banner4
05.12.2020, 15:17

LİNÇ KÜLTÜRÜNÜN ANATOMİSİ

Hemen her ortamda görüleceği şekliyle, hakikati bulmuş zihinlerin ürettiği hengâme, dogmatik uykusundan uyanmaya niyeti olmayanların ortalığı bulandırma çabası olarak kabul edilebilir. Bu tarzı içselleştirmiş olan zihinlerin düşünme, araştırma ve tartışma gibi bir beklentileri olmamıştır. Zira onlar için hakikat zaten apaçıktır. Geçmişin kazanımları, özledikleri bu hakikati önlerine sermiş bulunmaktadır. Mevcut durumu anlama çabası dâhilinde yeni ve yeniden olan her çaba, mutlak surette fısk, ihanet ve bozgunculuk olarak görülmekle kalmaz, bunu dile getirenler de ilgili zihnin temsilcileri nezdinde fâsık, hain, düşman ve bozguncu olarak kabul edilmektedir.

Bu zihnin en değerli versiyonu, hakikatin geçmişten tevârüs edildiği kanısını iman hâline getirmiş olmasıdır. Farklı doğruların olabileceğine dair bütün kapıları kapatan ve sahibi için artık vazgeçilmez dogma hâline geldiğini görebildiğimiz bu aşama, ilgili zihinler için değişik söylemler üzerinden hakikat ışığının aralanacağı bir kapı da bırakmamıştır. O nedenle böylesi zihinlerin ürettiği her şeyin, içe doğru “kesin iman”, dışa doğru ise “yaftalama” olduğu açıkça görülmektedir. Öyle ki amacı hakikati aramak değil, farklı söylemde bulunanları refüze etmek olan ve de bütün öfke, hınç ve gücüyle üzerinize doğru gelen bu selin getirisinden kurtulmanın kolay olmadığını söylemek lazımdır.

Skolastik zihniyetin hemen her çağda görülen tanıdık versiyonu olan bu yaklaşım, hemen herkesi sıradanlaştıran bir etkiye sahiptir. Ona göre herkes, herkesin inandığı gibi inanmak zorundadır. Herkesin inandığından dışarı çıkmak, kişileri eşitleyen vasat ortamı bozmak olacağından, sahibi için farklı anlamlarda yıkım getirecek bir adım olabilir. Bu yüzden kişiler, içinde oldukları grup, küme ve cemaat gibi düşünmek zorundadır. Onların düşünmeleri cemaatin kabullerini aşamaz. Aşma ihtimali olan her durum, iç eğitim sayesinde ya da tezvirata varan tezâhürler akabinde susturulmalıdır. Bu başarılamazsa, muhatabın can, mal ve makam güvenliğini tehdit eden çarpıtmalar devreye girmelidir. Hedeflenen bu yolda elde edilecek her kazanım başarı olarak görülmelidir. Zira bu yapının iman esasına göre yapılan şey bir savaş/harptır ve savaş/harp da bütünüyle hileden ibarettir. Kavgada atılan tokatların sayısı düşünülmediği gibi, bu kutlu/ülvî amaç için öne sürülen malzemenin de hakikat olup olmadığına asla bakılmaz. “Çamur at izi kalsın!” fehvasınca hareket eden bu zihnin temsilcileri, sonuçta cihat meydanında olduklarını düşündüklerinden elde ettikleri ile övünmektedirler.

Engizisyon silahı, dogmatik zihnin muhalif düşüncelere karşı çektiği kılıçlardan birisidir. Oldukça tehlikeli olan ve adına “engizisyon” yani kendi inancından olmayanları soruşturan mahkeme/sorgulama/soruşturma/ikna çabası/tehdit/korkutma/şantaj/dışlama/ötekileştirme vb. denilen linç kampanyaları, din ve ırk fark etmeksizin insanlığın öteden beri tanıdık hâllerinden birisidir. Bildiğimiz kadarıyla bu zehirli süreçten hiç kimse kurtulamamıştır. Bilakis, daha başta kendi konumunu hakikatin merkezi olarak tanımlayanlar da bir süre sonra aynı silahla vurulmuştur. Bunun en bâriz örnekleri Buharî ve Gazalî’nin başına gelenlerdir dersek, abartmış olmayız. Endülüs’te İbn Rüşd gibi bir âlim, gücün yanında duran düşmanlaşmış olan ideolojiler tarafından ölüme mahkûm edilip eserleri yakılırken, aynı ateşte Gazalî’nin de eserleri yakılmaktaydı. Benzer şekilde, “Kur’an’ın metni mahlûktur” dediği için ya da devrin iktidarlarına yaptıkları zulümleri alenen haykırdıkları için başta Ebû Hanife olmak üzere pek çok eli öpülesi âlim de aynı akıbete duçar kalmıştır.

O nedene engizisyon ya da sürek avı, cadı avı veya linç kültürü, dönüp dolaşıp sahibini de vuracak olan tehlikeli bir silahtır. Dogmatik zihnin bu silahı çekmesi, başta kendine yarar sağlıyor olsa da, bir süre sonra kendisi de aynı silahla vurulma seçeneğiyle karşılaşacağını unutmamalıdır. Hele de bu silahı siyasal erkle birlikte çekmek, bu zihin sahiplerine asla yarayacak bir tercih olmamıştır. Muhalif fikirleri bu silahla susturmaya çalışmak, olsa olsa hemen her türlü zayıflığın genel bir adıdır. Nihayetinde hemen her devirde sıklıkla gördüğümüz ve de kendi topraklarımızda yeşertilmekle kalmayıp, Müslüman kültürde iştahla köpürtülen engizisyonun versiyonu olan bu tanıdık süreci “Müslümanların engizisyonu” şeklinde tanımlamak, herhâlde yapılan işin en uyumlu tanımı olsa gerek.

            İnsanlığı kuşatan dindarlık, akıl ve hoşgörü çerçevesinde gelişmelidir. Yoksa dindarlık denilen kabul hâlleri, ötekine yaşamı dar eden bir noktaya ulaşabilir. Bu nedenle dindarlık öfke patlaması üzerine inşâ edilirse bu öfkenin yıkıp geçeceği her yerde sadece muhalif düşüncenin temsilcileri olmaz. Zira bu tip dindarlığın muhaliflerini de besleyen zararlı, eşgüdümsel hatta öğretici bir yapısı olacaktır. Bir süre sonra bu eğilimden beslenen herkesin düşmanının silahını kullanmak isteyenler olarak, aynı akıbete ulaşma adına benzer davranışlarda bulunma seçeneğini tercih ettikleri rahatlıkla görülebilecektir. İşte, eğer ki dindarlıklarımız öfke üzerinde tahkim edilip, akıl ve vicdandan uzak yollarda gezinirse, hemen hiç kimseye yararı olmayan kabullerle donatılan bir yapıyı izhâr edecektir. Yoksa “Senin dinin sana benimki bana!” ya da “her sözü dinleyip en iyisine uyma” refleksi gösteremeyen bu mahfilde neşvü nema bulan en bâriz şey, öfke patlaması olacaktır. Hemen hiçbir haklı sebebe dayanmayan bu öfkenin sadece sahibini değil, bütün insanlığı kapsayacak bir ateşi harladığını akıldan çıkarmamalıyız.

            İnsanlığın en değerli kazanımı, herhâlde “fikir, düşünce, inanç ve görüşleri anlatma özgürlüğü” olsa gerek. Bu özgürlüğün “ama/fakat/lâkin” şıkkı yoktur. Kişiler neye inanıyorsa zarar ve ziyan içermeden bu düşüncelerini ifade edebilmelidir. Bu düşünceden hareketle, dogmatik zihnin bu sürece yakın durmadığını hatta bu süreci baltalayan bir eğilim içinde olduğu görülmektedir. Buna göre, dogmatik zihin sahipleri, kendi hakikatleri dışında hiçbir fikrin yaygınlaşmasını istemezler. Onlara göre bu fikirlerin ifadesi, bütünüyle hakaret olarak görülmelidir. Kendi kabullerini eleştiren her şey, onlar nezdinde hakaret olarak kabul edilmektedir. Fikrin ifadesi bağlamında görülmesi gereken şeylerin “hakaret” olarak kabul edilmesinin de herhangi bir sınırı yoktur. Zira hakaret kapsamını bu zihnin kendisi belirlemektedir. O nedenle kendi hakikatinin onayı dışında dile getirilen her düşünce, dogmatik süreçlerde sahibine yaptırım getirmesi gereken bir beyan olarak kalmaktadır. İçine girilen bu cendereden çıkışın ancak hakaret kapsamının yeniden çizilmesi sayesinde mümkün olacağı açıktır.

            Dogmatik zihnin hoşlanmadığı bilgi türü, ilmî ve de yüksek seviyeli tartışmalardır. Buna göre bu seviyede yapılan tartışmalar, “mâlâyâni” yani boş lakırdılardan hatta gevezeliklerden ibarettir. O nedenle bu tür kişiler, hemen her daim alt seviyedeki kabullerle yetinmekle tartışmadan, sorgulamadan kaçınırlar. Onların inandıkları kesin şeyleri olması, inandıkları şeylerin tartışılmasına engeldir. Bunların tahkik, araştırma ve soruşturmadan geçen imanları değil, taklit edilen imanları olur. Alt seviyedeki kabuller onlara kâfi geldiği için üst seviyede tartışılan konular fuzuli görülmektedir. Yüksek tahsil mekânlarını bu sebeple pek tutmazlar. Bu mekânların din ve imanı bozduğu, kişileri şüpheye düşürdüğü ifade edilir. Ülkemiz adına söyleyecek olursak, bu zihin sahipleri İlahiyatlarda verilen eğitimden hoşlanmazlar. Cemaat evleri, değişik mahfiller, Medrese ve Kur’an Kursu seviyesini özlemektedirler. Kendilerinin kontrol edemediği bilgi, bunlar için tehlikeli bilgidir. Bu yapıların ilmine değil, diplomasına taliptirler. Hakikati kendi mahfillerinde verdiklerinden ötürü, ilgili mekânlarda verilen ilme talip değillerdir. Devamsızlık yapma ya da dersi kaynatma hatta sabote etme veya derste başka şeyle meşgul olarak itikatlarının bozulmasının önüne geçmek istedikleri bilinen bir uygulamadır.

Oysaki adı üstünde yüksek bilginin verildiği kurumlar, hemen her şeyi, en temel kabulleri de yeniden ele alıp tartışmaya açmalıdır ki, sahipleri yapılacak olan saldırılara karşı dayanıklı yetişebilsin. Kışa, kara, borana dayanıklı yetişmeyen her düşünce, ilk rüzgârda telef olabilir. Tahkik edilen bilginin sahibine ne denli güven verdiğini unutan bu kişiler, kafa karışıklığından ödü patlayan bir kişilik hâline sahiptirler. Bu yüzden dogmatik zihnin taşıyıcısı olan fertler, tartışma ve eleştirinin olduğu yerde bulunmayı tercih etmezler. Devrin iman kurtarma devri olduğunu söyleyerek, hemen her şeyi iman kapsamında görme eğilimindedirler. Onlar nezdinde iman konusu olan şeylerin tartışma konusu yapılması zül olarak kabul edilir.

            Dogmatik zihnin özlemi olan kurumsal yapı, içinde sadece kendilerinin din ilmi dedikleri bilgilerin verildiği bir yapıdır. Onlara göre tefsir, hadis, fıkıh ve akait sahasında uzmanlaşmak, din ilmi için yeterlidir. İlahiyat ve İmam Hatiplerde verilen diğer dersler, esasında din ilmine katkısı olmayan derslerdir. Psikoloji, sosyoloji, felsefe, matematik vb. gibi alanları din ilimlerinden görmek doğru değildir. Yüksek din tahsilinin verildiği bu kurumları, tarihsel olarak ömrünü tamamlamış olan ve tek düze eğitimin verildiği yapılara dönüşen medreseye çevirme alışkanlığı, esasında kendi kazanımlarını kaybetmeme isteği yüzündendir. Zira bu yapılardan mezun olanların toplumda bir şekilde iş bulabildiği görülürse, yüksek din eğitiminin Kur’an Kursu seviyesinde eğitim vermesi isteği daha iyi anlaşılabilir. Bugün için her imamın yüksek tahsil yapma imkânı olduğu düşünülürse, bu yapıların neyi istediği hususu daha iyi anlaşılır. İlahiyat öğrencisini bu tür yapılardaki eğitimlere yönlendirmek hatta taşımak arzusu içinde olan yöneticilerin olduğu bilinmektedir. Ancak yüksek tahsil denilen olgunun karakterine uymayan bu isteklerin dogmatizmi besleyen bir istek olduğu da akıldan çıkarılmamalıdır.

Farklı düşüncelere karşı saldırgan tutumun temsilcileri olan dogmatik düşünce ve tutum sahipleri, muhatabına saygı duyma, ne dediğini anlama, kabul etmese de fikrini ifade etme hakkı olması gibi insanî, ahlâkî, olgun, empatik değerlerden yoksun bir tutum içindedir. Hoşgörü erdemi, onları öteden beri rahatsız eden bir tutumdur. Kendilerince tanımladıkları şekliyle, düşman fikirlerle barış içinde yaşama kültürü, onların kabul edebileceği bir şey değildir. Zira onlar için kendileri gibi olmayan her kişi “öteki”, fikir de “düşman ideoloji”dir. Bu yapılarla barış içinde olmak, hakikati bulan bu kişiler için söz konusu dahi edilemez. O nedenle bu kişilerin daima ikinci bir gündemi ve planı bulunmaktadır. Takiyye denilen tutum, adeta iman esası gibi bu kişilerin takip ettiği bir metodolojidir. Dünya üzerinde her kişi ve fikrin yaşama hakkı olduğunu kabul etmediklerinden, ne kişilere ve ne de fikir sahiplerine tolerans gösterebilirler. Bu beceriyi edinmediklerinden ötürü, becerinin işlevsel olacağı durumlarda ya öfkelerini kusarlar ya da ilgili ortamı terk ederler. Suçlama, düşmanlık ve ötekileştirme çabası, bu zihnin sosyal işleyişinin besleyici materyallerindendir. Hayatı karşıtlık üzerinde inşa eden bu yapıdan, hayatı beraberce yaşayan bir kitlenin üremesi oldukça zor gözükmektedir.

Eleştiri ve hoşgörü kültürü, kişiyi ve her dediğini onaylama değil, fikrin serbestçe ifadesidir. Ya da herhangi bir kişinin bir fikrini kabul edip onaylamak, onun her fikrini kabul etmek anlamına gelmemektedir. Ancak dogmatik zihin mensuplarının bu şekilde seçerek alma ve kabul etme becerileri olmadığından ötürü, bunlar, bir fikir veya kişiyi ya toptan kabul eder, ya da toptan reddederler. İçinde bulundukları kurumsal yapı onlara bu davranışı imkânlı hâle getirmektedir. Diğer bir ifadeyle, herhangi bir grup, cemaat, cemiyet ve yapının içinde olanlar, o yapının kabulleriyle kendilerini mücehhez kılarlar. Bu sebeple de o yapının kabulleri dışına çıkamazlar. Bunlar nezdinde muhataplarının bazı fikirlerini kabul etmek veya kendi yapılarının bazı fikirlerini eleştirmek olası değildir. Dâhil oldukları yapı da buna müsaade etmez. Eğer ki yapılacak olursa aforoz müessesesi devreye girecektir.

Her ne sebeple olursa olsun bu yapıların içinde kalanların dogmatik tutum gereği kendilerinden olanın hepsine kabul, dışarıda olanların hepsine ret oyu vermeleri zorunlu bir seçenektir. Kişiler, bu yapılarda sözde “adam” yerine konulduklarından dolayı, yapıyı kolaylıkla terk edemezler. Onların sesi, diğerlerinin sesine karıştığı oranda duyulur olmuştur. Yapının dışına çıkan yalnızlaşacağı için, sürü mantığı gereği bunu kimse göze almaz, alamaz. Bu gibi ortamlarda sizin değerinizden değil, grubun değerinden bahsedilir. Mamafih aslı olan grup ve yapıdır. Sizler, orada bir zerreden ibaretsiniz. O nedenle sizin sözünüz değil, grubun kanaati daha değerlidir. “Ya bizimlesin, ya da bizden değilsin!” mantığı, bazı kişileri yapının içinde kalmaya zorlamaktadır. Yapıyı terk etme iradesi, küfürle eşdeğer görüldüğünden ötürü, o güne kadar edinilmiş dost ve müşteriler de kaybolabilir. Bu yapıların ticaret işleri düşünülürse, müşteri kaybının verdiği zarar göze alınamaz. Sonuçta en doğru karar olarak yapının içinde kalıp sözlerin ezberlenmesi ve tekrarı tercih edilmiştir.

Dogmatik zihnin yabancısı olduğu “eleştiri kültürü”, insanı insan yapan değerlerin başında gelmektedir. Ancak dogmatik kültür ve inancın hâkim olduğu yerlerde bu kültür, düşmanlık üretmek için kullanılır. Köşe başlarını tutmuş dünün seviyesiz tetikçileri, “kanaat önderi” adı altında bu işi meslek edinmişlerdir. Onlar, dün sokaklarda terör estirirken bir şekilde bu yapının içine dâhil olunca âdeta “mücahit” ve “kahraman” olarak kabul edilmişlerdir. İlgili kişilerin kahramanlıkları söz konusu edildiği her ortamda, onların düşmanlarına karşı aldıkları mevziler, köşe yazıları ya da mücadele azimleri ön plana getirilir. Kendi gruplarının gazete, dergi ya da internet sitelerinde bazı ve görüş beyan eden bu kişiler, daima bir düşmanlıktan beslenmeyi tercih etmişlerdir. Seviyesiz ve kifayetsiz olan bu kişileri tanımayan diğerleri ise köşelerin kapılmış olması nedeniyle onları “adam” yerine koymaktadır. Perde arkasından haberdar olmayanlar nezdinde “dava adamı” olan bu kişiler, dogmatik zihni besleyen malzemeleri üretmekle mükelleftirler.

Yaptıkları şey, akılcı dindarlığın yerini dogmatik kabullerin alması olan bu kişiler, süreç sonunda hoşgörü ve eleştiri kültürünün kaybolduğu yığınları inşâ etmiş olmaktadır. Bu eğitimin kalıcı zararları ise kan, gözyaşı ve düşmanlık hatta toplumsal parçalanma olarak geri dönecektir. Sonuçta ekilenin biçildiği bu süreçte, dağılan aileler, aynı değeri paylaşmayan toplumlar, dindarlıkları düşmanlık üreten mü’minler… ancak bu yapını ürettiği kişiliklerden meydana gelecektir. Irak, Suriye, Pakistan, Yemen, Afganistan gibi Müslüman toplumların geldiği süreci izleyenler, ne dediğimizi daha iyi anlayabilirler. Kardeşinin infazını cihat olarak gören dogmatik dindarlığın mensupları, hayatı siyah-beyaz olarak gören ve hakikate karşı renk körü olan tek düze dindarlıkların üretildiği ve ötekine dair gelişen vahşi ortamların ürünleri olarak kabul edilmelidir.

Düşünce üretmek, esasında eleştiri ve hakaret çizgisinin korunduğu hassas bir noktadır. Başkasının düşüncelerini aşağılamak ve dahi terörize etmek, hangisi olursa olsun “kültürü düşmanlaştırma” anlamına gelecektir. Oysaki bu gibi işler, özünde te’vil yani yorum konusudur. Mesela, bir bardak suda fırtına koparılan konu olan “vahyin inzâlinin mahiyeti” konusu, bütünüyle içerik tartışmasıdır. Bu konudaki uç fikirler, vahyin kendisini değil, inzâlinin mahiyetini yani bize ulaşma sürecinin nasıllığını deruhte etmektedir. Dün olduğu gibi bugün de bu tartışma ve farklılıklar kendisini göstermektedir. Ancak oldukça yüksek olan ve adeta çevrimiçi tartışılması gereken bu konunun tetikçilerin eline düştüğünde sahibinin başını alan bir giyotine dönüştüğü rahatlıkla görülecektir. Mamafih öteden beri tartışılmakta olan, “kaderin iman konusu olup olmadığı, zekâtın vergi olup olmadığı hatta Hıristiyanların dediği gibi vahyin Hz. İsa kaynaklı olması, bazı sufilerin dediği gibi vahyin Hz. Muhammed kaynaklı olması ve de bazı filozofların dediği gibi vahyin Hz. Muhammed’in cevherinden oluşması fikirleri oldukça marjinal kalan düşünceler değil, kendi mecralarında bilinen ve tanınan kabullerdir.

Bizlere düşen görev, vahyin mana ve metin olarak geldiğinin kabulü ise, bu kabulü destekleyen delillerle konuşmaktır. Fikirlerin sadece fikirlerle eleştirilebileceğini bilmek, fikir sahiplerine güç verecektir. Fikir tartışmasına kan bulaştırmak, tehdit etmek, meslekten el çektirmek, ölüm cezası vermek, kâfir ilan etmek ve diğer işleri yapmak, bütünüyle bir zayıflık göstergesidir. İbn Rüşd’ün dediği gibi, fikirleri kanatları vardır, uçar ve sahiplerini bulur. Din denilen hakikat kümesi, onun için her durumda sadece izâh, anlatma ve tebliğ metodunu benimsemiştir. Tabiidir ki onun bu tutumu dogmatik dindarlar nezdinde ikna olmazsa tehdit o da olmazsa mahrum bırakmaya evrilen beşerî şiddetin kaynağı olabilmektedir. Bu işlerin insana yakışan yönü, tartışılır olan şeylerin iman konusu değil, düşünce konusu olduğunun kabulüdür. Zira sizin için iman konusu olan şey, diğeri için kabul değeri olmayan bir şey olabilir. Herhangi bir fikre saygı ve hürmet, eleştiriye mani olmamalıdır.

Yorumlar (7)
Muammer İskenderoğlu 3 yıl önce
Skolastik zihniyete haksızlık etmeyelim, orda çoğulculuk var!
Muammer İskenderoğlu 3 yıl önce
Skolastik zihniyete haksızlık etmeyelim, orda çoğulculuk var!
Muammer İskenderoğlu 3 yıl önce
Skolastik zihniyete haksızlık etmeyelim, orda çoğulculuk var!
Recep Ertugay 3 yıl önce
Namık Kemal Bey, Kur’an’ı Kerim’i linç etme kültürüne alkış tutan bir yazı olmuş.
Hamza Çelik 3 yıl önce
Tabii Bütün suç ev sahibinin. hırsızın hiç mi suçu yok Namık Hocam
Bilal Yardımcı 3 yıl önce
Görüşlerinize tümüyle katılıyorum. Maalesef ilmi çabaların değeri bilinmiyor. Onca araştırma çaba karşılığını bulmuyor. Aykırı yeni birşey söylenince panikle saldırılıyor linç ediliyor. Adam yıllarını vermiş, ömrünü o uğurda harcamış, büyün samimiyetiyle çalışmış hiç önemi yok.
Bilal Yardımcı 3 yıl önce
Görüşlerinize tümüyle katılıyorum. Maalesef ilmi çabaların değeri bilinmiyor. Onca araştırma çaba karşılığını bulmuyor. Aykırı yeni birşey söylenince panikle saldırılıyor linç ediliyor. Adam yıllarını vermiş, ömrünü o uğurda harcamış, büyün samimiyetiyle çalışmış hiç önemi yok.
12
az bulutlu