banner4
03.03.2022, 16:38

Olanı Kavrarken Olacak Olanı Kaçırmamak


Söze yeryüzünün en değerli varlığı olan insana değinmeden başlamak haksızlık olurdu. O itibarla, insanın haklarını savunan bir Yüce Allah olgusuyla karşı karşıyayız. Zira bu donanımdaki insan, lehinde ve aleyhinde olanı daima bilir. Üstelik insanın özellikle de iman etmiş olanları, gerçekliğe daha da yakın durmaktadır. Sözün bu yamacında insan için Yüce Allah’ın betimlediği şu aktivitelere daha yakın durmak lazımdır: Mü’minler her sözü dinler, en iyisine uyarlar. Hatta Onlar, bilmedikleri şeyin ardından gitmezler. Ve dahi inananlar, topluca Allah’ın ipine sarılırlar. Hatta bu kesim, dinlerini paramparça edenler gibi olmazlar. Kendi aralarında tek üstünlük nişanesi olarak “takva”yı görürler. Yeryüzünün halifesi olduklarının da şuurundadırlar. Zira dünya ve içindekiler, insanın emrine verilmiş ve her şey insana boyun eğdirilmiştir. Bu denli müspet niteliklere haiz olan insandan beklenen de hayır üzere yarışmak ve yeryüzünü adeta bir cennete dönüştürmektir.
Müslüman muhayyile, dünyanın her yanında kendisi için yaşanacak bir yer olduğu üzerinde inşâ edilmiştir. Bu kurulumun ilk tuğlası, herkesle barış içinde yaşama iradesidir diyebiliriz. Onun ardından gelen adım ise, ötekiyle âdil bir düzen çerçevesinde sağlıklı ilişkiye girme becerisi olacaktır. Zaman zaman sorun yaşanmış olsa da bahsedilen durumun güzel örnekleri de bulunmaktadır. Özellikle Anadolu, Balkanlar ve Endülüs coğrafyası buna şahitlik edecektir. Ancak bizim gösterdiğimiz bu ortak yaşama becerisini muhataplarımız pek gösterebilmiş değillerdir. Hem, o dönemleri adeta tek elden idare etmiş olan Osmanlı’nın başarısı, İslâm’ın da başarısı olarak kabul edilmekteydi. Bahsedilen konuda büyük tarihçimiz İbn Haldun şöyle bir şahitlik yapmaktadır: “Avrupalılar, (Osmanlı Yüzyılları olan 14. ve 15. Yüzyıllarda) Akdeniz’de bir tahta parçası bile yüzdürmek durumunda değildiler.” Avrupalı tarihçilerin tahliline göre “Osmanlı’nın yıkılışıyla İslâm, sanki tarih sahnesinden çekilmek üzere gibiydi.” İnsanın dünya macerasında günü kurarken düne bakması ve yarını planlaması gerektiği, en güzel bu örneklerde kendisini göstermektedir.
Doğaldır ki, ilgili dönemin meslekleri de toplumsal kazanıma destek vermekteydi. Mesela: “Berberler, Avrupa’da 600 yıl aynı zamanda cerrahlık mesleğini de icra etmişlerdir.” Çok bilinçli bir şekilde ordusunu kuran Osmanlı, bu tercihini kendine özgü gerekçelerle farklı kesimleri eğitip kendi vatandaşı yapmak suretiyle hayata geçirmekteydi. Şöyle ki: “Osmanlı devşirme yaparken İslâmiyet’in gelişinden sonra din kabul edenler tercih etmiştir. Sırp, Bulgar ve Hırvat gibi Balkanlardan almıştır. Bunlar, Hıristiyanlığı 10. Yüzyılda kabul ettiler. Rum, Ermeni ve Yahudi gibi İslâmiyet’ten önce dinleri olanları genelde tercih etmemiştir.” Bugün için elimizde olan bilgileri kendi tarihçilerimizin kaleminden okuyacak olursak, bahsedilen sorunları daha yakından tanıyabiliriz. Oysaki bizden olan pek çok tarihçi, şu sözün ifade ettiği gerçekliği yaşamışlardır: “Tarih telakkileri Hammer’e dayalı olanlar, onun çizgisini takip ettiler. Ondan etkilendiler.” Bugün için de gerek İslâm’ın ve gerekse de kendi tarihimizin doğru bir şekilde okunmasının yanında olanı sağlıklı bir şekilde kavrama adına bizden olanların sesini daha bir yükseltmemiz gereklidir. Bunu yaptığımız sürece hem olanı kavrayıp hem de olacak olanı kaçırmamış olacağız.
İslâm’ın insan ve onun farklı bir tercihi olan süt kardeşliği konusunda toplumu belli bir nizam ve intizama alan bir din olması, bu işi yaparken en hassas unsurlara dahi riayet ettiğini söyleyebiliriz. Bahsedilen hassasiyetin ilk belirgin noktası inanç alanı ise ondan sonra gelen adım ailedir diyebiliriz. Bu nedenle İslâm, Müslüman toplumda aile yakınlığına engel teşkil edecek her adımı sağlıklı bir şekilde ortaya koymuştur. Konu hakkında açık bir örnek vermek gerekirse, süt kardeşliği konusu bu hususta önemli bir numunedir diyebiliriz. Mamafih bu husustaki temel ilke şudur: “Emenin emzirene nefsi haram, emzireni emene nesli haram.” İslâm’ın süt kardeşliğini evlilikte yasak altına alması, onun aile kurumuna verdiği önemle ilgilidir. Ve dahi mahremiyetin sınırları konusundaki hassasiyetle ilgilidir demek durumundayız. Yine onun dinsel abartılar konusunda da belli bir çizgiyi öne aldığı söylenmelidir. Beşer/insan peygamber konumundan hareket eden İslâm, elçi ile sıradan insanın tek farkının “vahiy almak” olduğunu açık ve kesin bir şekilde deklere etmiştir. Bu farkındalığın biz inananları bugün de eğitmesi gerekir ki, vahyin çağlar üstü bir değer olduğu hususu daha yakından anlaşılabilsin.
O nedenle de vahyin doğuş mekânlarından oldukça uzak ve de farklı coğrafyalarda ortaya çıktığı bilinen böylesi anlatımlar, Kur’an’ın elçi anlayışıyla bağdaşmamaktadır: “Onsekizbin âlemin Mustafa’sı.” Bu dediğimize uygun bir örneklik etmesi bakımından Yunus Emre’nin Levlâke şiirinde belirlediği çerçevenin beslendiği kültür de bahsedilen yaklaşım olduğu kuşkusuzdur: “Hâk yarattı yeri göğü/Ol Ahmed’in dostluğuna/Levlâk ona delil oldu/O’nsuz yerle gök var olmadı.” Oysaki İslâm Dini, muhatabı olan insanların sadece vahye uyma tercihi üzerinden bir üstünlük yaklaşımı oraya koymaktadır. Bu konuda elçiyle sıradan insan arasında hiçbir fark yoktur. Olan farkın da sadece takva olması, insan için her dem kendini düzeltme şansının açık kapı gibi bir imkân olduğunu haber vermektedir. Bizlere geniş bir kredi gibi olan bu imkânın hem olanı kavramaya ve hem de olacak olanı tanımaya yarayacağı ise kuşkusuzdur.
Bütün dinlerin özellikle doğuş aşamasında belli bir kültürü öncelediği rahatlıkla söylenebilir. Buna uygun olarak ifade edebiliriz ki, Müslüman Kültür de İslâm’ın öz değerlerini hayata taşımak suretiyle kendine has unsurlara da hayat vermiştir. Yani dinin her dem bâkî olan bir kültürü değil, onun muhatabı olan insanın kültürüne hayat veren bir yaklaşımı bulunmaktadır. İslâm Kültür ve Medeniyeti derken Müslümanların hayata taşıdığı unsurlardan bahsedebiliriz. Haddizatında bu birlikteliğin hem ortak yanları ve hem de farklı tarafları bulunmaktadır. Arap Medeniyeti, Kuzey Afrika Medeniyeti, Anadolu Medeniyeti derken bunlardan bahsederiz. İslâm Medeniyeti derken de her durumda baskın olan değerlerden bahsetmiş oluruz. Hâsılı, İslâm’ın muhatap topluma belli oranda elastikiyet tanımış olduğunu unutmamak lazımdır. Üstelik de bu tarzın belli bir veçhesi de bulunmaktadır. 
Gelinen bu aşamada ifade etmek lazımdır ki, kültür kelimesinin antropologlar tarafından yapılmış olan 300’e yakın tarifi bulunmaktadır. Kelime, ilk önce Avrupa çevresi ve Almanya’da kullanıldı. Kültür unsurlarından birisi olan şiir üzerinden taşınan duygulara da artık aşınayız. İnsanoğlu, tarihin her döneminde etkin bir kültür unsuru olan şiirle meramını anlatmak istemiştir. Dinin de adeta bunu destekler gibi ayetler indirmesi, insan, tolum ve şiir üçlemesine yaptığı bir katkı olarak düşünülebilir. İmdi bu noktada konu hakkında ötelerden bir sese kulak vermek lazımdır. Pablo Neruda der ki: “Şiir yazanın değil, ona ihtiyacı olanındır.” İnsanın zaman zaman zalimleştiği durumlarda ise ne nazım ve ne de nesrin bir anlamı kalmamaktadır. Bu duygulara tercüman olması adına Seneca diyor ki: “Hafif acılar konuşabilir ama derin acılar dilsizdir.” Şiir ve edebiyatın keseyle değil muhayyileyle olduğu gerçeğini en iyi Ahmet Hamdi Tanpınar ifade etmiş gibidir: “Bir kere şu para işlerinden kurtulabilirsem, son derece zeki, dikkatli ve soğukkanlı olurum. Bu meseleyi halletmem lazım…” Yine insanın bu dünyada sonsuz kazanımları olduğu hâlde bazen maddî kazanımları öncelediği hususunda Peyami Safa’ya kulak verebiliriz: Bir araba sahibi olmayı çok istedim. Bir hayaldi benim için ve öyle de kaldı… Sahip olamadan gidiyorum.” Beşerin bu denli isteklerini mâkul karşılamakla birlikte, yani insanın dünya hayatında olanı kendine yakın tutması gerekirken, olması gerekenden de uzak durmaması beklenmelidir. Konu hakkında onlarca şahitliğin bize verdiği şuurla, insan ve eşya ilgisinin sağlıklı bir şekilde kurulması gerektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bize önerildiği veçhile dünya üzerinde hakikate dayalı bir yaşam kurmalıyız, yalana kurguya ve dahi efsaneye göre değil. Bunu yapabilmek için bize adeta destek kıta mesabesinde olan vahiy ve ilgili örnekler olan elçilerin hayatını daha yakından incelemeli ve de irdelemeliyiz. Din dediğimiz olgu da bizlere bu noktada destek kıtası mahiyetinde katkılar yapacaktır. Dünya hayatının adeta insana tapulandığını bilirsek, bu hayatta yapıp ya da yapmadıklarımızdan hesaba çekileceğimizi bilmek zorundayız. Bize oldukça uzak olan kültürlerden de bu şura eren kişilerin olduğunu görmek, insanlık adına sevindiricidir. Mesela, bu sorumluluğu bir başkasının ortaya koyduğu güzel şeyleri övme babından gören kişiler de yok değildir. Bunların başında gelen kişilerden olan Friedrich Nietzsche’dir. Nitekim o, ünlü yazar Ralp Waldo Emerson’un “İnsanın Görkemi” adlı eserinin kapağından şöyle seslenir: “Kendimi Emerson’a o denli yakın buluyorum ki, onu övmekten çekiniyorum, çünkü kendimi övmüş gibi olmaktan korkuyorum.” Kendisi çok farklı dünyalardan olan bu kişilerin de zaman zaman insanlık adına güzel değinilerde bulunması, muhatap olan insandan asla vazgeçilmeyeceği ve onun dönüşünden ümitvar olmamız gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır.
Her durumda insanın değişim ve dönüşüme imkân ve fırsatının olması, insanlık adına oldukça rahatlatıcı bir durumdur. Buna uygun olarak bir Alman atasözüne göre: “Entelektüeller yürür.” denilmektedir. Bu yürüyüş kimi zaman bir hakikate çıkar, kimi zaman da bir hiçliğe dayanır. Önemli olanın entelektüelin her sese kulak verebilmesi ve bu sese göre hayatını en doğru biçimde kurabilmesidir. Bize göre hayatının en değerli işini yapan Rachel Corie, 16 Mart 2003’de İsrail buldozeri altında vahşice öldürülmüştür. Onun amacı Filistin halkını savunmaktı. O, her şeyi göze alarak Yahudi ırkçılığına direnmeyi seçmişti. Bütün bu örnekliklerin bize gösterdiği şey, yanı başımızda olanı kavrarken biraz içe, deruna dalmak ve gerçek niyetleri kavramak gerektiğidir. Bütün bunları gözlemlerken olanı da kaçırmamak ve insanın dünya yolculuğuna katkı sunacak aparatları ortaya koyabilmek lazımdır.
 

Yorumlar (0)
12
az bulutlu