banner4
10.01.2020, 19:27

    İNSANI ANLAMA ÇABASI ÜZERİNE

"İnsanı tanıma sanatını gerçekten öğrenmek isteyenler, insanın değerini kendi yaşantılarından ya da başka kişilerin ruhsal sorunlarını paylaşmaktan kaynaklanan bir yaklaşımla sezip kavrayanlardır.

Gerçek anlamıyla insanı tanıma sanatını elde edecek kişiler, pişman olmuş günahkarlardır. Yani ruhsal yaşama ilişkin yanılgıların içinde bulunup, sonradan kendilerini kurtarmış, ya da en azından bu yanılgılarla burun buruna gelmiş kimselerdir.” Alfred Adler (İnsanı Tanıma Sanatı)

            İnsanı anlama çabası felsefe ile ortaya çıkmış olsa da 19. yüzyıl sonlarına doğru “sosyal psikolojinin” uğraş alanı olmuştur. Özellikle grup davranışlarını ve grupların insanlar üzerindeki etkisini belirlemek isteyen sosyal psikologlar, Nazizm ve Faşizm akımları sırasında, İkinci dünya savaşının psikolojik köklerini anlama arzusu ile savaş propagandası, kitle psikolojisi, kültür endüstrisi vb. konularında ciddi çalışmalar yürütmüşlerdir.

            Sosyal psikologlar, yaptıkları çalışmalarda insanların, dünyayı olduğu gibi değil, “kendileri gibi algıladıkları” kanaatine vardılar. İnsanların kendi benliği, kişilik özellikleri, geçmiş hayat deneyimleri, korkuları, hayalleri ile “hayata öznel bakış” ile yöneldiklerini anladılar. Yine yapılan psikolojik çalışmalarda, insanlar üzerinde “sosyal etkinin” çok güçlü olduğu belirlendi: Her duygu, düşünce ya da davranışta, başka insanların etkileri olduğu görülerek, “kültürel çevre gerçekliğinin” algıyı şekillendirmede ne kadar önemli olduğu ortaya çıktı. “Balıkların derya içinde olup da deryayı bilmemeleri” gibi yaşayan insanlarda, çoğu zaman dahil olduğu sosyo-kültürel çevrenin kendi üzerindeki etkisini bilemiyordu. Fakat mevcut kültüre, dışarıdan bakabilen birisi ise bu durumu fark edebiliyordu.

            Sosyal psikologlar “sosyal etkinin” iki şekilde rol oynadığını tespit ettiler: “Bilgilendirici sosyal etki” dediğimiz şeyde, hayat içinde bazı durumlarda, doğru davranışın ne olduğundan emin olunamadığında, önem verilen çevre insanlarının ‘daha iyi bildiği’ varsayımına güveniyorlardı...İkincisi ise “normatif sosyal etki” olarak tarif edilen şekilde, duygu ve düşüncede kabul görme, sevilme, dışlanmama gibi beklentilerle, önem verdikleri insanlara “uyma” davranışı gösteriyorlardı.
            Uyma davranışında bir neden de kişinin kendi “benliğini değerli bulma” istediği idi. Zira 'kişiliği reddedilmiş, dışlanmış, yalnız bırakılmış’ her insan, her şekilde acı çekiyor, bu durumdan kurtulmak istiyordu.Toplumsallık duygusu içinde, insan toplumun genel kurallarına ve beklentilerine göre davranmayı, “kendini beğendirme” çabası içinde yerine getiriyordu. Ancak bazı durumlarda insan bu sosyal etkiler altında, olumsuz anlamda baskılar görüyor ve bu yüzden de zarar verici davranışlarda bulunabiliyordu...

            Buradan hareketle, sosyal etkinin daha üst bir boyutu olan “itaati” artık konuşabiliriz:
İnsanın bir otorite tarafından verilmiş bir buyruğa uyması “itaat” olarak tanımlanır. 1960 yıllında Milgram, insanların ‘itaatçilik’ seviyesini ölçek istedi. İyi, doğru ve güzel olan bir şeye uymak konusunda itaat belki anlamlı olabilirdi ama insanların “kötülük isteyen bir otoriteye” ne kadar itaat edebileceğini bilmek gerekiyordu. Yaptığı sosyal deneyde karşısına korkunç bir gerçek çıktı: ‘Başkasını öldürme duygusuna’ gidebilecek kadar itaate yatkın kişi oranı %65 gibi yüksek bir orandan oluşuyordu!..Yine Asch de sosyal etkinin gücü yani ‘çoğunluğa uyma’ güdüsünün %75 gibi bir oranda olduğunu belirlemişti. Uyma güdüsü ile insanlar kendi duygularını, vicdanını ya da ahlak anlayışını önemsemiyorlardı. Gerçekten de insanlar, kendi başına olsa yapmayacağı bir davranışı, grup davranışı olarak kolayca gerçekleştirilebiliyordu. Çünkü “grup kutuplaşması” dediğimiz bir sosyal olgu ile bir konu hakkında başlangıçta basit eğilimler taşıyan birey, grup içi etkileşim sonrasında, aşırılık taşıyan bir anlayışa dönüşebiliyordu. Burada, bireysel fikirler, daha sonra grup sayesinde daha coşkulu bir şekilde savunuluyor, fikrin desteklenmesi için ikna adına söylenen sözler zamanla 'şaşmaz ilke' kabul ediliyor ve de grup içinde kabul görmek isteyen bireyler de grupta ‘göze girmek’ için daha şiddetli bir davranışla bunları tekrarlıyorlardı...

            Peki insanları ‘ötekileştirme ve düşmanlaştırma’ davranışına dönüştüren etkenler nelerdi? İnsanlar sıklıkla kendi fikirlerinin haklılığını desteklemeye yatkın insanlarla beraber vakit geçirmeleri sebebiyle, zamanla birbirlerine daha fazla benziyorlardı. Bu yüzden farklı düşünceleri taşıyan insanlar ötekileştiriliyordu. Toplum içinde kutuplaşmaların ve bölünmelerin arkasında yatan nedenlerden biri buydu. Oysa ki farklı fikirlerin sağlıklı şekilde çarpışmasından doğabilecek, tez, antitez ve sentez diyalektiği ve elde edilecek hakikat, ortak aklın gücü, kitlelerin bilgeliği, bu sebeplerle yadsınıyor, "gerçek arayışı" yok sayılıyordu...

            O halde toplum ancak sosyal biliş ve sosyal psikoloji konusunda “bilinç kazanma” ile haksız suçlamalardan, ötekileştirmelerden, düşmanlık ve nefret söylemlerinden uzaklaşabilirdi. Bunun için biraz olsun “farklı düşünceyi yargılamadan önce, etkin şekilde dinlemek ve bu eylemin nedenlerini anlama gayreti” gerekiyordu.

            Evet, insanlar dünyayı “kendi kültürel gözlüğü” penceresinden 'şemalar' yardımıyla algıladığına göre, zihnimizde tam gerçeğe ulamak için, “basite indirgediğimiz ya da genelleştirdiğimiz” algılardan kurtularak, insanı doğru bir şekilde anlamamız çok önemlidir.
Bu noktada “çevresel faktörü” yeniden hatırlatmak da gerekiyor: Hepimiz hayatlarımızı iç içe geçmiş kümeler içinde, toplumsal gruplar halinde yaşıyoruz.(Aile, arkadaş çevresi, gidilen okul, bulunduğumuz şehir, ülkemiz, cinsiyetimiz, din inanışımız, mesleğimiz, tuttuğumuz takım, siyasi düşüncelerimiz vb.) Her biri kimliğimizi tanımlayan bir çok gruplardan oluşuyor. Kendimizin ait olduğu grupları, diğer gruplara göre üstün görmemiz (asgari grup etkisi) bu yüzdendir. Bulunduğumuz grup üyelerine daha olumlu özellikler verirken ; “Biz” ve “onlar” algısı ile ‘dış grup’ olarak adlandırdığımız üyelere ise kendi içlerinde ‘aynı’ gibi (dış grubun homojenliği yanılgısı) bir haksızlığa dönüştürebiliyoruz. Farklı gruplar içinde de farklı fikir ve düşüncede insanlar olduğunu unutuyoruz. Bütün bu eksik bakış açılarımız, “önyargı” tarafından bize kısa yol düşüncesiyle böyle gösteriliyor. Genellikle olumsuz tutumların beslediği 'kalıpyargılar ve genel inançlar', bu anlamda ciddi şekilde "insanı anlama çabamıza" set çekiyor... Önyargının duygusal biçimini, ötekileştirilen gruba yönelik düşmanlık, hor görme, kıskançlık, kızgınlık, tiksinme gibi duygular oluştururken; davranış biçimini, ‘onlar’ dediğimiz kişilere karşı, ayrımcı davranışlar gösterme şeklinde gerçekleştiriyoruz. Bu yüzden ‘onlar’ dediğimiz insanlarla sosyal etkileşimden kaçma ya da onlara fırsat vermeme, nefret duyma ve en ağır boyutu ile yok sayma ve yok etme şeklinde olumsuz tutumlar sergiliyoruz.

            Aslında insan probleminin doğasını anlamak için verilecek düşünsel uğraş, yeterli miktarda bilgi edinme çabası ve alternatif uyuşmazlık çözümü geliştirme isteği, insanlar arasındaki önyargıyı kırıyor ve empati ile elde edilen kazanım sonucu insanlar birbirine dost oluyorlar. Böyle bir anlama gayreti, sadece alkışlanacak 'bilgece bir tutum' olarak kalıyor, yeterince pratiğe dönüştürülemiyor.

            Aksi davrandığımızda ise en başta ‘onlar’ diye ötekileştirilen kişilere zarar vermek üzere “saldırganlık” davranışı beliriyor. Sosyo-kültürel çevrenin ve yetersiz bilginin saldırganlığı körüklemedeki rolü ise büyük oluyor. İnsanları hem bireysel, hem de toplumsal olarak, şiddete sevk eden şey ise “insan onur ve saygınlığına yönelik saldırılar” oluşturuyor. İnsanı“küçük düşürme”, “aşağılama”, “şerefiyle oynama”, “gururunu kırma” gibi duygusal travmalar, karşılıklı saldırganlığın baş sebeplerdir. Bu durumda, insanın kendisine yönelen tehdit ve aşağılanma algısına karşılık, mevcut durumu değiştirmek için 'karşı saldırganlık ya da şiddet gösterisi' kaçınılmaz kalıyor.

            Öyleyse saldırganlık ve şiddet, insanlararası ilişkilerin karanlık ve çirkin yüzünü oluşturmaktadır. İşbirliği ve yardımlaşma ise, insanlığın aydınlık ve ümit aşılayan yüzüdür.
Bir insanın değerini belirleyen şey, “insanlığa verdiği olumlu katkı”dır. Bir kimsenin ‘aşağılaması, kötü görmesine’ göre, insanların başkalarını kötü; o kimsenin, iyi görmesine göre de insanın iyi görülmesi hiç adil ve mantıklı değildir. Bugün insanlık onuru ile ulaştığımız her medeniyet, “işbirliği ve yardımlaşma” sayesinde kurulmuştur. Kavganın ve gürültünün, hakaret ve küfrün, savaşın ve silahın konuştuğu hiçbir yerde, medeniyet namına hiçbir şey oluşmamıştır. Öyle yerde bulunan şey, sadece kaosun doğurduğu, kan ve gözyaşıdır.

            Şu halde, toplumsal anlamda, barış ve güven içinde hayatı daha huzurlu, korkusuz, güvenli bir şekilde kurmak ve yaşamak istiyorsak eğer, insanların birbirini "anlama çabasını" desteklemeliyiz. Böylece gelişen işbirliği ve güven içinde, toplumun hem psikolojik sağlığını düzeltir, hem de ekonomik gelişmeyi sağlarız.

            Netice olarak, insan doğasının anlamak üzere, daha fazla "eğitim görmeye ve empati becerisi kazanmaya" ihtiyacımız vardır. Bunu başardığımızda, birbirimize olan güven duyguları güçlenecek, ötekileştirdiğimiz ve önyargı güttüğümüz toplumsal gruplar hakkında, "farklı bir sosyal etkinin sonucunda oluşan yanılgı sebeplerini" birlikte göreceğiz.

            Aslında “sosyal psikolojik gerçeklikle” açıklanabilecek bir çok problemin kaynağında, insanın o zaman ki “anlam dünyasını var eden çevresel kültürün” bulunduğu açıktır. Nasıl ki tarih felsefesi, bugünün gözü ile geçmişi yargılamayı haklı bulmaz. O zamanın düşünsel kültürü ile bakmayı amaç edinir. Öyle de ‘Bu senin sorunun’ diyen insanlar, gelecekte aynı vurdumduymazlığı kendisine başkalarının hatırlatmasına ve 'geçmişini yargılamalarına' gücenmemeleri gerekecektir. Gerçekte “Seni anlayabiliyorum ya da anlamak istiyorum” diyen kaliteli insan sayımızı artırdığımız zaman, onlar ‘insanı kolayca yargılamaktan’ ziyade, “insanı hataya düşüren sapma davranışları ve suç psikolojisini” çözümleyerek, geleceğimize ışık tutacaklardır. Böylece “insanın, insanı anlama başarısı” kazanıldığında, her türlü baskıdan kurtularak, geleceğe hep birlikte barış, güven, işbirliği ve uyum içinde ilerleyeceğiz.

            (Not: 2014 yılı İnsani Kalkınma Endeksi, BM Kalkınma Programı anketinde “Genel olarak, insanların çoğu güvenilir midir? Yoksa insanlara karşı dikkatli mi olmak gerekir?” sorusu yöneltildi: Türk insanının cevabı, neredeyse hiç güvenmeyecek kadar %8 seviyesinde çıktı. Ama İskandinav ülkelerinden mesela Danimarka’da %60 oranında insanların birbirine güvendiği tespit edildi. Bu sonuca göre, Türkiye’deki insanları anlama çabası üzerinde ciddi sosyal çalışmalar yapmak ve insanımızın bu toplumsal problemine çareler üretmek zorundayız.)

Yorumlar (0)
12
az bulutlu