banner4
16.11.2020, 08:33

Din, kişi merkezli mi yoksa ilke merkezli midir?

Müslüman toplumların tasavvuf, sufizm, batınîlik ya da gnostisizm ve okültik eğilimler hakkındaki duruşu konusunda kafalarının oldukça karışık olduğu görülmektedir. Bu konuda ifrat ve tefrit arasında gidip gelen Müslüman zihin, kendi çapında meseleyi halletmesi için bir yerden başlamak zorundadır. Bize göre bir adımla başlayacak olan yolculuğun başlangıç/start noktası tevhit/İslâm/Din/Vahiy olması gerektiği gibi, benzer şekilde serencamın bitiş, varış/finiş/final noktası ise yine tevhit/İslâm olmalıdır. Yoksa insanlığın değişik birikimleri gereği yol boyunca sepete eklenenler nedeniyle hem yolun kendisi ve hem de yolcunun heybesi tanınamaz hâle gelebilir.

Tasavvuf, esasında öznel bir bilgi içeriğine sahiptir diyebiliriz. Diğer bir ifadeyle, tasavvufun hakikatleri usta-çırak yani şeyh-mürit ilişkisi üzerinden hayat bulur. Ancak bu ilişki biçimini sorgulama ve eleştiri haklarının kullanıma açık olduğu öğretmen öğrenci ilişkisine benzetmemek lazımdır. Zira her iki yapının arasında en ufak bir benzerlik yoktur. Birisinde öğretmen mevkisinde olan kişiye mutlak itaat, sorgulamanın imkânsızlığı ve hatasız olduğunun kabulü varken, diğerinde ise eleştirinin düşünülemeyeceği bir anın olmadığı diyalojik bir eğitim süreci istenmiştir. Hocanın öğrencisini şekillendirmeyip sadece hakikat/bilgi/malumat/ilim aktarımı yaptığı öğrenme süreçlerinin sonunda ortaya çıkan durum, hocasını her açıdan geçebilen öğrencilerin varlığı olmaktadır. Diğerinde ise, hocasını geçme şöyle dursun, onun izni olmadan makam atlama şansının olmadığı sübjektif kriterle geçerlidir.

Kanaatimizce tasavvuf oldukça seçkin bir kitlenin düşünme ve de yaşam hatta eğlenme aracıydı. Ancak bu seçkinlik adeta sokağa salınınca tasavvuf erbabının meseleye yaklaşımı da avam seviyesinden olmaya başlamıştır. Zira dinî musiki denilen ve sadece erbabının zevk duyacağı bir terennüm şekli başlı başına bu seçkinliğe işaret etmektedir. Ancak zaman içinde sayı, mürit ve yandaş artırma hevesi uğruna kendi çapında seçkin bir zümreye hitap etmesi gereken bu anlayışın sıradanlaştığı ve gerek dil, düşünce ve anlam açısından ve gerekse de pratik, uygulama ve yaklaşım hatta hoşgörü zenginliğini kaybettiği söylenebilir. Bugün itibariyle adeta seçkin ve de şehirli olması gereken bir eğilimin bazı kişiler elinde köylüleştirildiği ve bu kişiler nezdinde bir çeşit sığlığa yani taşra ve gecekondu yaklaşımına hasredildiği ifade edilebilir.

Bazı insanlar yol boyunca bulduklarını din diye benimsemeyi tercih etmişlerdir. Tasavvufun kaynağını ifade ederken bu açıklamanın yapılması zorunludur. O nedenle bu gibi eğilimlerin Din ve İslâm’dan neşet ettiğin söylemek, en az her iki yapının temel bileşenlerini bilmemekle eşdeğer bir tutumdur. Hem bu gibi eğilimlerin kaynağının ne olması değil, süreç içinde aldığı şeklin ne olduğu daha önemlidir. Bu açıdan ilkesel anlamda Tasavvuf ve İslâm benzetmelerinin pek de sağlıklı olmadığı açıkça söylenebilir. Zira herhangi bir şeyin İslâm’la birlikte anılması, benzeyen ve benzetilen arasında temel ilkeler noktasında herhangi bir uyumsuzluğun olmamasını tazammum eder.

Tarihsel süreç içinde oldukça değişik membalardan beslenmiş olan tasavvufî düşüncenin İslâm’ın elinde bir anlamda ıslah edildiğini söyleyenler bulunmaktadır. Dış görünüş anlamında bu yaklaşımın doğru olabileceği iddia edilebilir. Ancak işin içine girdiğinizde aslında değişime uğrayanın tasavvuf değil, İslâm olduğu rahatlıkla söylenmelidir. Özellikle Tanrı anlayışına bakıldığında her iki disiplinin bazen telif edilemez yerlerde durdukları bârizdir. Adına ne derseniz deyin İslâm ve tasavvuf arasında uzun süredir devam eden gerilimin altında yatan bu beklentidir diyebiliriz.

Öğrenmeyi kişi bazlı değil, metot bazlı ele alan İslâm ilim geleneğinin temsilcilerinin hemen hepsi, öğrenmeyi kişisel aktarım olarak gören eğilimlere karşı son derece dikkatli durduğu bilinmektedir. Onlar için bilgi demek, hemen her açıdan nesne, objektif, ilkesel ve doğrulanabilir olan şey demektir. Oysaki son derece sübjektif, öznel ve de kişiye bağlı olan bu kurumun bilgi içeriği herkesi bağlayan bir mahiyette görülemez. Belki de sırf bu yüzdendir ki adı geçen disiplin kendisine ayrı eğitim mahfilleri edinmek zorunda kalmıştır. Dahası halkın hemen hemen yekûnüne yakın kesiminin de bu anlayışla başı hoş olmamıştır.

Neticede bu gibi anlayışları hem içerik ve hem de pratikleri açısından İslâm’ın ilkesel denetiminden geçirmeden kesin konuşmamak lazımdır. Konuşacaksak tevhidin bize açtığı pencereden bakarak konuşmalıyız. Yoksa İslâm’ın öğrenilme iştiyakının olduğu her yerde onun temel ilkeleriyle çelişen yapıları İslam diye öğrenmekten kurtulamayız. Müslümanın öğretmeni akıl, olgunun hakikati, vahiy ve elçilerin pratikleridir. Bunları bırakıp sadece kişilerin söylediklerinin din olduğunu ileri sürmek, batınîliğin hakka galip gelmesine katkı sunmak demektir. Doğaldır ki her daim bilinçli olan bu çabanın sahipleri için yakıcı bir hesabı da bulunmaktadır.

Yorumlar (0)
12
az bulutlu