banner4
05.08.2022, 11:25

SORUNLAR VE ÇÖZÜM YOLLARI

Günümüz İslam Dünyasında Meseleler ve Çözüm Yolları” adlı sempozyum, 10-12 Ekim 2016 tarihinde yapılmıştı. Bu sempozyum ikinci olarak, Türk Ocaklarının 110. yılında bu sene yenilendi.

2016 da yapılan sempozyumda sunulan bildirilerden aktarımlar yapmak istiyorum:

Cezmi Bayram, önemli bir tespit yaparak bildirine başlıyor: Dünyada kan, göz yaşı, ıstırap hep İslâm dünyasında. Ve bunun sebebi emperyalistler diyerek kolayına kaçıyoruz. Ben emperyalistlerin kendi oyunlarını, kendi hesaplarını yapmalarını hiç yadırgamıyorum. Ben niye ona alet oluyorum? Beni niye daha kolayca kullanıyorlar? İşte benim cevap aradığım soru bu... Aklımızı başımıza nasıl toplarız? Hangi özelliklerimizden istifade ediyorlar?” diyerek sorular soruyor.

Mustafa Tekin, temel sorunu, emperyalist ülkelerin İslam ülkelerin karıştırma gayretleri olsa da oyunun mağdurları çoğu zaman Müslümanlar olunca, bunun karşısında Müslümanların ne yaptığını bilmek istiyor: “Küresel aktörlere yüklenerek sorumluluktan kurtulamayız. Tam da bu sebeple, zayıf karakterimizin farkına varmak, bilim alanında güçlenmek, kendi aydınlanmamızı yaratmak; özne olmak; elbirliği ile hareket etmek; etnik, mezhepsel, dinsel tüm farklılıkları bir kenara koyarak, bir arada yaşayabilme kültürü geliştirmek zorundayız.” diyor.

Kemal Kılıçdaroğlu şöyle bir açıklama yapıyor:“700 yıl önce robotik alanı kuran El-Cezeri’yi, matematikte Sabit Bin Kurra’yı ve Harizmi’yi, astronomide Ali Kuşçu’yu, coğrafyada İbn-i Batuta’yı, felsefede Farabi’yi ve İbn-i Rüşd’ü, tıp alanında İbn-i Sina’yı yetiştiren İslam dünyası neden bugün bu derece gerilerde?(...) Alimlere, hocalara, yani akademisyenlere, yani bilim insanlarına neden değer vermiyoruz? Neden onların düşünceleri dolayısıyla hapislere atıyoruz? Neden?” Onun çözüm önerisi ise şu: Demokratikleşmeyi tamamlamak, din vicdan ve kanaat özgürlüğü sağlamak, sosyal ve hukuk devleti olmak... Kılıçdaroğlu, George Washington Üniversite’sinden iki Müslüman bilim adamının bir çalışmasıyla bu sorunu örneklendiriliyor. Ahlaki kriterleri belirleyerek, yani kul hakkı yemeyen, adil, insan haklarına saygılı olan kriterlerden yola çıkarak hangi ülkelerin buna göre yönetildiği araştıran Müslüman bilim adamları hiç istemedikleri bir sonuçla karşılaşıyorlar: İlk 30’un içinde tek Müslüman ülke yok... Hollanda, Yeni Zelanda var, Danimarka birinci sıralarda...“Haksızlıklar karşısında susan dilsiz, şeytandır” diyen Müslüman ülkelerde, haksızlıklar yapılmakta ve o haksızlıklara ‘bizden’ diyerek ses çıkarılmamakta... Bunun yerine teselli olarak ‘Ben orucumu tuttum, namazımı kıldım, zekatımı verdim, durumum iyi hacca da gittim, haksızlık yapılmış olsun, ben kendimi kurtardım’ denilmekte. Tüm bunlar doğru değilse, yeniden oturup düşünmek gerektiği bu örnek üzerinden vurgulanıyor.

Sempozyumda eski Bakan Ömer Dinçer’in bir sözü hatırlatılıyor: ”Hayatını ideolojisine göre tanzim eden, sorunlarını çağdaş bakış açısıyla çözemeyen, günlük ve yüzeysel politikalara dayanan kamu yönetim anlayışının ülkeyi getirdiği yer burası.(...)Tek tip adam yaratma çabası iyi eğitim almış, kamu idaresinde tepe noktalara gelmiş veya küresel işadamı olmuş insanları, hurafelere mahkûm etti, ona ideolojisi veya çıkarı dışında ölçü bırakmadı...” Yetişen onca ülke insanının, yanlış din algısı ve yorumlaması üzerinden heba edilmiş olması gerçekten de acı verici ve ilginç bir durum...

Eski Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu sorunları bu yüzden konuşmak istiyor: “21 yüzyılda İslam dünyası olarak ortak değerleri konuşmak yerine, ortak sorunları konuşmak noktasına geldik. İslam dünyası açıkyüreklilik ve soğuk kanlılıkla sorunlarını konuşabilmelidir, kapısının önü ile ilgilenmelidir. Ötekini suçlayarak, hep bize başkaları kötülük yapıyor diyerek sorunları çözemeyiz” demekte.

Mustafa Sait Yazıcıoğlu’nun eklemesi şu: “Ülkemizde maalesef eleştiri kültürü de yerleşmedi. Normal, makul ve yerinde bir eleştirinin iki yönlü fayda ve getirisi hep göz ardı edilir. Öncelikle eleştiri yerinde ve doğru ise kişi kendini veya sorumluluğunu taşıdığı kurumu, eleştirilen konu hakkında düzeltme fırsatını verir ve kişi kendini veya kurumunu geliştirmiş olur. Şayet eleştiri yersiz, haksız ve yanlış ise karşı taraf bilgilendirilerek yanlış veya yanlış anlama düzeltilmiş olur. Her iki halden de herkes kazançlı çıkmış olur. Eleştiri yerine karalama ve hakaret amacı güdülürse, hiçbir olumlu sonuç alma imkânı bulunmaz.(...) Eğitim sistemimiz özgür düşünceli ve kendine güvenen insan yetiştirmekte başarılı olamaz Eğitim ve kamu yönetimi gibi alanlar ideolojilerden arındırılarak özgür düşünceli bireyler yetiştirme hedeflemelidir” görüşünde.

İsmail Taş, İslam topluluklarında bilimsel ve kültürel gecikmişliğin iki sonucu doğurduğunu ifade ediyor: “Müslümanların kendi özgüvenlerini kaybetmelerine ve bunun bir uzantısı olarak, ayakta kalabilmenin yegâne yolu olarak kendi dünyasına kıvrılmak ve alabildiğince muhafazakâr dünya görüşlerine sığınarak, geçmişteki başarı öyküleriyle avunmasına...Bu iki durum da İslam dünyasının düşünce olarak sığlaşmasına ve kötürümleşmesine neden oldu.” diyor.

Süleyman Dönmez, merhum Erol Güngör’ün 1981 tarihinde yayımlanan İslâm’ın Bugünkü Meseleleri” kitabında yer alan sorunların aynen devam ettiğini beyan ederek, artık kronikleşme evresine gelmiş sorunlarımıza “niçin çözüm üretemediğimiz” sualine cevap aramış.

İzzet Sargın, “yöntem” sorununa eğilerek, Kendi varoluşunu kendi kültürel değerlerine göre şekillendiremeyen ve sürdüremeyen bir toplum başka toplumların her türlü tehdidine karşı açık hale gelir, kimlik bunalımları ortaya çıkar. Sosyal, kültürel, siyasal, hukuki pek çok alanlarda sert kırılma ve kopmalara maruz kalır. (...) Özgürlükle birlikte ortaya çıkan irade insana kendi sorumluluğunu yükler. Özgür irade ahlak yasalarına bağlı olan iradedir. Allah’ın insana verdiği akıl ve akla dayalı irade özgürlüğü insanın kendi varoluşunu gerçekleştirmek için elindeki en büyük değerdir. Bu yüzden insan akıl ve iradesini serbestçe kullanma cesaretini göstermelidir. Kötü olan bunu yapacak eğitim ve cesarete sahip olmamaktır. Bunun sonucu irade köleliğidir. İrade köleliği bir insanın tutkularının esiri olması ve hiç karşı çıkmadan bir başkasının öznel yargılarını kabul etmesidir” düşüncesiyle, insanın kendi aklıyla düşünmesinin ve özgürlüğünün önemine vurgu yapıyor.

Ahmet Özdemir’e göre sorunların kaynağında güzel ahlaktan yoksunluklar var: “Hz. Peygamber’in öğretilerini ve ilkelerini incelediğimizde kardeşlik hukuku kapsamında; yardımlaşmak, merhametli olmak, zor anlarında yanında olmak, sıkıntılarını gidermek, yapılan iyiliğin kadrini bilmek, rıfk ile davranmak, affedici olmak, ziyaret etmek, mü’mini mü’minin aynası görmek, küsleri barıştırmak, kendisi için istediğini kardeşi için de istemek, her zaman iyilik yapma gayreti içinde olmak, Allah rızası için sevmek, şeref ve haysiyete saldırmamak, kusur araştırmamak, korkutmamak, aldatıcı olmamak, kin beslememek,tecessüs etmemek, zulmetmemek, ikiyüzlülük yapmamak, ihanet etmemek,haksızlık etmemek, Müslümana sırt çevirip kin beslememek” gibi iyi huylu davranmak varken, bunları yapmamak “savaş ve çatışma ortamının hüküm sürmesine” neden oluyor.

Kadir Gürler, sorunların bir nedenini, Peygamberin mesajlarını güncelleştirilememiş olmasında bulmuş.

Mustafa Salim Güven ise ”Günümüz Müslümanların kaybettiği yitik hazinenin gönül dünyası” olduğunu söylemekte. ”İslâm’da şekil, sayı ve skor Müslümanlığından ziyade gönül Müslümanlığı kıymetlidir; bu sebeple kazanmak ve başarılı olmaktan önce adaletli olmak emredilir. Ölçülebilir maddî kalıplara sığdırılmaya çalışılan bir Müslümanlık anlayışının yaygınlaşması, din ve dünya adına tehlikeli sonuçlar doğurmaktadır. Günümüz İslâm dünyasında dinin maneviyât bakımından içini boşaltılıp bir çıkar aracı haline getirilmesi, akıl ve kalbin ihmal edilip nefsin öne çıkarılması sık rastlanan bir durumdur. İnsanların gönül dünyası İslâm’a tam anlamıyla teslim olup durulmayınca, iç çalkantılar dışa da yansımaktadır. Özellikle Ortadoğu’da din kullanılarak her gün biraz daha İslâm medeniyeti ve kardeşliği zedelenmektedir. İslâm ülkelerinin ve bu ülkelerdeki toplumsal barışın altı oyulmakta, merhamet duyguları ölmektedir. Her gün hızla bilim ve sevgiden, yani akıldan ve kalpten uzaklaşılmakta, nefse yaklaşılmaktadır. Öyle bir durumla karşı karşıyayız ki, dikkatli bakılınca yaman çelişkiler açıkça fark edilmektedir. Din ve dinî meseleler konuşuldukça dinin gösterdiği hedeflerden uzaklaşılmaktadır. Konuşmak yapmak zannedilmekte, değerler bir bir tüketilmektedir. En acısı bu halin kanıksanmaya başlanmasıdır. Dinî söylemler artarken namaz kılma oranı düşmekte, mescitlerde cemaat azalmakta, şiddet, nefret, kin, gazap, tecavüz ve hırsızlık artmaktadır. İslâm ülkelerinde eman kaybolmuş vaziyettedir. Hâlbuki İslâm dîninin özünde konuşmak değil, yapmak asıldır...“

Mustafa Tekin, İslam dünyasında yapısal sorunlara odaklanmış: “İslam dünyasında ekonomik ilişkilerin büyük oranda ranta dayanması, istihdam sorunları, işsizlik, yoksulluk, diktatörlük ve baskıcı yönetimler ile seküler yaklaşımlar birer faktör olarak birleşince, ülkelerde ikircikli ahlaklar, tutumlar, tavır alışlar ve fırsatçılıklar tezahür etmektedir. Bu ikili ahlak, İslam dünyasında şahsiyet çözülmeleri, adaletsizlikler, rant gibi olumsuzluklar yanında dini ve dünyevi şeklindeki bir yarılmayı da beslemiştir. Öyle ki, din ve dini değerler dünyayı inşa edici temeller olarak görülmeyip salt dinsel ritüellere indirgenmiştir. İş ve gündelik hayat ise liberalizm gibi başka değerlerden beslenmiştir. Dolayısıyla bu zihniyet ve bakış açısının bir an önce yapı sökümüne uğratılarak ikircikli ahlak ve tutumların gündelik hayattan uzaklaştırılması için politika ve stratejiler üretilmelidir. Bunun için gündelik hayatın ve ilişkilerin yeniden ahlak üzerine inşa edilmesi gerektiği gibi, din de bu boyutuyla öne çıkarılmalıdır.(...)Bir toplumun kendisini geliştirmesi öykünme ve taklitle gerçekleşmeyip, tam tersine bunları aşarak kendi dinamiklerinin farkına varmak ve bunları harekete geçirmekle hayatiyet kazanacaktır. İslam dünyasının kendisiyle barışmak, Batı ile yüzleşmek, gelenekle karşılaşma ile birlikte kendi dinamik erini tespit ederek, potansiyel güçlerini fiil haline getirmesi bir zarurettir.” demekte.

Mehmet Hayri Kırbaşoğlu ise, temel sorunların kökeninde başka sebepler de görmekte: ”Temizlik ve şeffaflık prensiplerinin İslami hareketlerin ilkelerinin arasında yer almaması veya son sıralarda yer alması yüzünden bu hareketlerin iktidara gelebilmek ve iktidarlarını sürdürebilmek için İslam’a aykırı yöntemlere başvurarak zaman içerisinde bunları içselleştirdikleri de gözlemlenmektedir. Yetmişli yıllarda “Daru’l-Harb” söyleminin arkasına sığınarak siyasi, ekonomik ve sosyal alanlarda gayr-ı İslami ve tabii gayr-ı ahlaki uygulamalara bulaşan İslami hareketler, mesela günümüzde birçok mevcut siyasi iktidar döneminde bu söyleme bir yenisi eklenmiş ve “harp hiledir” anlayışının arkasına sığınılarak pek çok ahlak ve dolayısıyla İslam dışı uygulamaya göz yumulmuştur. Aslında tamamen fiili savaş esnasındaki uygulanacak taktiklerle ilgili olan ve hadis olarakta rivayet edilen bu söz, bağlamından çıkarılarak İslam’a, ahlaka ve kanuna aykırı pek çok uygulama bizatihi dindarlık iddiasında olanlar eliyle gerçekleştirilmiştir, hala da bu süreçler devam etmektedir. Sözüm ona İslami hedeflere İslam’a aykırı yol ve yöntemlerle hizmet edilebileceğini düşünen İslami hareketler, zaman içerisinde bu uygulamaları içselleştirerek, yozlaşma ve dejenerasyonu savunacak kadar acınacak bir pozisyona savrulmuşlardır. Son günlerin yaygın bir deyişiyle devleti/toplumu İslamlaştırmak isteyen İslami hareketler devletleşmişler ve daha önce yerin dibine geçirdikleri statükonun adeta yılmaz savunucuları olmuşlardır.” Kırbaşoğlu bundan çıkışa yönelik olarak da”Artık birey ve kurumlarla dindar olup olmamasına değil, dürüst, adaletli ve ahlaklı olup olmamasına bakarak yollarımızı birleştirmeli ya da ayırmalıyız. Bunu da ulusal, bölgesel ve küresel ölçekli bir yeryüzü projesi haline getirmek üzere, küresel ölçekte bir erdemliler dayanışmasına kendimizi ve gelecek nesilleri hazırlamalıyız”  görüşünü söylemekte.

Çözüm yollarının bir kısmı Şaban Ali Düzgün tarafından ilkelerle anlatılıyor: “Bir davanız olsun. İstikamet üzere olun. Buyurganlığı ve keyfiliği reddedin. Ortak vahiy birikimine iman edin. Adaleti ayakta tutun ve dengeyi arayın. Allah’a imanın getirdiği birlik ruhunu hâkim kılın. Amellerde farklılığı doğal karşılayın ve tercihlere saygı duyun. Dinleri sübjektif temelde yarıştırmayın. Son kararı Allah’a havale edin. Bütün oluş ve varoluşların nihaî durağının Allah olduğunu unutmayın!”

Tebliğler çeşitli temel esaslarda noktalanıyor. Sonuç yerine geçecek bir görüş “Esas problem kendimizde” olduğu... Müslümanlar kendine ayna tuttuğunda, önemli bir eksiklik tecrübeyle fark edilmiş gibi. Meşhur söz ki “İktidar bozar, mutlak iktidar mutlaka bozar!” İktidarın bozucu etkilerine karşı İslâmi ve ahlaki değerleri ayakta tutabilecek mekanizmalarının yeterince geliştiremediği görülmüş. ’Dindar insanlar namusludur, dürüsttür; iktidara gelirlerse, her şey çözülür.’ yargısının gerçekle uyuşmadığı anlaşılmış. Burada, birey ahlakına indirgenen Müslümanlığın yeterli olmadığı, “sistem ahlâkı” denilen; siyasetin, ekonominin oturduğu temellerin de ahlaki olması gerektiği, yani sistemin bizatihi vatandaşları da ahlaklı davranmaya zorlayacak bir kültür inşa edilmesi gerektiği vurgulanmış. Bu sistem ahlakının doğru kavranması ve mutlaka gündeme alınması gerektiğinin altı çizilmiş. Çünkü artık Türkiye şunu görmüş: “40 yıllık İslâmî hareketlerin sonunda, mücahitler müteahhit oldu, tasavvuf ehli sermaye ehli oldu ve bütün İslam iddialarının tamamını kendi elleriyle kendileri yıktı!”

Sempozyumda, Müslümanlığın iyiliği, sevgiyi, hoşgörüyü, merhameti, dayanışmayı ve adaleti toplumda sağlam bir ahlaki zemine oturtması gerekirken, bunun başarılamamış olduğu açıklanmış. Günümüz İslam dünyasındaki sorunlara düşünür görüşleriyle yeni çözüm yolları aranmış... Zihin açıcı, geniş perspektifli bu değerlendirmelerden faydalanmak gerekir.

Kaynak: https://www.academia.edu/42843169/T%C3%9CRK_%C4%B0SLAM_D%C3%9CNYASININ_YEN%C4%B0_%C3%87%C3%96Z%C3%9CM_YOLU_T%C3%9CRKL%C3%9CK_%C4%B0SLAMLIK_VE_%C4%B0NSANLIK

Yorumlar (0)
12
az bulutlu