banner4
08.10.2020, 23:55

ÖMER SEYFETTİN VE HİKÂYELERİ

Zile Alparslan Ortaokulunda değerli bir Türkçe öğretmenim hocam vardı. Adı “Hüseyin Var”. Hep var olsun. Ülkemin milli değerlerini bana sevdiren ve bilinç kazanmayı bana öğreten birisi oldu. Bende tüm gayretimle hakikati öğrenmeye çalıştım. Bu yolda “Ömer Seyfettin’in Hikâyeleri” rehber kitaplardan biri oldu.

Ortaokulda yıl sonu Türkçe ödevimi kendim seçtiğim “Pembe İncili Kaftan” üzerinden vermiştim. “İnsan onurunu” Türk’lüğün değeri üzerinden anlatmıştım. Bir zaman coşkun milliyetçilik duygularıma sebep ise yazar Nihat Atsız’ın “Bozkurtlar Ölüyor ve Diriliyor” kitapları olmuştu.

“Pembe İncili Kaftan” da geçen bazı diyaloglar çok düşündürücüdür. Makamda alçalanlara inat, Muhsin Çelebi adında onurlu bir insana değinir:

“Sadrazamın sağındaki, kırmızı tuğlu kavuk, yerinden oynadı. Yavaş yavaş sola döndü:

- Ben, tam bu elçiliğe uygun bir adam biliyorum, dedi, babası benim yoldaşımdı. Ama devlet memurluğunu kabul etmez.

- Kim?

- Muhsin Çelebi.

Sadrazam bu adamı tanımıyordu. Sordu:

- Burada mı oturuyor?

- Evet.

- Ne iş yapıyor?

- Biraz zengindir. Vaktini okumakla geçirir. Tanımazsınız efendim. Hiç büyüklerle ahbaplık etmez. Büyük mevkiler istemez.

- Niye?

- Bilmem ama belki "düşüşü var" diye.

- Tuhaf...

- Ama çok yüreklidir. Doğrudan ayrılmaz. Ölümden çekinmez. Dünyaya minneti yoktur. Şahla dilenci, gözünde birdir.

- Bize elçi olmaz mı? Devletini sevmez mi?

- Sever sanırım…

… Muhsin Çelebi, her türlü aşağılanmayı sindirerek, yüksek mevki tepelerine iki büklüm tırmanan maskara, tutkulu insanlardan, kendine saygı duymayan kölelerden, güçsüzler gibi yerlerde sürünen pis kölelerden tiksinirdi... Hatta bunları görmemek için insanlardan kaçar olmuştu. Tek ülküsü, "Tanrı'dan başka kimseye secde etmemek, kula kul olmamaktı”.

Bilgisi, olgunluğu, herkesçe biliniyordu.

...

- Tebriz'e bir elçi göndermek istiyoruz. Tarafımızdan sen gider misin oğlum?

- Neden, ne ilgisi var?

-Aradığımız gibi bir adam bulamıyoruz da...

- Ben şimdiye kadar devlet memurluğuna girmedim.

- Niçin girmedin?

Muhsin Çelebi biraz durdu. Yutkundu, Gülümsedi.

- Çünkü ben boyun eğmem, el etek öpmem, dedi. Oysa zamanın devletlileri, mevkilerine hep boyun eğip, el etek, hatta ayak öpüp, bin türlü yaltaklanmayla, ikiyüzlülükle, dalkavuklukla çıktıklarından, çevrelerine hep bu aşağılayıcı geçmişlerin çirkin hareketlerini tekrarlayanları toplarlar. Gözdeleri, nedimeleri, korudukları, hep alçak ikiyüzlüler, ahlâksız dalkavuklar, namussuz maskaralardır. Yiğit, doğru, kendisine saygılı, özgür vicdanının sesine kulak veren bir adam gördüler mi, hemen kin bağlarlar, yıkmaya çalışırlar…”

Hikâyede en çok değer verdiğim cümleler bunlardır. Yükselmek için ‘alçalan’ insan olmamak, gerçek onuru “manevi değerlerde yaşamak” çok önemlidir.

***

Diğer bir hikâye ise Hakimlerin kulağına küpe olacak cinstendir: Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmayabileceği uyarısı yapan, kötülük yapanların, aynı zamanda iyinin yerine geçerek, ona tuzak kurabileceğini anlatan “Rüşvet” hikâyesidir:

-Merhaba Ali Hoca, dedi,

-Aleyküm selam Namık Efendi! Belaya düştüm. Bir dava için geliyorum… diye başını salladı.

Küçük dükkâna girdi. Hasmı, köyün muhtarı Huysuzoğlu’ydu. Ona ait bir arsanın üzerine Ali hoca vaktiyle bir bina yaptırmıştı. Şimdi o, neden sonra bu binayı kabullenmeğe kalkıyordu. Hâlbuki bina kimin ise, yer de onun demekti…

Namık Efendi kır sakalını kaşıdı. Gözlüğünün üstünden bakarak:

-Sen haksızsın, Ali Hoca! Dedi.

-Hayır, ben haklıyım. Neye binayı yaparken sesini çıkarmamış?

-Çıkarmasın.

-Ben haklı olduğumu biliyorum Namık Efendi. Davadan vazgeçmem.

-Kaybedeceksin!

-Edeyim, zararı yok. Ama davadan vazgeçmem.

Namık Efendi haksız davaları alamazdı. Nihayet:

-Pekâlâ, senin bu işine bakayım. Kaybedince bana darılmayacaksın! Dedi.

-Darılmam, ama neye kaybedeceksin?

-Çünkü haksızsın.

-Hâkime güzel bir koç göndersem?

-Ne?

-O vakit davayı kazanamaz mıyım?

-O vakit hiç şüphesiz kaybedersin işte!

-Niçin?

-Yeni hâkim senin bildiğin adamlardan değil…

Ali Hoca avukatının heyecanını anlayamıyordu. Ondan yeni hâkimin mehdini uzun uzadıya dinledi. Bu zat rüşvetin, “hediyenin korkunç bir düşmanıymış”! En haklı bir davacı kendisine rüşvet vermeğe teşebbüs etse, o saatte onu haksız çıkarırmış.

Ali Hoca: -Allah böyle doğruları dünya yüzünden eksik etmesin! Diye dua etti.

Namık Efendi: -Amin, amin! Dedi. Vekâlet için anlaştılar. Avukat ümitsizdi. Bu işi hatır için alıyordu. Haksızlık o kadar meydanda idi ki…

İki hafta sonra, aynı saatte Ali Hoca, yeşil boyalı dükkânın kapısında göründü. Namık Efendi bir arzuhal yazıyordu. Gözlüğünün üstünde müşterisini görünce güldü.

-Hoş geldin be! Ne dersin, davayı kazandık! Dedi. Bu kadar haksız bir hükmü hâkimin nasıl verdiğine bir haftadır şaşıyordu.

Ali Hoca soğukkanlılıkla:

-Benim gönderdiğim koç sayesinde kazandık!

Cevabını verdi.

-Ne! Sen hâkime bir koç mu gönderdin?

-Evet.

– Buna cesaret ettin ha…

-Evet, ama sen bana “ Rüşvet düşmanıdır, kim hediye verirse haksız çıkar” dememiş miydin?Ben de koçu gönderirken kendi ismimi vermedim. Hasmım, muhtar Huysuzoğlu’nun ismini verdim.

-!!!…

İhtiyar avukatın kalem elinden düştü…”

Ömer Seyfettin'in bu hikâyesine seçmelerde rastlamamıştım. Bu yüzden 1991 yılında üniversitede okumuştum. Hayatta bazı insanlar, 'herkesin saflığını kullanacak kadar' kurnaz olurlar. Bu hikâyede, sanki eylemi ‘husumet duyduğu kişi yapmış’ gibi gösterebilen bir kurnaz 'Ali Hoca' vardır:

Franz Kafka’nın bu konudaki tespiti şöyledir: "Kötü, iyiyi tanır ama iyi, kötüyü tanıyamaz… Şeytani olan, 'iyinin suretine' bürünür bazen, hatta bütünüyle onun vücuduna yerleştirir, kendisini... Eğer bu gerçek bana gizli kalırsa, hiç kuşkusuz, yenik düşerim, çünkü 'böyle bir iyi', gerçek iyiden daha aldatıcıdır..." der. Menfaat dünyasında, ‘başkasının suretine’ bürünerek, oynanan oyunlara dikkat etmek gerekir.

Ömer Seyfettin’in her hikayesi başlı başına hayat dersi doludur, nasihat almak gerekir.

Yorumlar (0)
12
az bulutlu