banner4
03.03.2020, 15:33

Müslümanlar Olarak Zamanın İçinde Miyiz? Yoksa Büsbütün Dışında Mı Kaldık?

İnsanoğlu, kendisinin ‘sınırlı ve sorumlu’ bir varlık olduğunun farkında olarak dünya hayatına teşrif etmektedir. Bu husus, yani insanın bazı kayıtlarla önünün alındığının farkındalığı, haddizatında ezelî ve ebedî bir nitelikle vasıflanamayacağını bilmesi anlamına gelmektedir. Ancak, buna rağmen insan, kendisini daha değerli kılacağını düşündüğü ebedîlik düşüncesinden bir türlü âzâd olamamıştır.

Bu yüzden, ölümsüz olma isteğinin, insan denilen varlığın kafasını meşgul eden pek çok sorunu arasında en cazip ve en uzun soluklu olanı olduğunu bilmekteyiz. Öyle ki, insanın kadîm problemleri arasında yer almakta olan ‘bekâ sorunu’, onun yaşamsal süreçlerine diğerlerinden daha kalıcı bir etki yapmış gibidir. Yani insanoğlu, başta dünya hayatında olmak üzere, ölümsüzlük gibi bir niteliğe kavuşmak ümidiyle, uzun süredir meşgul olmakta gibidir. Onun varlığını tehdit ettiğini düşündüğü ‘yok olma’ korkusu, buna bağlı olarak bazı meseleleri de yanlış anlamasına sebep olmuştur.

Bu itibarladır ki, insanın öteden beri meşgul olduğu ve özünde ontolojik mâhiyet taşıyan kallavî problemlerden birisinin genel itibariyle şu soruların tahtında gizlenmiş olduğunu düşünmekteyiz: Ölümsüzlük ölümlü müdür? Ya da, ‘sonsuzluk, sonlu mudur? Hatta, ‘ebedî yaşam ne demektir?, ‘ebedîlik kimin vasfıdır?, ‘Ölüm, bir yok oluş mudur?’ Değilse, ‘Tanrı’dan başka ölümsüz varlık olabilir mi?!

Zaman konusu, eski çağlardan beri insanoğlunun hem aklını ve hem de günlük işlerini meşgul eden en güçlü olgudur denilebilir. Bu açıdandır ki zaman konusu, başta Eski Uygarlıklar olmak üzere, zamana dair olan bütün topluluklarda, hatta din, felsefe, bilim ve günlük yaşamın ana konusu hâline gelmiştir. Çünkü sonradan yaratılmış olup, belli bir zaman diliminde hayat süren ve her işini bu zaman olgusuna göre ayarlamak durumunda kalan başta insanoğlu olmak üzere her türlü varlığı ‘zamansız/zamandışı/zamanüstü’ olarak düşünmek mümkün değildir. O sebeple, yeryüzünde hayat süren insanoğlunun zaman olgusuyla mukayyet bir hayatının olması, herşeyden önce ilâhî kader/yasa/kural olarak görülmelidir.

Dahası, ister semavî dinler olsun, ister diğer dinsel oluşumlar olsun ve isterse de insanoğlunun teşekkül etmiş olduğu herhangi bir düşünce ekolü olsun, zaman konusuna değinmeden belli bir düşünce üretmesi de mümkün görünmemektedir. Zira zaman olgusuyla bağlantılı olarak başta Tanrı olmak üzere, yaratılış, evren, öte dünya vb. gibi temel unsurlar, insan denilen varlığın hayat koşullarının odağını teşkil etmektedir.

Ebedîlik, sonsuzluk ya da ölümsüzlük beklentisi, insanın varoluş hasretidir diyebiliriz. Bu yüzden Yüce Allah, bu hasreti dindirecek bazı açıklamalarda bulunmaktadır. Yine ebedîlik beklentisi, bazı insanları sırf bu dünyaya bağlayan ve aynı zamanda onun kalıcılığı anlamında oldukça cazip gelen bir düşten ibaret olduğu da görülmektedir. Bu açıdandır ki, öte dünya kültürü zayıf olan kişiler, bu olguyu yaşadıkları dünyaya hasretmişler ya da böyle bir beklenti içine girmişlerdir. Esasında sonsuzluk arzusu dediğimizde, ‘ibnü’l-vakt’ olan bir varlığın beşerî sınırlarından bahsetmekteyiz.

İnsan sınırlı ve sorumlu bir varlıktır. Belki de bu konuda değil somut olgulara, soyut dünyalara bile belli bir sınır çizen ve: ‘Dilimin hududu, dünyamın hudududur!’ diyen Ludwig Wittgenstein’i dinlemek gerekmektedir. Hasseten bu çalışmamız, ölümsüzlüğün herhangi bir sınırının olup olmadığı üzerinde gerçekleşen ve olayı kavrama adına başvurulan bir temrin olarak görülmelidir. Hatta bu çaba, Tanrı ve insan iletişiminde kullanılan bazı kavramların olası sınırlılıklarını görme kabilinden bir yaklaşım olarak görülmelidir. O yüzden, önümüzü açan değer olarak ilk önce vahyin çizmiş olduğu sınırlara dikkat etmek durumundayız. Zira;‘kem âlât ile kemâlât olmaz!’

Cemil Meriç’in dediği gibi; ‘kitap, zekâyı kibarlaştırır.’ Bu sebepledir ki, önümüzde duran her problematiği belli bir çalışma disiplini içerisinde görme durumundayız. Mamafih temelde Müslümanların durumuna değinmekle birlikte, Orta Doğu diplomasisinde sıklıkla tekrarlandığı veçhile; ‘Biz Araplar, ittifak yapmama konusunda ittifak yaptık’ mealindeki konuma düşmeden, sorunlarımıza çözüm getirme derdimiz bulunmaktadır. Bizi söyleten şey, derdimizin olmasıdır. Üstelik derdimizi de seviyoruz.

Dindarların uzun süredir kendi problemlerini tartışabilme becerisinden yoksun kaldığını görmekteyiz. Hangi tür sorunumuz olursa olsun, sakince konuşabilme yerine suçlama, tekfir etme ya da kavga etmeyi tercih etmekteyiz. Ya da problemlerimiz yokmuş gibi dünün çözümlerini bugünün insanına dayatmaktayız. Oysaki ‘hak ehli susmayı tercih ettiğinde, bâtıl ehli kendini hak üzere sanır’ diyen Hz. Ali’ye hak vermemek mümkün değildir.

Haddizatında, İslâm medeniyetinin kurucu unsurları olan koskoca disiplinlerin açmış olduğu yol ve imkânları görmezden gelip, bilgilerinin kaynağı şüpheli durumda olan bazı kişilerin kendinden menkul üretimlerini hakikat sanarak ulaşılan sonuçları doğrudan beşerin hakikat merkezine konulduğu, hatta mevcut sorunları bu yöntemle çözme isteğimizin olduğunu da görmekteyiz. Ne diyebiliriz ki, Sakallı Celal’in deyişiyle; ‘Bu kadar cehalet ancak tahsil ile mümkündür.’

Müslüman toplum, uzun zamandan beri hakikati her daim haykırmayı karakter hâline dönüştürmüş olan dürüst âlimler konusunda adeta ‘kaht-ı ricâl’ yani adam yokluğu çekmektedir. Bu yoksunluk, aslında bizim fakirliğimize de işaret etmektedir. Haddizatında düşünce üretemeyen kişi ve toplumlar, doğal olarak kavga üretmektedirler. Coğrafyamızın uzun yıllardır bilimle değil, kavga, niza ve savaşla anılmasının başka hangi sebebi olabilir. Ne denir, ektiklerimizi biçiyor olmayalım!

Zamanını değerlendirme ya da zaman içinde iş yapma gayesine mâtuf olarak insanlar ikiye ayrılır derler; ‘çalışma için yaşayanlar’ ile ‘yaşamak için çalışanlar.’ Bilgi üretmeyi hayatımızın anlamlı faaliyeti hâline getirdiğimiz takdirde bizim de dinlenecek sözümüzün olacağını unutmayalım. Zira her medeniyet, başka bir şey ile değil, sadece üretmiş olduğu bilgi kadar güçlüdür.

Birikmiş sorunlarımızı çözme konusunda içe kritik bakışın bir semeresi olan şu soruyu sormanın vakti geldi de geçiyor artık: ‘Biz nerde hata yaptık?’ Yoksa uzun süreden beri kendi sorunlarımızın kaynağını dahi dışarıda arayan: ‘Bunu bize kim yaptı?’sendromundan kurtulamayacağız. Zira ilk durumda sorunun kaynağı kendimiz oluyorken, ikinci durumda ise sorunun kaynağı biz değil, ötekilerdir. Bu durumda ise, problemlerimize çözüm bulma şansımızın kalmadığını düşünebiliriz. Müslümanların yüzyıllardır içine düştüğü durum bundan ibarettir.

Yorumlar (0)
12
az bulutlu