banner4
28.11.2019, 13:04

İNSANI İNSANLIKTAN UZAKLAŞTIRAN HASTALIK: İHTİRAS

İnsanoğlu, eşref-i mahlukat (yaratılmışların en şereflisi) olmasına rağmen, yaratılışında var olan nefs nedeniyle muhteristir/hırslıdır. 

Hep daha fazlasını ister, ancak istedikleri hep nefse hoş gelen şeylerdir: para-pul, makam-mevki, güç-kuvvet, gurur-kibir, kendini beğenmişlik, bencillik, vs vs.

Doymaz, bıkmaz, paylaşmaz, yeterince şükrünü yapmaz, daha çok şikayetçidir, hırsının sonu yoktur.

Hep ister, daha çok ister. Para ister, mal mülk ister, güç kuvvet ister, makam mevki ister, ilgi alaka ister, gururunun okşanılmasını ister. Sadece kendisini beğenir ve bunun herkes tarafından da deklare edilmesini ister.

Bu istediklerine mukabil, fakirlik istemez, sıradanlık istemez, eleştirilmek istemez, kendisinin yanlışlarının söylenilmesini istemez. Ancak sorsan, tam tersine herşeye açıktır ve çok mütevazidir.

Bunun istisnası yokmudur? Vardır elbette: Peygamberler, Evliya dediğimiz Allah dostları, vb.

Kuran-ı Kerim’de; 

-Meâric suresi 19-21’inci ayetlerinde; “muhakkak ki insan hırslı yaratılmıştır. Kötülük dokundumu sızlanır, feryad eder. Ona hayır dokundumu pintileşir.”,

-Hümeze suresinin 1-4’üncü ayetlerinde; “insanları arkadan devamlı çekiştiren (hümeze), yüzlerine karşı da onlarla alay etmeyi âdet edinen (lümeze) her kişinin vay haline!. O malı toplar ve sayıp durur. Malın kendisine ebedi kalacağını sanır. Hayır, yemin olsun ki o hutameye (ateşe) atılacaktır.”.

-İsra suresinin 100’üncü ayetinde; “De ki, ‘eğer rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, o zaman (da) harcamak (la tükenecek) korkusuyla cimrilik ederdiniz.’ Zaten insanoğlu çok cimridir.”.,

-Haşr suresinin 8’inci ayetinde; “Kim nefsinin hırs ve cimriliğinden korunursa işte onlar feraha erenlerin ta kendileridir.”,

-Rum suresinin 54’üncü ayetinde; “Allah sizi önce zayıf yarattı, zayıflığın ardından size bir kuvvet verdi, kuvvetin ardından da tekrar bir zayıflık ve ihtiyarlık verdi.”,

-İsra suresinin 37’nci ayetinde; “Yeryüzünde kibirlenerek dolaşma! Çünkü sen, ne yeri yırtabilirsin, ne de boyca dağlara yetişebilirsin”.

Buyurmuştur Allah c.c.

İnsanoğlunun hırsı, arttıkça artan ve nihayetinde zalimliğe varan bir nefsani özellik taşır. Eğer nefsinin arzularını Allah korkusuyla ya da en azından sağlam bir karakterle dizginleyemiyorsa, terbiye edemiyorsa, dünyanın en tehlikeli canlısı haline bile gelebilir. 

Fakir ve garib insan daha cömert ve daha fedakârdır. Çünkü mal-mülk veya makam-mevkiyle henüz imtihan edilmemiştir. Böyle bir imtihanla başbaşa kalınca kazanmak da her babayiğidin harcı değildir. 

Genellikle İnsanın zenginleştikçe pintileştiği, güçlendikçe de zalimleştiği bir vakıadır.

Peygamber efendimiz döneminde, Sâlebe isminde bir müslüman peygamberimize gelerek, kendisinin çok zengin olması için Allah’a dua etmesini defalarca ve ısrarla talep ediyor. Peygamberimiz ona “şükrünü yapabileceği kadar mal istemesinin daha doğru olacağını” söylese de ısrarında devam edince, peygamberimiz Allah’a dua ediyor ve Sâlebe isimli sahabe çok mal mülk sahibi oluyor. Ancak zamanla mescide gelmemeye, sonrasında vakit bulamayıp namaz da kılamamaya başlıyor. İnsanlara yardım etmemeye, hatta küçümsemeye meyl ediyor. Nihayetinde zekat almaya gelenlere zekat da vermemeye başlayınca konu Peygamberimize intikal ediyor. Peygamberimiz konuyu işittiğinde: “Vah Sâlebe’nin haline, kendine yazık etti.” buyuruyor. Ve gerçekten de Sâlebe zaman içerisinde adım adım malını-mülkünü ve sağlığını kaybediyor ve ömrünün sonunda yokluk ve sefalet içinde ölüyor.

Yani Sâlebe mal ile imtihanı kaybetti. Oysa fakirken, namazında niyazında, mütevazı, insanlara karşı müşfik ve yardımsever bir insandı.

Makam mevki ile yani güç ile imtihan konusunda da örnekler çoktur. Örneğin Firavunlar, Krallar, Nemrut’lar. 

Mesela Hz. Musa ile Firavunun hikayesini hepimiz biliriz, Kuranı Kerim’de de yer verilmiştir zaten. O dönemde insanların çok büyük bir kısmı, Hz Musa’ya ve beyanlarına inandıkları halde, kimileri korkularından, kimileri de rızık endişesiyle Firavunun yanında olmuşlardır.

Mal ve/veya güç’le imtihan zamanımızda yokmudur? Olmazmı? 

Çevrenizdeki zenginlere bakın; makam mevki ve güç sahiplerine bir bakın; sizce % kaçı haddi aşmamıştır? % kaçı neticede fani bir insan olduğunun farkındadır? Ya da günümüzün popüler ifadesiyle % kaçı empati yapabilmektedir? % kaçı cömert ve mütevazidir? Ben en iyimser kanaatimi söyleyeyim mi: en fazla % 10’udur.

İnsanoğlu iyiliklerde kerameti kendisinden bilmekte, ama kötülüklerde başkasından bilmektedir. Başarınca ben başardım olur, başaramayınca da Allah vermedi, şansım yoktu ya da falanca engelledi der.

Diğer taraftan, kendisine yardım edilenlerin bir çoğu da, yardım edene teşekkür etmek bir tarafa, vefasızlık ve nankörlük içerisindedir. İşi bittikten sonra adeta görmezden gelmektedir.

Yine, yardım edilenlerin bir kısmı, bunu yani sürekli yardım almayı- yardım beklemeyi adeta alışkanlık ve tembellik haline getirmektedir; yani istismar etmektedir.

Ancak verebilecek imkana sahip olup, vermek (ölçülü ve mantıklı olmak kaydıyla) yine de her zaman iyidir. Çünkü, balık bilmezse hâlık bilecektir.

Kuran’ı Kerim’de, 

-Necm suresi 39’uncu ayetinde; “Doğrusu, insanın çalıştığından başkası kendisinin değildir.”. Buyrulmuştur.

Elbetteki gayret olacaktır, olmalıdır. Bu Allah’ın bir emridir de. Önemli olan, gayretlerin karşılığında, Cenab’ı Allah helalinden mal mülk, makam mevki nasip ettiğinde, bunların bir imtihan ve emanet olduğunu unutmadan, şımarmadan, vecibelerini yerine getirerek ve vebalini üstlendiği insanlara sahip çıkarak, ihanet etmeden, kişisel çıkarlar peşinde koşmadan işine ve yaşamına devam edebilmek; gittiğinde de arkanda hoş bir sada bırakabilmektir.

İster kamuda olsun ister özel sektörde, kendisine tevdi edilen görevleri hakkıyla ve vebal taşıdığının farkında olarak yerine getiren kişi asildir, eli öpülecek kişidir.

Cenab’ı Allah insanoğlunu yarattığında, yaratılış özelliklerini de detaylı olarak açıklamıştır. Kuran’ı Kerim’de bunlara yer verilmiştir. Mesela bunlardan bazıları: aceleci olması, zayıf ve aciz olması, ihtiraslı olması, nankör olması, şükürde aciz olması, vb. dir.

Bunlara mukabil, insanoğlunun adına imtihan dediğimiz bu zaaflara yani tuzağa düşmemesi için de, yine yaratılışıyla ilgili olarak kurtuluş vesilelerini de bizlere açıklamıştır Cenab’ı Allah.

Mesela işin ehline verilmesi: yani günümüzdeki ismiyle liyakatli olması, yani işe ehil olması.

Fakir fukaraya sahip çıkılması: yani zekat, sadaka, öşür, ihtiyaç sahibine karşılıksız yardım yapmak. Kısaca, fakir fukaranın hakkının verilmesi.

Mütevazı ve affedici olması: yani kin gütmemek, tabiri caizse büyüklük - olgunluk göstermek, sabırlı davranabilmek.

Kararlarında adaletli olması: İlgili herkesin yani yönettiği herkesin kararlarına saygı duyması. Kendisine El-Emin denilebilecek kadar saygın olması.

Beşeri hayatta bunları daha da fazla örneklendirebiliriz.

Peki, tüm kainatı dikkate aldığımızda, bir zerre bile olamayacak kadar önemsiz olan insan; ve yeryüzündeki halifem yani bir bakıma temsilcim dediği insanı yaratan Allah c.c., yine insanın yaratılış gayesi ve özelliklerine göre koyduğu bu kurallara insanoğlu yaratılışından bu yana uymuşmu ve günümüzde uymakta mı? Kahir ekseriyetle maalesef hayır.

Kimi zaman insanoğlu birbirini küçümsemiş, kimi zaman ezmiş, kimi zaman görmezden gelmiş, kimi zaman da mal-mülk ve/veya güç edinmek için hile ve hurdayla tamamen yok etmiştir birbirini. Bununla da yetinmemiş, Allah’ın koyduğu hükümleri işine geldiği gibi yani kafasına göre yorumlayarak çıkarlar sağlamıştır.

O nedenle güç takva sahibine, zenginlik cömerte, adalet idareciye, haya kadına daha çok yakışır denilmiştir.

Hz. İbrahim peygamber, rivayetlere göre, misafir olmadan sofraya oturmaz imiş. Kimi zaman da evinin oradan geçen kervanlarda peşpeşe çok sayıda insan sofrasında yemek yediği halde, yemekler azalmaz ve herkeslere de yetermiş. Cenab’ı Allah kendisine “Halilim” dediği için kendisine Halilullah İbrahim/ Halil İbrahim denilmekte ve sofrasında 10’larca 100’lerce insan yemek yediği halde yemekler azalmayıp tam tersine çoğaldığı için de “Halil İbrahim Bereketi” de buradan geldiği söylenilmektedir.

İşte bu cömert, ikram sahibi, Allah dostunun sofrasına birgün birisi oturur. Yemek yiyecek, karnını doyuracaktır. Ancak bu sırada bu misafirin Allah’ın varlığına inanmadığı iletilir Hz. İbrahim’e. Hz. İbrahim bunu öğrenip kendisinden de teyid edince, kendisine “kusura bakma, Allah’ın verdiği ve sürekli de artan bu nimetleri, ben Allah’a inanmayan birine ikram edemem” diyerek kibarca kovar. Adam da peki diyerek çaresizlikle sofradan kalkar gider.

Bunun üzerine Allah c.c. Cebrail a.s.’ı gönderir ve der ki Hz. İbrahim’e: “O benim kulumdur, evet bana inanmaz ama bu yaşına kadar da onu ben hiç aç bırakmadım, rızkını hep gönderdim. Sağlığını ve ömrünü de verdim. Şimdi de sana gönderdim, belki ıslah olacak, ibret alacak, inanacaktı. Ama sen onu kovdun” deyince, Hz İbrahim hemen onun gittiği yöne koşar, yakalar bulur ve durdurarak özür de dileyip olan biteni anlatır ve o şahsı sofrasına geri davet eder.

Adam der ki, “sana bunu bu şekilde emreden senin Allah’ının merhameti ve cömertliği karşısında ben de bana düşeni yapıyorum ve şu andan itibaren ben de Allah’a inanmaya ve emrettiği kurallara uymaya başlıyorum” der.

Ne ince ve ibretlik bir durumdur bu.

Liyakatle ilgili olarak bir örnek ise şöyledir: Mekke’nin fethini müteakip, Kâbe’nin bakım onarım ve anahtarlarına sahip olma şeklinde tarif edilen “Sidane yada Hicabe” diye adlandırılan bu görev, oldukça önemli ve çok prestijli bir görev olduğundan, bu görevi yürütmekte olan ve görevini hakkıyla, layıkıyla yapagelmekte olan Osman bin Talha’dan alınıp bir başkasına verilmesi sözkonusu olunca, (kuvvetli rivayetlere göre bu olay üzerine) Nisa Suresi 58’inci ayet inmiştir. (Nisa Suresi Ayet: 58= “Haberiniz olsun ki, Allah size şunları emrediyor: Emanetleri ehline veriniz ve insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman adaletle hüküm veriniz. ..”). Bu ayetin inmesi üzerine de, bu görev yine aynı kişiye verilir ve aynı şahıs bu görevine devam eder.

Zengin insan zengin olmadan öncekinin tam tersine; makam/mevki sahibi yani güç sahibi de buna sahip olmadan öncekinin tam tersine, daha fazlasına sahip olmanın derdine düşmüştür. İyilik yapacağı zaman da, hak edene değil, kendinden olana yapmıştır iyiliği. Kendini ihtirasa kaptıran insan, sürekli daha fazla zenginlik ve daha fazla güç peşine düşmüştür. Öyle ki, bu sarmaldan ömrü boyunca kurtulamayacağı gibi, sonunun her 2 cihanda hüsran olacağını da idrak edemez hale gelmiştir.

Ama konuşunca ondan müslümanı da, ondan cömerti de, ondan mütevazisi de, ondan liyakatlisi de, ondan daha fazla hak edeni de, ondan adaletlisi de yoktur. Yazık, çok yazık.

Bu hususlarda, başka bir misal daha vermek istiyorum;

Hz. Süleyman döneminde bir kuş Hz. Süleymana gelip, kanadını kıran bir dervişten şikayetçi olur. Hz. Süleyman tarafları çağırıp dinler ve kuşa son bir soru sorar: Peki imkanın varken neden uçup kaçmadın? Kuş cevap verir: “Bu adamın üzerinde derviş elbisesi vardı, inançlıdır, tevazu sahibidir, Allahtan korkar, zarar vermez dedim”.

Hz. Süleyman en nihayetinde (yargılama neticesinde) kuşu haklı bulduğundan kısas yapılmasına yani dervişin de bir kolunun kırılmasına karar verince, kuş itiraz eder ve der ki: “Hayır kolunu kırmayalım. Bir kolunu kırsak bile diğer koluyla başkalarına yine zarar verebilir. O nedenle kolunu kırmayalım ama üzerinden derviş elbisesini çıkaralım ve bir daha giymesine izin vermeyelim.”

Bu muhteşem örneklerin her biri, anlayana ne büyük ve ibretlik örneklerdir. 

Ama ihtiras denilen hastalık var ya, sanırım insana hiç parası serveti bitmeyecekmiş gibi, makamı mevkisi ve gücü hep devam edecekmiş gibi, sağlığı sıhhati hep olacakmış gibi ve hatta sanki hiç ölmeyecekmiş gibi bir duyguyu sürekli diri tutuyor galiba. Yani nefis-şeytan doğruyu görmeyi ve anlamayı hep engelliyor demekki. İnsanoğlu da var olanı kaybetmemek ve hatta daha fazlasına sahip olabilmek için her türlü dalevereyi çeviriyor. 

Dünyada ve ülkemizde, şöyle günümüzden geriye doğru bir bakın. Dünün şaşalı ağaları paşaları, para babaları, makam mevki ve güç sahiplerinden bugün kaçını hatırlıyoruz? Bir çoğu toprağın altında, fakir fukaranın ve/veya ezdiklerinin hesabını veriyor. Bir kısmı ise dünyada, sağ/yaşıyor ama yüzüne bakan bile yok.

Peki hal böyleyken, niçin ibret alınmaz. Aslında, soruları da cevapları da verilen yani kazanılması esasen çok kolay olan bu dünya imtihanı neden kaybedilir? 

Böyle bakınca da, maddi ve/veya manevi güçlü olanlara mı acırsınız? yoksa fakir fukaraya, garibana yani ezilenlere mi acırsınız? Düşününce çok ilginç, öyle değil mi?

İnsanın sadece kendi iradesiyle bile, eğer isterse gerçekten iyi insan olması öyle zor falan değil. Yeter ki gerçekten istesin. Tefekkür, tezekkür, tevekkül..

Selam, saygı ve dua ile!..

Yorumlar (8)
Ismail eroglu 4 yıl önce
Teşekkürler kaleminize saglik
ALİ YÖRÜR AYPAŞ SAAT 4 yıl önce
SÜPERSİN HOCAM İNAN DİN İŞLERİ BAŞKANI BÖYLE AÇIKLAYAMAZ DERİM BEN TAKDİRE ŞAYAN
Musa ARI 4 yıl önce
Kaleminize sağlık sayın müsteşarım
Memun Sekin 4 yıl önce
Yazıda dile getirilen hususlara riayet edilseydi toplumsal hayatımızda belki de mükemmellik adına her şey yerli yerinde olurdu.
Bülent Okşak 4 yıl önce
Şu yaşadığımız dönem yukurıdaki örneklere ne kadarda benziyor. Allah bunları islah etsin
Ülemizede görevini layıkıyla yapan yöneticiler nasip etsin İnşAllah.
YUSUF GÜNEY 4 yıl önce
Güzel bir yazı, güzel bir araştırma. Tebrik ediyorum kardeşim.
YUSUF GÜNEY 4 yıl önce
Güzel bir yazı, güzel bir araştırma. Tebrik ediyorum kardeşim.
Recep Koçer 4 yıl önce
Tebrikler; Sayın Müsteşarım. Hakikaten tamda bizim Gönül dünyamızın özetini belirtiniz. Rabbim: Göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa, bizi nefsimizle baş başa bırakmasın. Kendisine iyi bir kul olmayı nasip etsin. Selam ve saygılarımla; Sağlıcakla kalın.
12
az bulutlu