banner4
14.12.2020, 10:25

Yokluk mu, hiçbir şey mi?

Varlığın zıddı, yokluk, hiçlik” ve “varlığın yaratılmasından önceki durum” gibi anlamlarda kullanılan adem (yokluk) sözcüğü, felsefe kaynaklı bir kavramdır.

Eski Yunan felsefesinde başlayan varlık/yokluk tartışmasında ParmenidesHerakleitos ve Anaxagoras gibi Soktares’ten önceki döneme ait filozoflar, yokluktan bir şeyin meydana gelemeyeceği düşüncesinden hareketle yokluğun gerçek bir varlığı bulunmadığını, yokluk düşüncesinin bir kuruntudan oluştuğunu, dolayısıyla varlığın başlangıcı ve sonu olmadığını savunmuşlardır. Buna karşılık Eflatun yokluğu, öncesiz ve sonrasız olan, değişmeyen, uygun varlıklar dünyasını var etmek için kullandığı ilk madde olarak açıklamak suretiyle ona gerçek bir varlık tanımıştır. Daha sonra yokluğu, “varlığın ya da var oluşun yokluğu” anlamında kullanan Aristo, bunu madde ve biçim ile birlikte varlığın üçüncü bir ilkesi varsayarak varlık kuramını bu varsayım üzerine kurmuştur. Ona göre varlık ve yokluk iki zıt ilke olup herhangi bir dayanağa gereksinimleri vardır. İşte bu zıtların kendisinde yer ettiği dayanak, maddedir. Yokluk, bir niteliğin maddede bulunmaması durumudur. Salt bir oluş yoktur; her oluş, göreceli veya gizilgücü var olmayanın bir varlık durumuna dönüşmesidir. Bu durumda, Aristo’da gerçek yokluk gerçek bir varlığa sahip gibi görünmüyor; çünkü ona göre varlık, var olan bir olgu sayesinde oluşur. Gerçekten her yönden yok olan bir varlığın meydana gelebileceği düşünülemez.

İslam dünyasında yokluk sorunu üzerinde ilk defa, İslam dininde akılcı inanç görüşünü savunan Mutezile düşünürleri durmuştur. Onlar, her ne kadar evrenin yokluktan meydana geldiğini kabul etmişlerse de varlıkla niteliği birbirinden ayırarak yokluğun bir “öz”ü bulunduğunu, onun “durağan” ve “şey” olduğunu, dolayısıyla zihnin dışında bir varlığı bulunduğunu belirtmişlerdir. Onlara göre Allah, “şey”lerin yaratılmadan önceki durumlarını, yani yokları biliyordu; bu durumda yoklar, onun bilgisine uygun bir gerçekliğe sahipti.

Mutezile düşünürleri yokları “varlığı olmayan bilinen” şeklinde tanımlayarak ona, bilginin objesi olarak bir gerçeklik tanırken, Sünni İslam görüşünün düşünürleri, yoku “hiçbir şey değil” şeklinde açıklamış ve bu suretle yokluğa bir gerçeklik tanımaktan kaçınmıştır. Onlara göre varlıkla nitelik birbirinin aynıdır; bu nedenle evren her bakımdan yokluktan yaratılmıştır. Yokluk, olumsuzluk sözcüğüyle eş anlamlıdır; dışarıda bir varlığı bulunmayan yalnızca zihinsel bir kavram olup, bilinmesi varlığa bağlıdır. Kur’an’da evrenin yaratılışından söz eden ayetlerde “yokluk” anlamına gelen “adem” ve “hiçbir şey değildir” anlamına gelen “ şey” kavramları bulunmamakla birlikte insanın yaratılışından söz eden bazı ayetlerde bu anlamı gösteren sözler kullanılmıştır; Meryem Suresi 19/67 ayetinde bu durumu, “İnsan, daha önce hiçbir şey değilken (yokken), onu yarattığımızı düşünmez mi?” diye bizlere bildirmektedir. Sünni düşünürlerin bu görüşlerini, ayette geçen (lem yeku şey’a) deyişiyle, “Allah vardı, ondan başka hiçbir şey yoktu” anlamındaki Resullahın bu sözünden çıkarmış olmaları olasıdır. İslam dininin inanç konularını irdeleyen ve tarihsel olarak bu çerçevede gelişen dinsel ve felsefesel kuramlarla ilgilenen bir bilim dalı olan “Kelâm İlmi”nde yokluk, “Allah’a kıyaslanması uygun olmayan özellik” anlamında da açıklanmıştır. Ünlü Türk din bilgini ve Hanefi görüşünün kurucusu İmamı Azam’ın düşüncesini izleyen, akla önemli bir yer veren İslam anlayışının ve görüşünün öncülerinden biri olan MatüridiMutezile’nin yokluğa “nesnellik” tanımasından, öncesizlikte Allah ile birlikte başka gerçekler bulunduğu ve evrenin başlangıcı olmayan olduğu sonucunu çıkararak bunu Allah’ın teklik ilkesine aykırı bulmaktadır. Ancak, teklik ilkesini tüm düşünce sistemlerinin temeli yapan Mutezile konusunda böyle bir yargıya varmak doğru olmasa gerektir. Gerçekten onların özellikler konusunda Sünni görüşüne karşı çıkmaları da teklik ilkesindeki duyarlılıktan ileri geliyordu.

Felsefe, tıp, matematik astronomi, ilahiyat, psikoloji, fizik, kimya ve müziğe kadar birçok bilim dalında yapıtları olan ilk İslam filozofu Kindi’nin tanımlamalarında “yokluk” sözcüğü yerine “olmadı” anlamına gelen “leyse” sözcüğü kullanılmıştır. O da Sünni düşünürleri gibi “yok” anlamına gelen “ma‘dûm”u ve “hiçbir şey değil” anlamına gelen “lâ şey” diye tanımlamaktadır. Kindi’ye göre hareket ve zaman gibi cisim de sonlu, dolayısıyla yokluk ve hiçlikten yaratılmıştır. Her yaratılmış olanın bir yaratıcıya kıyaslanması gerekir. Bu durumda her şeyin, zorunlu olarak bir yoktan yaratanı olmalıdır. İslam’ın en parlak döneminde yaşamış ünlü filozof ve bilim adamı, aynı zamanda gökbilimci, mantık bilimci ve müzisyen olan Farabi ise yokluğu, “bir şeyin, içinde bulunduğu konudan yoksun olması” biçiminde tanımlar ve Mutezile gibi o da yokluğu “şey” kabul ederek varlığa ve konuya kıyasla kavranabileceğini düşünür. Eğer, “yokluk varlığın zıddıdır” denilerek içinde bulunduğu olanak koşulu ortadan kaldırılırsa bu durumda, “yokluk varlık değildir” biçiminde bir anlam ortaya çıkmış olur. Bu şekilde, yokluğu varlığa kıyasla “olabilen yokluk” ve hiçbir şekilde kendisi olmayan “salt yokluk” biçiminde ikiye ayıran FarabiAristo’nun, zihinde tasarlanmış bir varlık olan “heyûlâ”nın   Allah tarafından “hiçbir şey”den yaratıldığı düşüncesinde olduğunu belirtir. Böylece FarabiAristo’nun İslam anlayışına karşıt bir görüşe sahip olmadığını kanıtlamak istemiştir. Yokluğu, “öz bakımından yok, belirti ve ilinti olarak var olan” biçiminde tanımlayan Farabi, onun bu varlık tarafını akılda tasarlanabilmesine bağlamaktadır. Kindi gibi o da olabilir varlıkların, yokluk durumundan varlık durumuna geçmelerinin ancak bir nedenle gerçekleşebileceğini belirtir. Ayrıca o, iyiliği “varlığın mükemmelliği”, kötülüğü ise bu “mükemmelliğin yokluğu” ya da başka bir deyişle “yokluk” biçiminde tanımlamaktadır. “Yokluk” konusunu daha geniş olarak inceleyen İbni Sina bu kavramı, doğal varlıkların var olmazdan önceki durumu anlamına almakta ve Aristo’da olduğu gibi doğal varlıklara ilişkin ilkeleri madde, biçim ve yokluk şeklinde sıralamaktadır. Yokluğun ilke sayılması, herhangi bir varlığın var olabilmek için bir yokluğa dayanmasından ileri gelir. Çünkü yokluk, belirti ya da ilinti için bir başlangıçtır; yokluğun son bulmasıyla varlık var olur. Yokluk, ne salt bir varlığa, ne de salt bir yokluğa sahiptir; aksine, bir varlıkta düşünce, yetenek ya da gizilgüç durumunda var olan kendi varlığının ortadan kalkmasıdır. Buna göre yokluk gerçek bir varlık olmayıp yalnızca bir olanak durumudur. İbni Sina’ya göre varlık, doğrudan kendisi sayesinde bilindiği halde yokluk, herhangi bir yolla varlık sayesinde bilinir. Bu da İbni Sina’nın yokluğa gerçek bir varlık anlamı tanımadığını gösterir. Aslında yokluk varlığın zıddıdır. Diğer yönden Farabi gibi İbni Sina’ya göre de varlık iyilik, yokluksa kötülüktür. Bu nedenle “şey”ler var olmayı ister ve yok olmaktan kaçar. Çünkü kötülük, herhangi bir şekilde yokluktur; varlığa sahip olmamaktır. Hiçbir şekilde yoklukla ilgisi bulunmayan tek varlık, varlığı zorunlu olan ve var olmak için hiçbir nedene gereksinimi olmayan anlamındaki “Vâcibü’l-Vücûd” yani “Zorunlu Varlık”tır; onun dışındaki tüm varlıklar, nitelikleri bakımından yokluğa elverişlidirler.

Kendilerini İslam’ın iç ve içsel yüzü olarak tanımlayan ilk sufilerde yani tasavvufçularda “yoksulluk” anlamında kullanılan “yokluk”, Gazali ve Muhiddin Arabi’nin getirdikleri açıklamalarla yeni anlamlar kazanmıştır. İlk tasavvufçuların geçicilik ya da ölümlülük anlamına gelen “fanilik”le nitelendirdikleri Allah’ın dışındaki tüm varlıklar, Gazali’de “salt yokluk” durumunu almış, onun tasavvuf anlayışında Allah tek varlık, Allah’ın dışındaki tüm varlıklar ise varlıkları Allah’a bağlı olmaları dolayısıyla, kendi varlıkları bakımdan yokluk derecesindedir. Allah’ın dışındaki tüm varlıkların, salt yokluktan yaratıldığını kabul eden Gazali’ye göre Allah’ın varlığı gerçek, onun dışındakilerin varlığı ise gerçek olmayana ilişkindir yani mecazidir; varlık iyilik, ışık ve aydınlık, yokluk ise kötülük ve karanlıktır. Böylece Gazaliİbni Sina ile aynı görüşü paylaşmaktadır. Muhiddin ArabiGazali’nin yokluk konusundaki anlayışını geliştirerek, varlığın birliği ve varlıkta birlik anlamında bir tasavvuf terimi ve bu bağlamda Allah, evren ve insan ilişkilerini açıklayan düşünce sistemi olan “Vahdet-i Vücud” düşüncesine ulaşmıştır. Yokluğa ilişkin, “salt yokluk” ve “olabilir yokluk” kısımlarına ayıran Muhiddin Arabi kötülük, karanlık ve içsel salt yokluk anlamında kabul eder. Allah, salt varlık durumundaki aydınlığı karanlık üzerine akıtmak suretiyle evreni yaratmıştır. Ona göre, kendi varlığı bakımından “yokluk” niteliğine sahip bulunan evren, Allah’ın iradesiyle varlık kazanmıştır. Muhiddin Arabi evreni, varlığı Allah’ın yaratmasına bağlı olduğu için kendine kıyasla yok, Allah’ın bilgi boyutunda var olmasına kıyasla ise var kabul eder ve yaratılmadan önceki durumuna, tüm birimsel varlıkların var olmadan önce Allah’ın bilgisinde var oluşu anlamına gelen “a’yân-ı sâbite” adını verir. Böylece Muhiddin Arabi, Gazali’nin “yokluk” anlayışından ayrılarak Mutezile’nin görüşünü benimser. Tasavvufçuların çoğuna göre ise “yokluk” ne vardır, ne var olmaya elverişlidir; yalnızca Allah’a özgü gücün ve gizemin ortaya çıktığı, göründüğü ya da belirdiği yerdir. Tüm varlıkların var olmadan önce Allah’ın bilgisinde var oluşunun belirdiği ya da göründüğü bir ayna durumunda olan Allah’ın dışındaki varlıklar, bir eksen etrafında hızla dönen ateşin çizdiği çember gibi tamamen kuruntu ve hayalden oluşur.

Kısaca özetlersek; “Yokluk” kavramı, zihinde oluşan genel anlamda karanlık bir boyutsallık olup, aynı zamanda genel anlamda aydınlık bir kavram olan varlığın zıttı ve karşılıklısıdır. Varlığı, “yokluğun yokluğu” diye tanımladığımız gibi, yokluğu da “yokluğun varlığı” diye tanımlarız. Sonsuzluk, öyle bir başlangıcı olmayan sonsuz karanlıktır ki, ondan öncesizlikten ve sonsuzluktan bir şey çıkmaz ve öyle bir öncesiz ve sonsuz hareketsizliktir ki, ondan öncesizlikten ve sonsuzluktan bir hareket görünmez. Varlık, sonsuz olup bir sınırda sona ermediği için, yokluğun ise gerçekleşebileceği bir alan var değildir; bundan dolayı yokluk kesin olarak olmayan şeydir. Varlık devamlı tek olup, kendi gerçek aslı üzerinde başkalaşmaksızın ve değişmeksizin sonsuzdur. Yokluk da bunun gibi yokluğu üzerinde vardır. Varlık asla yok olmaz ve var, var olmayan olmaz ve var olmayan da var olmaz. Çünkü asılların değişmesi olanaksızdır. Başka bir anlatımla “varlık” doğru, gerçek yani hak, “yokluk” ise gerçek olmayan ya da hak dışında bir olgudur. Tasavvufçu bilgeler bu anlama aşağıdaki terimler ile işaret ederler; “Gerçek yokluk”, “karışmış yokluk”, “salt yokluk”, “salt gerçek dışılık”, “yalnızca yokluk”, “yokluğun varlığı”, “gerçek dışılık” gibi.

Yokluk iki çeşittir; Birisi bu sözü edilendir, diğeri de, “göreceli yokluk”, “varsayımsal yokluk” ve “kayıtlı yokluk” dedikleridir ki, bu yokluk çekirdeğin içindeki ağacın ve babanın dölünde olan çocuğun şekilleri gibidir. Yani gizilgüç olarak var ve gerçekten var olmayan şeyler göreceli yokluktadır. Göreceli yokluk, yalnızca varlık ile yalnızca yokluk arasında bir perdeden yani boyutsal bir farklılıktan oluşur.

Yorumlar (0)
12
az bulutlu