banner4
19.04.2020, 23:58

*VAKTİN BEREKETİ KALMADI DEMİŞTİ ÜSTÂD SOHBETİNDE...*

Dillere pelesenk olmuş MİHRİBAN şiirinin şairi merhum Abdurrahim KARAKOÇ Üstâdın, Ankara Sincan’daki evinde misafiri olmuş, bir grup arkadaşımla birlikte sohbetinden istifade edebilen imtiyazlı kişiler arasına girmiştik...

Son devrin büyük halk şairlerinden olan Üstâd’ın, demli çay eşliğindeki sohbetinden istifade etmek şu dünyada her fâniye nasip olacak bir nimet değil...

Merhum Osman Yüksel Serdengeçti ile olan anılarından, Ankara Hamamönündeki Osman Yüksel Serdengeçti’nin yazıhanesindeki tanışmasına, tanışmadan evvel Maraş’tan Osman Yüksel Serdengeçti’nin SERDENGEÇTİ mecmuasına gönderdiği şiir ve yazılara kadar nice anı anlattı...

Sohbetinde bulunan her insan gibi merakımızı mucip olan “MİHRİBAN” şiirinin hikâyesini de sorduk hâliyle...

Bir avuç genç üniversite öğrencisi olarak misafir olduğumuz evinde, “Servisi biz yapalım” teklifimizi “Olmaz siz misafirsiniz” diyerek geri çevirmiş ve çay servisine yardım etmemize müsaade etmemişti. Eşinin yaptığı çay servisi eşliğinde sorduğumuz “MİHRİBAN” şiirinin hikâyesini de, öyle sanıyorum her soranda geçiştirdiği gibi yaptı. Misafiri kırmadan, eşini işaret ederek... Herkesin bir Mihribanı var dedi. Çoluk çocuğa karıştık. MİHRİBAN herkesin dedi..

Sohbetin bir yerinde söyledikleri hiç aklımdan çıkmadı ve bu yazının da esas konuşunu teşkil etti. “Eskisi gibi vaktin bereketi de kalmadı” dedi Üstâd... “Sabah kalkıp sabah namazını kılıyorum. Köşe yazısını yazmaya koyuluyorum. Yazıyı bitir, gazeteye gönder (Gazetede köşe yazarlığı da yapmakta idi ve taşlama anlamında da üslubu sert idi rahmetlinin) bir bakmışsın öğlen olmuş. Yemek ye, öğle namazını kıl, bir şeyler oku-araştır derken bir bakmışsın akşam olmuş” demişti.

Merhum Abdurrahim Karakoç, rahmete ereli 8 yıl oldu. Bizim bu ziyaret ve sohbetimizin de 10 yıldan fazlası vardır zaman olarak.

Bunu belirtmekteki amacım, Üstâdın “vaktin bereketi kalmadı” tespitinin geçip giden 10 senede daha fazla ortaya çıkmasıdır.

Sabah kalkıp koştur koştur işe gitmek, zamanla yarışır bir eda ile tefekkür etmekten alıkoyan bir işyüküne boğulmak, iş yükünü eritmek için canhıraş bir mücadele vermek...

Boşta kalan vakitleri; ödemeler, taksitler, gelir-gider dengesi, çoluk-çocuğun istikbali için kafa yorarak geçirmek düşünmemize fırsat vermeden önümüze koyulan ve mecburen bitirmemiz gereken etaplar...

Kimi zaman, sabah evden çıkarken gökyüzüne bakmadığımı, akşam eve dönerken de farkında olmadığımı fark ediyorum. Ve bunun üst üste günler boyunca sürdüğünü anlıyorum. O günün iş planı, hazırlanması gereken evraklar, pürüz çıkmış dosyaları düşünerek çıkıyorum evin kapısından... Bu “telâşe” ile ardı ardına gökyüzünün bile farkına varamadan günlerin geçip gittiğini görüyorum... Sanırım bu, günümüzün olağan iş yükü ve iş yoğunluğu... BİR BAŞKA DEYİŞLE DÜNYA TELÂŞI... Bu devrin yaşayanlarının, bu çağda dünyaya gelenlerin kaderi bir anlamda...

Sabah ne zaman oluyor, gün nasıl bitiyor, gece nasıl geçiyor anlamak mümkün değil. Nefes alıp, bir ES verip biz ne yapıyoruz, nereye gidiyoruz diye düşünecek zamanı dahi bırakmıyor bize...

Şu salgın günlerinde üretim yavaşlamış, işler askıya alınmış, hayat durağanlaşmış ve kitaplıktaki kitapları elden geçirir iken; Üstâd’ın, Hasan’a Mektuplar Şiir Kitabından MİHRİBAN Şiirine, bu şiirden de 10 yıl kadar evvelki sohbetine yol aldım. Vaktin bereketine dair yapılan sohbeti ve aradan akıp giden 10 yılda neler değiştiği geldi aklıma... İNSANIN FÂNİ OLDUĞU... Üstâdın rahmete erdikten sonra vaktin bereketi ile ilgili anlattığı tespitlerinin hikmeti...

Vaktin bereketini alıp götüren asıl şeylerden birisi de öyle sanıyorum; işlerimiz gibi insanların da fabrikasyona dönmüş olması... Seri üretime geçmiş insan kitlelerinin nerede ise toplumun tamamıma tekabül etmesi... *Demem o ki, kuşaktan kuşağa, asırdan asıra aktarılan sanatkârlık, bir yerden sonra sanatçı olmaya nihaî olarak da ünlü olmaya evrildi.* Çevremizde “hikmet sahibi” olarak bildiğimiz Üstâd Abdurrahim Karakoç, Dilâver Cebeci, Cemâl Safi ve ismini sayamayacağımız büyük şairleri birer birer bu dünyadan uğurlar iken fabrikasyona dönmüş sistem içerisinde yenilerini yetiştirememiş olmak... çok ilgisiz gibi görülen, büyük insanların sayısının azalması, vaktin de bereketini alıp götürüyor. Hikmet sahibi insanlar, kendileri ile birlikte bereketlerini de alıp götürüyorlar. Bizler de bu büyük insanların çoğundan bîhaber olarak, haberdâr olduklarımızın ise çok kıymetli olan eserlerinin bir çoğundan habersiz olarak hayatımızı sürdürüyoruz. Hayatımıza mânâ verecek, incelik ve derinlik verecek ederlerden mahrum olduğumuz gibi toplum olarak bu eserlerin silsile olarak devamı niteliğinde büyük insanlar çıkarmak hususunda da yeterince münbit olamıyoruz.

Bu söylediğimi yalnız şairde/şiirde değil, binalarda da görmek mümkündür. Eskinin mimarî zerafet taşıyan eserleri karşısında, zerafetten ve mimarîden mahrum; çok bölmeli (fabrikasyon), çok kazançlı yapılar üretiyoruz. İncelik, zevk, mimarî derinlik para etmiyor ne de olsa...

Kendisi de dâr-ı bekâya irtihal eden TÜRKİYEM Şiirinin şairi merhum Dilâver CEBECİ, “Bozkırda Kalan Sancı” isimli şiirini;

Eyvah biz kaldık Efsele Sâfilinde
Ahsen-i takvim üzre, onlar geçip gittiler

(Biz sefillerin en sefili olarak kaldık, eyvah,
En güzel kıvamda yaratılmış olanlar geçip gittiler)

mısraları ile bitirmektedir. Üstâdın dediği gibi, kuşaklar değiştikçe daha fazla sefillerin sefili konumuna düşmekteyiz. Zevkten, incelikten, derinlikten, hayatın kendisinden mahrum insanlar olarak yaşayıp ölmemek için bu silsileyi devam ettirmek durumundayız.

Yeni devrin çocukları, yeni devrin Abdurrahim Karakoçları’nın yazdığı yeni devrin MİHRİBAN’ları ile aşk hissini yaşamalılar. Lambada titreyen alev başka türlü üşümeli ve sanattan, derinlikten, mahrum kalmamalı... Bir büyük şairin kendisinden şiirler dinlemeli ve sohbetinden istifade etmeli...

Bâki selâm...





MİHRİBAN

Sarı saçlarına deli gönlümü
Bağlamışlar, çözülmüyor Mihriban!
Ayrılıktan zor belleme ölümü
Görmeyince sezilmiyor Mihriban!

Yâr deyince kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor
Lâmbamda titreyen alev üşüyor
Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban!

Önce naz sonra söz ve sonra hile
Sevilen seveni düşürür dile
Seneler asırlar değişse bile
Eski töre bozulmuyor Mihriban!

Tabiplerde ilaç yoktur yarama
Aşk değince ötesini arama
Her nesnenin bir bitimi var ama
Aşka hudut çizilmiyor Mihriban!

Boşa bağlanmamış bülbül gülüne
Kar koysan köz olur aşkın külüne
Şaştım kara bahtın tahammülüne
Taşa çalsam ezilmiyor Mihriban!

Tarife sığmıyor aşkın anlamı
Ancak çeken bilir bu derdi, gamı
Bir kördüğüm baştan sona tamamı
Çözemedim çözülmüyor Mihriban!

Abdurrahim KARAKOÇ

Avukat Çağdaş EKER

Yorumlar (0)
12
az bulutlu