme ve başka kültürleri küçümseme, ötekileştirme ya da aşağılama' düzeyinde, farklılık korkusu/ düşmanlığı, yabancı korkusu/ düşmanlığı, şovenizm ve ırkçılığa dönüştürme ise "etnosantrizm" olarak tarif edilir. Bu noktada karşımıza bu kez de küreselleşmenin getirdiği, “küresel kapitalizm ve kültür emperyalizmi” çıkmaktadır. Yabancı bir kültürün değer ve alışkanlıklarının, yerli kültür üzerinde yayılması ve yerleştirilmesi olarak kabul edilen “kültür emperyalizmi” istenmeyen bir durumdur.

Osmanlı’nın son döneminde yaşanan gerilemeler sonrası, aydınlarımız ile birlikte “kültürel bir açılıma” ihtiyaç duyulduğu gerçektir: “Hiçbir kültür tastamam mükemmel ve doğru olmadığı” düşüncesinden hareketle, başka kültürlerle etkileşime gereksinim duyulmuştur. Bunun yol ve yönetimi ise “kültürel çeşitliliği” istemekten geçmektedir.  Kültürel çeşitlilik ve etkileşim sayesinde, başka kültürlerden gerekli ve yeterli doğru bilgileri alabilir, böylece kültürel zenginlik kazanabilir ve kültürümüz hakkında daha hakkaniyetli sonuçlar çıkarabiliriz. Kendi milli kültürümüze ancak dışarıdan bakabilirsek, zayıf ve güçlü yanlarımızı görür, gerekli düzeltmeleri yapar, milli bilincimizde derinleşmeyi sağlayabiliriz. Bu şekilde diğer kültürler, bizim kültürümüzün birer değerlendirme aracı, terazisi ve pusulası hükmündedir. Kültürler arasındaki farklılıkları görmeye çalıştığımızda, eleştirel ve bağımsız düşünce yapımızın geliştiğini ve daha önceden göremediğimiz kimi ‘doğru’ sandığımız şeylerin ‘yanlış’ olduğunu anlamaya ve bildiklerimizden şüphelenmeye başlarız.  Aksi durum ise, kendimizin ‘en iyi’ olduğunu düşünerek, diğer kültürlerle temas kurmaktan korkmaya ve homojen bir yapıya bürünmeye ve de farklılıkları bastırmaya bizi götürecektir.

Bu noktada Bhikhu Parekh’in “ Çokkültürlülüğü Yeniden Düşünmek, Kültürel Çeşitlilik ve Siyasal Teori” adlı eserinde şu notlar vardır: “Kültürel çeşitlilik, farklı kültürlerin iki tarafa da yararı olacak şekilde bir diyaloga girmelerini kolaylaştıran bir ortam yaratır. Farklı sanatsal, edebi, müzikal, ahlaki ve diğer gelenekler birbirlerini sorgular, araştırır ve birbirlerine meydan okur, birbirlerinden fikirler ödünç alıp bunlarla denemeler yapar ve sık sık hiçbirinin kendi başına üretemediği yepyeni fikir ve duyarlılıklar ortaya koyarlar. O halde, her çağın kendine özgü ihtiyaçları, deneyimleri, ülküleri vardır ve kültürlerin insanları geliştirmesi isteniyorlarsa, bunlara uyum sağlamalıdır.” demektedir. Parekh, bu eserinde, “ortak insanlık ile kültürel uzlaşma” üzerine yeni bir yaklaşım geliştirmiş ve de “kültürel çeşitliliğin kazanımlarına” dikkat çekmiştir.

Yine bu konuda kültürel göreliliğe göre, kültürler kendi içlerinde farklılaşan ya da çatışan birçok davranış ve inanç biçimini barındırdığından, her maddi kültür değişimi, aynı hızla manevi kültür değişimini oluşturmamaktadır. Ogburn’nun “kültürel gecikme” olarak tanımladığı bu durumu, Bourdieu şöyle ifade eder: “Bireylerin ekonomik sermayeye sahip olması eşzamanlı olarak, kültürel sermayeye kişiyi sahip kılmaz.” Düne kadar cep telefonu sahibi olmayan insanların, cep telefonu edindikten sonra toplum içindeyken, çevrelerindeki insanları rahatsız edecek şekilde, bağırarak telefonla konuşması, bu anlamda kültürel gecikmeye bir örnektir. Yine, küreselleşmenin, küyerelleşme boyutunu da unutmamak gereklidir: Robertson’a göre, küreselleşme sürecinin bir yüzü yerel olanın küreselleşmesini oluştursa bile, diğer yüzü küresel olanın yerelleşmesini sağlamaktadır.

Mehmet Akif’, “son üçyüz yıl, ilmin takip edilmediğine” yönelik vurgusu dikkate alınacak olursa, yeterli “kültürel sermayeye” ulaşılmamış olmamızın bir sebebi de "Etnosantrizm ve kültürel determinizm" ile "Küreselleşme ve kültür emperyalizmi" arasında çatışmaya düşmüş olmamızdır. Türk toplumu, kültürel çeşitliliğe kapı araladığında, “kültürel emperyalizm” yüzünden “kültür erezyonuna” uğrayacağı endişesi ile “ulusalcılık ve etnosantirizm” düzleminde kalmayı tercih etmiş, bu yüzden yeterli kültürel kalkınmayı bir türlü sağlayamamıştır.

Oysa ki her sosyal olgunun faydalı ve zararlı tarafları vardır. Doğru olan "vasat üzere" orta yolu seçebilmektir: Dış kültürlerden, bilgi ve teknolojik yenilenme adına inovasyon ve teknik ve kültürel deneyimleri almak ama sömürgeci kültür endüstrisi ve kapitalist kültüre ise kapıları kapatmak gerekir. Bu konuda Japonya’nın tutumu bizlere bir örnek oluşturabilir.

Tersi durumda zaten, dış dünya kültürlerine kapanmakla birlikte, içeride kültürün “bağnazlık ve taassup” üretmesi kaçınılmaz olacaktır: “Etnosantirizm” dediğimiz kavram belki milli duyguları tetikleyici olarak ‘kulağa hoş gelse’ de bazı yan etkilerini görmek gerekir: Bunlar ırkçılık, şovenizm, aşırı milliyetçilik gibi duyguların oluşturduğu farklı kültür ve düşüncelere karşı düşmanlık, kin, nefret söylemleri sonrasında, dış kültürlere karşı yabancılaşma ve yabancılık unsuru taşıdığı gerekçesiyle kültürel kalkınmada geri kalmaktır.

Öyleyse doğru istikamet, "liyakatli ve kültürlü" insanların diliyle ve eliyle, kavram ve davranışları, yerli yerinde kullanmak ve gereken noktada kültürel erezyona karşı sınırları belirlemekten geçmektedir. Örneğin hiç ihtiyaç gerekmediği halde bina ve işyerlerine verilen yabancı isimler birer erezyondur. Bize dış kültürel dünyanın yabancı isimleri değil, esasları lazımdır. Zarf değil, mazruf gereklidir. Ezber değil, bilinç önemlidir. Ülkemizde aydınlanma ve çağdaşlaşma “bilim, teknik, hukuk” ekseninde yürütülmelidir.

Sonuç itibariyle, teknolojik gelişmelerle birlikte küreselleşmenin kaçınılmaz olduğu bir dünyada, kültürler giderek daha fazla diğerlerine açık hale gelmiştir. Yapılması gereken iç kültürel değerleri koruyarak, dışarıya açılmak, kültür emperyalizminin “sömüren uçlarını” iyi tespit ederek, kültürel sınır belirlemeleri yapmak, Türk-İslam bilincinde “yitik mal” sayılan ilmi, bilgiyi ve teknolojiyi ülkemize daha fazla getirerek, ülkeyi kalkındırmaya devam etmektir. Bu şekilde muasır medeniyet amacına, büyük bir kültürel kalkınma hamlesi ile ulaşacağımızdan şüpheniz olmasın.

Yorumlar (1)
Ali Rıza Malkoç 4 yıl önce
Makalenizi ilgi ile okudum.
Birlikte yaşam medeniyeti ve çok kültürlülük bilincine katkı sağlamasını dilerim
12
az bulutlu