banner4
16.04.2020, 17:19

İlginç Zamanlar

Ünlü Polonyalı Sosyolog Zygmunt Bauman, ‘’ Parçalanmış Hayat’’ adlı eserinde,  iki büyük teolog ve ahlak felsefecisinin ‘’ son söz; tehditler ve fırsatlar’’ bağlamında, ahlaki yargılarda bulunma kapasitemizin, temellerine dair, söz konusu iki büyük düşünüre göndermelerde bulunur. Ahlaki kapasitemizi üstünde inşa ettiğimiz güven algısına ilişkin, birbirine neredeyse taban tabana zıt iki fikri, hem doğru hem de yanlış, diğer bir değişle doğru olan yanlışlar, ya da yanlış olan doğrular, bağlamında karşılaştırır ve kimi sonuçlara ulaşır. Söz konusu ahlak felsefecilerinden ilki Danimarkalı Knud Logstruptur. ‘’ İnsanların birbirine karşılıklı olarak güvenmeleri insan hayatının temel özelliğidir…  Başlangıçta biz birbirimizin sözüne güvenir, birbirimize inanırız. ‘’ diye yazar. Logstrup küçük bir rezerv koyar ‘’ biz bir yabancıya sadece bazı durumlardan dolayı başlangıçta güvenmeyiz’’ diye ekler.

Öte tarafta din felsefecisi olan Sorbonne’ deki Rus mülteci profesör Leon Shestov hiç de öyle düşünmüyordu ‘’ Homo homini lupus’’ yani ‘’insan insanın kurdudur’’ diyordu ve bu sözü ezeli ahlakın en değişmez kurallarından biri olarak ilan ediyordu. ‘’ Hepimiz çevremizde bir kurttan korkarız. Çok zavallıyız, çok zayıfız ve çok kolay bir biçimde yıkılır ve çökeriz. Nasıl korkmayabiliriz ki! Tehlikeyi sadece tehlikeyi görüyoruz’’…

Logstrup, sakin, dingin ve barış içinde yaşayan Kopenhag’da doğdu ve orada öldü. Shestov ise, yanlış olduğu ileri sürülen bir inanca mensup olarak doğduğu için, Çarlık rejimince sürekli izi sürüldü ve Üniversitedeki görevi iptal edildi. Çarlık döneminden sonra da bu kez yine inançlarında ötürü devrim tarafından da karşı devrimci ilan edilip, izi sürüldü, sürgün edildi ve yabancı bir ülkede sürgün olmanın bütün acıların yaşadı.

İki akıllı insan, birbirinden tamamen farklı deneyimlerden çok farklı sonuçlar çıkararak farklı genellemelere ulaştılar. Bu iki değerli aklın deneyimlerinden çıkarabileceğimiz ders ya da esinleme, ahlaki kapasitelerimizin oluşmasında birbirimizi nasıl gördüğümüz belirleyici oluyor.

Demek ki temel, mesele birbirimizi algılama biçimimizde yatıyor. Birbirimizi nasıl görüyor ve algılıyorsak, birbirimize ilettiğimiz mesaj da aynı oluyor. İnsanlık tarihi ve pratiği gösteriyor ki, birbirimizi güvenin teminatı olarak gördüğümüz de barış içinde yaşıyoruz. Tam tersine birbirimize, birbirimizin kurttu olarak algıladığımızda çatışmaların sonu gelmiyor. Çok açık ki biz kendi ülkemiz de birbirimizi güvenin teminatı görmüyor, öyle algılamıyoruz. Bizim bakış açımız ve algımız ötekinin kurt olduğu istikametindedir. Türkiye’de bütün meselelerin altında yatan olgu, ahlaki yargılarımızı belirleyen bu kötü kapasitedir.

İlginç zamanlardan geçtiğimiz açık. Bu ilginç zamanlar sadece Koronavirüs’ün bütün dünyayı etkisi altına alması ve Türkiye’de de hemen hemen hayatı tümüyle durdurmasına yönelik bir zamanlama değil. Epeydir Türkiye’de ilginç zamanlar yaşıyoruz ve bir travmadan çıkamama hali var. Böyle olunca da hiçbir meselemize/sorunumuza/problemimize genel ahlaki/vicdani ölçülerle ya da daha değişik bir şekilde ifade edecek olursak bilinen siyasi ölçülerle de davranmıyoruz. Bizim davranış kodlarımız ciddi anlamda bir değişime uğradı. Bu, Koronavirüs ile alakalı değil. Bu, daha çok son 18 yıldır iktidar olan mevcut siyasal yapının kendisini bir kimliğe sığdırması ve o kimlik üzerinden meselelere bakması, o kimlik üzerinden toplumu yönetmeye çalışması ya da siyaset yapmasıyla alakalı. Bu, sadece bize özgü de değil.

Bütün dünyada toplumlar kendilerini bir kimlikle ifade ederler ve o kimliği tehlikede gördükleri veya kaybetme endişesine kapıldıkları zaman ya da tersi şeklinde de olabiliyor; bir kimliği kazanma mücadelesinde toplumlar hemen hemen kendi kimlikleri dışında bütün kimliklere karşı duyarsız olurlar. Sorgulamazlar, eleştirmezler, itiraz etmezler, toptan kabul veya toptan redde doğru giderler. Bunu 1940’larda Avrupa çok yoğun yaşadı. Diğer ülkelerde, özellikle Afrika ve Ortadoğu’da bunu uzun yıllardır toplumların önemli bir kesimi yaşıyor. Biz de son yüz yılda yaşadığımız birçok travma ile dönem dönem sahip olduğumuz kimlikleri koruma adına bir sürü farklı pozisyonda ya da durumda olduk. Ancak bu seferki en yoğunudur. Geçmişte ulusal kurtuluş mücadelesinin yaratmış olduğu yeni bir kimlikle, o kimliği koruma adına hemen hemen her şeyi reddetme, her şeyi o kimliğe bağlama; düşmanlık ya da dostluk veya beraber yaşamayı o kimliği kıstas alaraktan değerlendirme çok uzun yıllar aldı. Toplumda ötekileştirilenler de kendilerini farklı kimliklerle ifade etme ve o kimliklere sığınma mücadelesi verdiler ve elde ettikleri kimlikleri bir daha kaybetmemeyi istediler. Zira daha evvel itilmiş, kakılmış, yok sayılmış toplumsal kesimler elde ettikleri o kimliğin kendilerine sağlamış olduğu avantajları kaybetmemek adına saldırganlaşıyorlar, duyarsızlaşıyorlar ve her şeyi kendi kimliklerine yönelik bir duruşa göre hesaplayarak bu topluma ya da toplumun bütün kesim kesimlerine yönelik bir bakış açısı oluşturuyorlar. Şimdi de öyle…

Böylesine travma yaşayan toplumları yönlendirmek, onlara ‘kimliklerinizi kaybedebilirsiniz’ endişesini ve korkusunu aşılamak o toplumlarda çok çabuk cevap buluyor. Bu korku/endişe/kaygı, “bir daha itilebilirim, kakılabilirim, ötekileştirilebilirim. Mevzilerimi, saygınlığımı, gücümü, ekonomik durumumu ya da kişisel konumumu/mevkiimi/makamımı kaybedebilirim” endişesiyle bu sefer toplumun bütün diğer kesimlerini kendisine karşıt/düşman olarak görme ve kendisi artık diğer kesimleri ötekileştirme/aşağılama/yok sayma durumuna düşebiliyor. Bugün yaşadığımız da bu. Bunun hayatın her alanında yaşıyoruz.

En son da şu anda çok konuşulduğu ve bugün de yürürlüğe girdiği için infaz yasasında gördük. İtirazı olan, sorgulayan, kendi kimliğine tehdit olarak gördüğü herkesi bu infaz yasası kapsamının dışında tutan bir anlayış… Bu korkunun, endişenin, kaygının sebebidir. Bunu, son zamanda elde ettiği kimliğe sahip olan toplumun önemli bir kesimi adaletsiz/hukuksuz bir davranış olarak görmüyor. Son derece normal ve doğal ve de yapılması gereken bir davranış olarak görüyor. Aslına baktınız zaman bu bir hastalıktır. Toplumlar travma yaşadıktan sonra bir hastalanma haline girerler ve o hastalanma halinde sadece ve sadece kendilerini veya kendi iyileşmelerini düşünürler. Kendi iyileşmeleri dışında hiçbir soruna duyarlı yanaşmazlar. Böylesi toplumları yönetmek son derece kolay ve rahat oluyor. Çünkü ‘içte düşman ve düşman sizi yok etmek istiyor’ anlayışı çabuk cevap bulan ve yer edinen söze dönüşebiliyor. Bugün de yaşadığımız maalesef böylesine bir durumdur ve mevcut iktidar bunu çok ustaca hayata geçiriyor. Hayata geçirmesini kolaylaştıran bir sürü durum var; 15 Temmuz darbe girişimi, hendek terörü gibi ve muhalefetin hâlâ inançlara, farklı düşüncelere yönelik oturmuş bir düşüncesinin olmamasından ötürü bir sürü yaşanan durum iktidarın mevcut durumu sürdürmesini daha da kolaylaştırılıyor. Öyle olunca da bu ülke aslında yönetilemez pozisyonunu daha da ağırlaştırıyor. Maalesef yaşadığımız durum budur.

Yorumlar (0)
12
az bulutlu