banner4
25.03.2022, 09:30

ACABA DOĞRU ANLAYABİLECEK MİYİZ?

ACABA DOĞRU ANLAYABİLECEK MİYİZ?
Ali Bardakoğlu “İslam’ı doğru anlıyor muyuz?” adlı çalışma ile geleneksel düşüncenin sınırlarını zorlamış… “Acaba yazarın söylediklerini bizler doğru anlayabilecek miyiz?” diye endişelendim. 
“Yüzleşme” kitabında eski Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu “Müslümanlıkla ahlak arasındaki makas giderek açılıyor. Müslümanlar dünya ahiret dengesini yitirdiler. Adalet duygusu zayıfladı, giderek güçlünün yanında olan bir din söylemi gelişti. Din- siyaset, din-ticaret ilişkilerine sınır getirilmeli, dini duyguları her alanda geçer ölçü yapıyoruz, dini yoruyoruz, sonunda din algısı tahrip oluyor” demişti.
Yazar bu kitabında da yenilenmesi gereken düşüncelerin ‘iman zafiyeti’ olarak algılanmaması gerektiğini, günümüzün sosyal sorunlarına geleneksel bakışın artık yetersiz kaldığını, yeni çözümleri konuşmanın zamanının çoktan geçtiğini, bunu yapmadığımız takdirde İslam’ın değil, ‘Müslümanların sorununun’ devam edeceğini beyan ediyor.
Kitap, İslam’ın her çağ ve topluma uzanan evrensel mesajının doğru anlaşılmasını engelleyen tarihsel gelişmeleri, olguları, zihinsel durumları, bakış ve yorum tarzlarını detaylı şekilde ele alıyor.
Eski Diyanet İşleri Başkanımız, kaygıları gidermek için düşünsel çabasının amacını şöyle açıklıyor:“Din elbette kendini koruyacak ve ayakta tutacak temel argümanlara sahiptir. Ama önce Müslüman bir toplumda doğrudan dinin tartışılır kılınmasının vebalinden kurtulabilmek için olup biteni anlamaya çalışmak, sonra da İslam’ı topluma nasıl anlattığımızı, karşımızda saf tutup bizden samimiyetle bir şeyler öğrenmek isteyen insanlara din olarak neyi sunduğumuzu, bunda bir yanlışımızın olup olmadığını açık yüreklilikle konuşmamız gerekmektedir. İşte yapılmak istenen budur” diyor. 
Kitap önce tarihsel süreçte dini ilimlerin oluşumunu, din hakkındaki bilgilerin topluma ve nesilden nesile aktarım usulünü ve bilginlerin dini bilgiyi belirlemede üstlendiği role dair özet bilgileri veriyor. Ali Bardakoğlu’nun vurgusu önemli: Bugün temel İslâmî ilimler olarak öğretilen bilgilerin baskın karakterinin, klasik dönem denilen hicrî ilk beş-altı asır içinde, o dönemin şartlarıyla uyum içinde üretilmiş bilgiler olmasıdır. Yazar bu kapsam üzerinden sorunu belirliyor: “Mesela klasik dönem fakihleri İslam’ın ribâ yasağını veya zekât emrini o dönemin mal ve mübadele araçları, ticarî hayatı ve ekonomik değerleri üzerinden, aile hayatına dair dinin ilkelerini dönemlerinin aile, kadın, evlilik, eğitim, velâyet telakkilerini baz alarak açıklamış; kelâm ve felsefeciler toplumun o gün için canlı tartışmaları ve mevcut birikimini gündemlerine almıştır. Kur’an’ın kevnî âyetlerine getirilen yorumlar da o günün bilgileriyle uyumludur. Örnek olaylar ve olgular, şartlar ve telakkiler değişir; buna bağlı olarak getirilen çözümler de değişir. Bunların hiçbiri zaman ve mekândan soyutlanarak mutlaklaştırılamaz...”
Yazara göre din, insanın günlük hayatının her anına müdahale eden kurallar bütünü değil...Geçmişte, fıkıh din ile eşitlenerek tüm sorunlara dinden, dolayısıyla fıkıhtan çözüm aranarak fıkha/hukuka yersiz bir görev yüklendiğini ve bu nedenle fıkhın, insani bir faaliyet olmaktan uzaklaşıp, ilahî bir hüviyete büründüğünü, fıkhî/hukuki meselelerin inanç haline geldiğini anlatan Ali Bardakoğlu, hukukun akışkan ve değişken bir mesele olduğunu ve durağanlaştırılan geleneksel fıkhın ise, “İslam’ın fıkhı” değil, “Müslüman toplumların fıkhı” olduğunu saptıyor.
Gelişen toplumlarda yeni sorunlara, fıkhın verecek cevapları güncellenmediğinde sorun daha da derinleşiyor: “Günümüzde din bilginlerinin klasik öğretiye sadık kalarak bu yüzyıl insanına dinî gelenek adına çözüm sunması zordur. Mesela, itikat ve ibadet alanında hayli rahat konuşabilen günümüz ulemâsının insan hakları, ötekinin/azınlığın hakkı, din değiştirme, suç ve ceza, çok evlilik, boşanma, miras, ribâ-faiz gibi birçok güncel konuda gelgitler yaşaması ve sonunda eskimiş bir söyleme mecbur kalması, esasında şahsî bir kusur olmaktan öte bir öğretim sonucudur.”
Eski Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’nun insanlık tarihinin geçirdiği evreler ve değişen durumlar karşısında görüşü şu: “İslam’ın on dört asırlık tarihinde yaşanan olaylar ve dönüşümleri kavrayabilmek için bu birikimler vazgeçilmezdir. Kelâmla felsefe ve düşünce tarihi, fizik; fıkıhla hukuk, ahlak, iktisat, sosyoloji ve siyaset; tefsirle tarih, dinler tarihi, dil ve edebiyat, imla ve fonetik, astronomi; hadisle tarih, kültür tarihi, antropoloji vb. birçok ilim dalı yakından ilgilidir. Bunun için de dinî ilimlerin bütün bunlarla bilgi alışverişi içinde olması, bütüncül bir bakış açısıyla öğretilmesini gerektirir” diyor.
Bu bütüncül yaklaşımın, insanın iman özünün şekillenmesinde de önemli bulan yazar, bunu şöyle aktarıyor: “İslam davetinin, Mekke döneminde ulûhiyet, tevhid, âhiret, namaz, dua, samimiyet, fedakârlık, bağışlama, sabır gibi inanç, ibadet ve ahlâk konularında ısrar edip zihin ve gönüllerde temel insanî erdemleri kökleştirmeyi öncelemesi, dindarlığın nasıl bir zeminde inşa edilmesi gerektiğini çok güzel anlatır. Bu zemin ibadet erkânının ve dinin dışa yansıyan kurallarının içselleştirilmesini ve içerideki özü beslemesini sağlar. Zaten şekil ve kurallar ile onlara uymaya bizi sevk eden iç dünyamız arasındaki ilişki karşılıklıdır. Kişinin iç dünyasının dinin özü istikametinde yoğrulmasını önemsemeyip sadece ritüellere, zâhirî tezahürlere, şekil ve kurallara yani dış görünüşü ve görüntüyü güzelleştirmeye odaklanan bir dindarlık anlayışı, dinin maksadıyla uygunluk arz etmez. Halbuki Müslüman içi de dışı da güzel olan, dışarıya yansıtamadıkları için hayıflanan ve üzülen, ama iç dinginliğini ve güzelliğini daima koruyan kimsedir. Din eğitim ve öğretimi verirken zihinlerin sadece kural ve şekillerde takılıp kalması yerine bütüncül bir bakış açısının kazandırılması bunun için önemlidir.” 
Yazara göre geleneği dondurup, kutsallarla dokunulmaz kılınan din anlayışı, sonunda “zihnî İslamcılık ile amelî sekülerlik” boyutuyla, kafa olarak dindar, davranış olarak seküler insan prototipini doğuruyor. Bu durum bireylerde  ‘iki dünyalı, iki karakterli ve iki kimlikli bir Müslüman tipolojisini’ oluşturuyor. Yani ‘zahiri dindarlaşma ile batini dünyevileşme’ şeklinde, temel dini kuralara bağlılığın sözde sürdürülmesi ama dinin esası olan insani ve ahlaki davranışlardan uzaklaşma hali...
Kitaptan okumalara devam edelim:
“Din, dünya, akıl, düşünce, bilim, bunların hepsi Allah’ın yaratması ve lütfunun eseridir. Buna göre insan, dünyanın işleyişinde sebep-sonuç ilişkisinin cari olduğunu görüp her bir davranışının sonuçlarını öngörebilecektir; insan akıllı, iradeli, özgür ve davranışlarından sorumlu bir varlıktır. Hal böyle olunca kendi yapmamız gereken işleri Allah’a havale edip fiillerimizin sonucunu O’na yüklememiz ve bu suretle olup bitende bizim payımızın olmadığını ileri sürmemiz doğru olmaz. Kader, tevekkül, dua, irade ve özgürlük anlayışının da bu zemine oturması gerekir. Günümüz aydınları ve yetkilileri öncelikli olarak bireyi ezik ve pasif kılan, nesneleştiren ve onu davranışlarının sorumluluğunu üstlenmekten uzaklaştıran bir din eğitim- öğretimini ciddi şekilde sorgulamalıdır.” 
Görünen o ki, bir kısım ulemânın din adına ürettiği bilgiler toplumda karşılıksız kaldıkça, bireyler hayal kırıklığı yaşıyor; bu da dinî ilimlere, İslam’a, İslam’ın peygamberine ve geleneğe karşı, yeni nesilleri daha mesafeli kılıyor. Tartışmalara ve aykırı görüşlere tahammül yeteneğinin ciddi şekilde daralma yaşandığı bu zamanda, sıradan bir ilmî tartışmanın ‘din-iman tartışmasına’ dönüşmesi de yeni nesillere dini düşünce adına katkı sunmanın önündeki engellerden biri oluyor.
Yazar bu bağlamda yeniden sorular sormak istiyor: “Bugün ‘İslam’ı nasıl anlıyoruz?, Farklı düşünceler ne diyor?, Ortada bir anlama sorunu mu, anlamı anlamlandırma ve yorumlama sorunu mu var?, Yoksa bundan da öte, temelde dinle ilgili daha köklü anlayış farklılaşmaları mı yaşıyoruz?‘ gibi soruları elbette konuşulması ve enine boyuna tartışılması gerekir. Bunu öncelikle biz yapmalıyız; hem de bizim dışımızda bunları konuşan çevrelere cevap yetiştirme heyecanıyla duygularımızın bizi esir almasına fırsat vermeksizin yapmalıyız. İslam’ı anlamayı önemsememiz, zamanın akıp gitmesi ve toplumların sürekli değişiyor olması sebebiyledir. O halde İslam’ın akıp giden zamana ve değişen topluma rehberlik edebilmesi, Müslüman aydınların zihnî ve entelektüel kapasitesine bağlıdır.”
Düşünürümüz, büyük bir özlemle anlatılan Asr-ı Saadet dönemini yeniden yorumlayıp, günümüz kültürüne yeni bir bakış kazandırmak istiyor: “Hiçbir zaman aslî kaynağın bilgisinin hitap ettiği, anlaşıldığı ve yaşandığı o ilk toplum tarzını tarih ve kültürüyle tekrar yaşayamayız. O günden bu yana sosyal ve kültürel kodlarda, ekonomik ve toplumsal yapıda, algı ve değerlerde, devletlerarası ilişkilerde radikal değişmeler oldu. Böyle olunca klasik kitapların bize dinî bir tonda aktardığı geçmiş döneme ait nass dışı bilgilere kültürün tarihi veya toplumun kültürü açısından bakmayıp da hepsini dinî bildirim gibi gördüğümüz ve gelenekteki bu bilgilerin her birini korumaya ve yaşatmaya kalktığımız vakit, aradan bu kadar zamanın geçmesi sebebiyle onun kültürel ve toplumsal zemini kalmadığı ve onu ayakta tutan destekler bulunmadığı için birçok ıstırapların, hayal kırıklıklarının yaşanması kaçınılmaz.” 
Ali Bardakoğlu, -toplumsal sorunların temeline inen kültürel donanımıyla- İslam ilimleriyle meşgul olanların ve din alanında topluma bir şeyler söyleyenlerin uzun yıllar skolastik din eğitiminden geliyor olmalarının sadece topluma değil, kendilerine de zarar verdiğini görüyor: “Böyle bir eğitim sonrası zihnen yaşadığı ve muhataplarına da empoze ettiği insanî ilişkiler, değerler, hayat tarzı ve öncelikler tasavvuru ile fiilen yaşanan hayatın gerçekleri arasındaki uçurumu fark eden geleneksel din sınıfının kendine ve toplumuna yabancılaşması ya da özgüven kaybına uğraması kaçınılmazdır. Ne var ki bu kesim, söylediklerinin doğruluğundan emin olduğu ve onları test etme ihtiyacı duymadığı için olmalı, toplumuna ve gerçekliklere yabancılaşmanın bir yansıması olarak hırçınlaşıyor ve sorunun kaynağı olarak zamanı ve muhataplarını suçluyor. Bazen de zihinlerine kazınmış bilgilerle baş başa bir inziva hayatına çekiliyor ve karamsarlığa düşüyor. Çoğu zaman da söylediklerinin toplumda karşılığının zayıflamış olmasının bir avuntusu/telafisi olarak din konusunda fevkalade hamasî bir dil kullanarak retoriğe sığınıyor. Bütün bunlar ise sorunu çözmek yerine kördüğüm etmek demektir. Öte yandan, her kesimin kolayca ileri sürebildiği ‘İslam’ı en doğru ve sahih biçimde anlama’ iddiası, dini anlamada hoşgörüyü ve çok sesliliği beslemesi gerekirken, kullanılan dil ve üslup sebebiyle, sadece ve sadece kamplaşma artıyor.”
Oysa ki yazarımız “bizim tarihimiz aynı ayeti veya hadisi farklı farklı anlayan, aynı olaydan farklı ilkeler üreten ilim insanlarıyla doludur. Biz içe kapanmadığımız ve özgüven sahibi olduğumuz dönemde dinin akide ve şeriat alanındaki birçok ana konusunu özgürce tartışabildik. Bu ilim ve tartışmalardan sonra din yok olmadı, aksine dini bilgi daha güçlenerek çıktı” diyerek, tek hakikatçiliğin birlik değil, kamplaşma doğuracağını açıklıyor: “Bugün kendimizi merkeze alarak ve hakikat tekelciliği yapıyor, görüşüne katılmadığımız kişileri yok saymaya, İslam dairesinin dışına atmaya böylece Allah’ın dinini korumaya çalışıyoruz. Bu hastalıklı bir tutumdur. Kendi görüşümüzü dinle özdeşleştiren bir kibirdir. Özgüven yoksunluğunun ve söylediklerimizin toplumda karşılığının olmamasının iç dünyamızda yarattığı hıncın adeta dışavurumudur. Burada belki de ilk yapılması gereken Müslümanlar arasındaki farklı din anlayışlarının ve bunların hayat tarzına dönüşmesinin hak-batıl, hidayet-dalalet, iman-küfür gibi akide/inanç ekseninde değil, isabetli-isabetsiz, doğru-yanlış gibi tanımlamalar üstüne kurulmuş eleştirel ve analitik bir yaklaşımla ele alınmasıdır.”
Neticede Ali Bardakoğlu, bir dönem Diyanet İşleri Başkanlığı yapmış birisi olarak, bireylerin bir kısımının dine bakışının, kişisel gelişim eksikliği yanında haset ve kıskançlık gibi karakter sorunlarını da barındırdığını tespit ederek düşüncelerini şu şekilde tamamlıyor: “Bugün İslam uleması arasında zamanın ve toplumsal şartların değişimini görmezden gelenler hayli ağırlıktadır… Böyle yaparsak Müslümanlar açısından tarihin sonu gelmiş ve İslam’ın bugüne ve yarına dair bütün öngörü ve mesajını yok saymış oluruz. İslam’ı tarih ve toplum bilincini koruyarak anlamak zorundayız. Toplumların sürekli bir değişim içinde olduğu gerçeğini kabullenmek ve bu değişime verilecek cevapları nasların anlam çerçevesi içinde aramak, bu çabanın hareket noktası olacaktır. Yorum tarihimizde rey ekolünün yapmaya çalıştığı da bu olmuştur. (...) Bugün altmışa yakın İslam ülkesi huzur ve güven, adalet ve hukuk, insan hakları ve özgürlükler, insan onuru ve insana saygı, eğitim, bilim ve teknoloji, sosyal refah, çevre gibi birçok temel konuda ciddi sorunlarla boğuşuyor. Üstelik yüce dinimizi anlayış tarzımız, dini eğitim ve öğretimimiz bu sorunların üstesinden gelmede bize ciddi bir destek üretmiyor. (...)Allah dinini kıyamete kadar koruyacaktır. İslam hakkında konuşanlar, yazıp çizenler din muhafızlığına soyunmak ve insanların imanını, dindarlık derecesini ölçmek yerine Allah’ın son dinini daha iyi anlamak, önce kendi dindarlığını gözden geçirme ve koruma, sonra da diğerlerine iyi örnek olma yolunu seçseler ne iyi ederler. (...) Müslüman elinden ve dilinden herkesin güvende olduğu kimse olmalıdır. Kendisi için istediğini kardeşi için de samimiyetle isteyebilmelidir. Müslüman, dünyada örnek ve gıpta edilen bir kişilik profili sergilemelidir. İnanarak ve yararlı iş yaparak dünyada Allah’ın halifesi olduğunu insanlığa göstermeli, etrafına barış ve esenlik saçmalıdır. Öyleyse, niye Allah’ın cennetini birbirimizden kıskanarak, birbirimizi sırat köprüsünden aşağıya atmaya çalışarak hayatımızı birbirimize zehir ediyoruz. Bu öfke niye ve kime? Yüce Yaratanı tanıyıp O’nun huzurunda hesap vereceğimize inanmamız, yani Allah ve ahiret inancımız bizim bu dünyada daha ahlaklı, daha adaletli, daha merhametli olmamıza, özü-sözü bir dosdoğru insanlar olmamıza yol açmalı değil mi?”

Kaynaklar: http://www.kuramer.org/documents/pdf/islami_dogru_anliyormuyuz.pdf
         https://www.karar.com/islami-anlamak-icin-toplumsal-metot-1408246
Ali Bardakoğlu: 1970 yılında İstanbul İmam Hatip Lisesini bitirdi. 1974’de İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nden, 1975 yılında da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Bir süre öğretmenlik ve stajyer hâkimliğin ardından, 1977 yılında Kayseri Yüksek İslam Enstitüsünde Fıkıh asistanlığı görevine getirildi. 1982 yılında Atatürk Üniversitesi İslami İlimler Fakültesinde doktora tezini verdi. Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde İslam Hukuku yardımcı doçentliğine atandı. 1986 yılında doçentlik aldı. Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Bölüm Başkanlığı ve Dekan Yardımcılığı görevlerini yürüttü. 1993’de Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne atandı. 1994 yılında ise İslam Hukuku Ana Bilim Dalında profesör oldu. Marmara İlahiyat Meslek Yüksek Okulu Müdür Yardımcılığı ve Dekan Yardımcılığı görevlerini yürüttü. Çeşitli ulusal ve uluslararası sempozyumlara müzakereci olarak katıldı. 28 Mayıs 2003 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığı’na atandı. 11 Kasım 2010 tarihinde görev süresinin bitmesine kısa bir zaman kala Diyanet İşleri Başkanlığı görevinden emekliliğini istedi ve istifa etti. İngilizce ve Arapça bilmektedir.  

Yorumlar (0)
12
az bulutlu