banner4
19.12.2020, 17:32

MEVZİLERİ KORUMA TELAŞI

İnsanoğlunun tuhaf eğilimleri bulunmaktadır.  Bu eğilimleri sayesinde sahip olduğu mevzilerini koruma endişesi taşıdığı muhakkaktır. Bilimsel eleştirilerden tutun, sıradan karşı koymalara değin bu eğilimin başat unsurlarına sıklıkla rastlamaktayız. O kadar ki geçmişin birikimini koruma endişesini insanı zaman zaman akıl dışı yorumları sahiplenmeye götürdüğü veya arkasında durduğu kimselerin hemen her tercihini olumlama isteğinin onu mantıklı eleştirilerden uzaklaştırıp, “toptan sahiplenme” telaşı üzerinden yanlış yollara sürüklediği muhakkaktır. Her iki eğilimin de sadeleşerek fikir tartışmasına dönmesi için kişi ve olaylardan çok fikir ve düşünceleri tartışma alışkanlığını edinmemiz gereklidir. Belki de bu hususun temini için atılacak olan ilk adım, tartışmaya vesile olan mevzuları şahıslardan bağımsız olarak ele alabilme becerisini gösterebilmektir. Ve dahi insanın kültürel birikimlerin katkı sunan hemen her konuyu ilmî yöntemler bağlamında soğukkanlı bir yaklaşımla ele alınmasıdır. Bu işin zorluğu dikkate alınırsa, bunu neden başaramadığımız da açıkça görülecektir.

Dile getirdiğimiz bu görüşleri Müslüman toplumlar özelinde konuşacak olursak, kültürel kabullerimizin düşünme ve tavır alma alışkanlıklarımızı sonuna değin etkilediği açıkça görülebilecektir. Bunun ilk adımı olarak, yaşadığımız coğrafyanın kültür zemininin düşünce ve inanç kodlarını tezyin ettiği gerçeğidir. Diğer bir ifadeyle, insanoğlu, yaşadığı coğrafyanın inanç ve kültür kodlarıyla düşünmektedir. Özel bir gayreti ya da lütuf bağlamında dinsel bir katkısı yoksa bu kodların dışına çıkması oldukça zor gözükmektedir. Onun içindir ki, yaşadığı çevrenin kesif algılarına göre hareket edenler için “coğrafya kaderdir!” tespiti son derece haklı olarak insanı çevreleyen bu yaklaşımı sarih bir içerikle tanımlamaktadır diyebiliriz. Oysaki din denilen hakikat söylevleri, hemen her çağda insana musallat olan bu değişimi frenleyen dışsal bir unsur olarak bilinmelidir. Yani Yüce Allah’ın insan ve onun akletme süreçlerine dışsal bir katkı mesabesinde olan dinin insanı bu cendereden kurtarması beklenir. Tarihsel süreçte öyle de olmuştur. Ancak sürecin ana aktörleri olan elçilerin devreden çıkması akabinde insanların gerisin geriye eski alışkanlıklarına dönerek kültürlerini dinleştirdikleri gözlemlenmektedir. Haddizatında onlardan istenen, dinlerine göre kültürlerini yeniden inşâ etmeleri idi. Dediğimiz şey, Tanrı anlayışından kadın algımıza değin hemen her yerde açıkça test edilebilir. Binaenaleyh bunun yapılması hâlinde ortaya acıkacak manzara, adı geçen mahfillerde dinin değil kültürün hâkim güç olduğu gerçeğini daha yakından gösterecektir. Kanaatimizce Müslüman toplumların asıl problemi budur diyebiliriz.

Kişi ve toplumların geçmiş kültürlerinden bütünüyle kopması beklenemez, beklenilmesi gerçekçi de değildir. O nedenle dinler, özellikle de İslâm Dini, içinde doğduğu kültürlerden iyi olanı onaylamak, kötü olanı reddetmek, düzeltilecek olanı düzeltme tercihi üzerinden bir ilişkiyi öne almıştır. Onun sair toplum ve kültürleri ile olan ilişkisindeki merkezî tutumu da böyle şekillenmiştir. Yani insanlığın ilk ve tek dini olan İslâm, tebliğ edildiği kültüre göre şekil almaz, o kültürü temel ilkeler çerçevesinde yeniden şekillendirir. Fakat baskın bir gelenek içinde büyüyen insanın bu değişime direndiği, veya değişimin olası yönüne kendi rengini kattığı bilinmektedir. Bu dediğimizin daha iyi anlaşılması adına; Câhiliye yazgı anlayışının din ve kader konusunda öne alınması, İran kültürünün kutsal şahsiyet formunu beslemesi, Şaman kültürünün türbe, kabir, nazar vb. gibi algıları yaşatır olması, Anadolu kültürünün aracı şahsiyetleri öncelemesi ve bunları kendi menfaatlerinin korunmasında güçlü aparat olarak görmesi gibi kalıcı gelenekleri örnek verebiliriz. Dahası, bu algıları besleyen siyaset kurumunun kendi akıbetini temin adına ezelî yazgı düşüncesini dinleştirmesi ise tanıdık unsur bağlamında örnek olarak verilebilir. Bütün bunların hepsi bir süre sonra din sosuyla piyasaya sürülerek, herkesin kendi görüşünü destekleyeceği âyet/Tanrı sözü, hadis/elçi sözü ile kutsal kişi sözü/ermiş sözü/hazret sözü ve diğer argümanlara sahip olduğu bilinmektedir. Deyim yerindeyse kutsal kitapların metinlerini öldürüp onları kendi yorumları üzerinden yeniden canlandıran bu kişilerin ürettiği dinlerin akıbeti Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık özelinde çok da farklı gelişmemiştir. Vahyin değil, onun yorumcularını oluşturduğu dinsel gerçeklikler, ne yazık ki insanlığa barış değil, savaş, kan, gözyaşı ve ayrılık olarak geri dönmüştür. O açıdan insanlığın bu din anlayışını vahyin temel ilkelerine göre yeniden yorumlamadan bu tortulardan kurtulması söz konusu değildir.

Vahye muhatap olan hemen her insanın bir süre sonra kendi alışkanlıkları ve kazanımları üzerinden vahyi anladığı bilinmektedir. Ne var ki bu unsurun bütünüyle devreden çıkması söz konusu olamaz. O yüzden ahlâk denilen temel unsurların “gömülü değer” koduyla kişinin fıtratında halk edildiğini unutmamalıyız. Esasında dinlerin bu yapı üzerinden giderek böylesi birikimlere sahip olan insana inanç ve ibadet alanını açtığı düşünülebilir. Zira kişilik denilen yapılanmanın karakteri belirleyen genetik, fıtrî veya hazır unsurları bulunmaktadır. İnsanın bu hasletler üzerinden yaratıldığını bilmeliyiz. Din denilen “iyilik oluşumları” ise insanın bu karakterleri üzerinden hayat bulduğu için, dindarlıkların öncelikli olarak şahsiyetler üzerinden görünür olduğunu unutmamalıyız. İslâm’dan önce iyi, güzel ve ahlâklı olan kişinin dindarlığı da bu ölçekte iyi olmaktadır. Karakteri sorunlu olan kişilerin, eğer ki dinin ahlâkî donanımlarıyla yeniden yapılanıp değişememişse, dindarlıkları da o derece kusurlu olmaktadır. Bu demektir ki, dinin üzerine oturduğu ana aks insanın şahsiyetidir. Bunun inşâsı adına insanın sağlıklı bir şekilde eğitimi gereklidir. Yapılacak olan bu faaliyetin insanlığın kurtuluşu ve dünya üzerinde barışın temini hatta bilişsel seviyesi yüksek bir medeniyetin tahkimi için son derece elzem olduğunu akıldan çıkarmamalıyız.

Bütün bunlardan ayrıca olarak, şahsiyetin oluşum aşamalarında beslendiğimiz kültürün ne derece etkin bir aktör olduğunu unutmamalıyız. Müslüman Ekollerin Arapların Câhiliye sorumsuzluğu üzerinde tahkim edilmiş olan kaderciliğini din diye sunmalarına vahiy bile engel olamamıştır. Gerek vahiy ve gerekse de onun eğittiği insanların bir süre sonra vahyin bütünüyle zıddına olarak erkeksi, kralcı, mazeretçi, çıkarcı hatta yazgıcı bir eğilime uzanması bu dediğimizi destekleyecektir. Hatta vahyin siyaset ve imamet için koyduğu temel prensipleriyle yetinmeyen bu gelenek, süreç içinde atalarından tevârüs etmiş olduğu saltanatı dinleştirmesi de ikincil bir örnek sayılabilir. Bence her ikisinden de daha önde olan husus, dindarlaşma eğilimimizin ilke üzerinden değil şahıs üzerinden gerçekleşme sürecinin öne alınmasıdır. Bu adımın Müslümanların yaşadığı coğrafyanın geleneksel dindarlık ölçeği olduğunu unutmayalım. İster İran ve hinterlandı, ister Orta Asya ve çevresi, isterse de Anadolu ve balkanları düşünelim, kişiler üzerinden tedarik edilen dindarlık sürecinin bizden önce de her daim devrede olduğu açıkça görülecektir. Müslüman aklın bu geleneği vahyin temel ilkeleri çerçevesinde yeniden inşâ etmesi lazımken, geçmişi kutsayan bir siyaset kurumu ve diline yaslanması içler acısı bir durumdur. Gelinen bu noktanın yaşadığımız gibi inandığımıza açık bir örnek olması lazımdır. Ve dahi bu husus, kişiler istemedikçe onu kimsenin değiştiremeyeceğine dair sarih bir misal kabul edilmelidir.

Vahyin kendisi olmasa bile ne dediğinin insan eliyle bu denli dönüştürülmesi akabinde ortaya çıkan yorumların kişi, bölge, okul ve yaklaşım farkları üzerinden yeniden teşekkül ettiği görülmektedir. Bir anlamda dinlerin kutsal metinleri ile kurucu önderlerinin konuşturulduğu sürecin böylelikle deruhte edildiği yeni bir aşama başlatılmıştır. Bu isteğin Tasavvuf eliyle şeyhe endeksli bir din anlayışına, Fıkıh eliyle fetvanın otoriter karakterine ve Hadis eliyle rivâyetin gücüne dönüştüğü aşikâr bir durumdur. Yine dinin olmasa bile dindarların ifade gücünü öne alan yorumlama tekniğinin Kelâm üzerinden âdeta Allah adına konuşan mezhepleri ortaya çıkardığına tanıklık etmekteyiz. Neticede bu sürecin Tefsir geleneğimizde izine sıklıkla rastladığımız gibi, sözün dışsal anlamlarına iman eden sert bir dindarlık olan Selefîliği nasıl beslediği hemen herkesçe mâlumdur. Böylesi dindarlıkların insanı değil, kurumu, yaptırımı hatta beklentileri öne aldığı unutulmamalıdır. İnsanı ve onun isteklerini devre dışı bırakan bu yaklaşımlar, zaman içinde ortaya çıkan her oluşumu dindarlık olarak lanse etmişlerdir. Olanlar ile hadiselerin merkezinde iş tutan kişiliklere bakılırsa, birlik, dirlik ve beraberliği önceleyen bir dinden sanki bölünmeyi ve mezhepçiliği ısrarla istediği öne sürülmektedir. Din adına üzücü olan husus, bu konudaki her yorum ve tasnifin dinin öğretmeni olan elçilerin ağzından tedâvüle sürülmedir. Kendi dindarlıklarını besleyen unsur olarak elçilerin otoritesinden yararlanmak isteyen bu dindarlıkların vahye “işaret dili” muamelesi yapmak suretiyle, onun otoritesi üzerinden mevcut dindarlıklarına yeni bir anlam dünyası ile gerçeklik katmanı ilave ettikleri bilinen bir yaklaşımdır. Bu noktadan sonra, “şunu/bunu/onu söyleyen kâfirdir, fâsıktır, haindir, zındıktır, dinden çıkmıştır…” gibi hükümlerin ortalıkta dolaştığına şahit olacağımız korku, tehdit ve yıldırma ikliminde yaşamak normal bir sonuç olarak kabul edilmelidir. Meğerki bu ve benzeri süreçlerinin ötekine yönelik şiddeti barındıran kalkışmaya dönüştüğü her aşamanın dindarlık üzerinden tedarik edildiğini görsek bile, bu yapıları besleyen karakterlerin üretmiş olduğu akıbet hiçbir zaman değişmeyecektir.

Velhâsıl, “bizim dinden anladığımız budur!” hassasiyetinin bu çevrelerde izdüşümü dahi yoktur. Bilakis, “bizim dediğimiz mutlak hakikattir ve bunun dışındaki yorumlar fesat olarak görülmelidir!” yaklaşımı, hangi cenahtan olursa olsun kitleleri esir alan “tek hakikatçılık” yaklaşımı üzerinde işleyen otoriter dindarlıkları büyütmektedir. Kitlelerin bu dinsel yaklaşıma daha yakın durması ise, kendilerini adam yerine koyan gruplara yaranma ve dinsel tartışmaları “güvelik sorunu” olarak görmelerinden neşet etmektedir. Bununla yetinmeyen bazı kişiler ise kendince dinselleştirdikleri cemaat, tarikat, cemiyet, parti, din adamı, otorite ve lider üzerinden ayrılıkçı bir dinsel oluşumu besledikleri tarihin şahitlik ettiği bir husustur. Buna ek olarak, bazı düşünce adamlarının otoritesi üzerinden bağlandıkları dinsel oluşumların “hakikat ocağı” olarak sunulması ise işin cabası. Bütün bu hengâmede ortaya atılan bazı fikirlerin nesnel olarak tartışılabileceği büyük bir hayâlden ibarettir. Çünkü herkes, hakikat ocağının başında oturmakta ve kimseyi o ocağa yaklaştırmamaktadır. İhtiyacı olanın ateş veya köz alabilmesine imkân tanınmadığı bu süreçte, elinde kalanla övünüldüğü tuhaf bir dindarlık yaşamaktayız. Öncelikle sosyolojinin konusu olması gereken bu noktanın dinin konusu olması ise ayrıca garabet olarak önümüzde durmaktadır.

Bilinmelidir ki Din, hiç kimsenin tekelinde değildir. Onun anlaşılma biçimleri de hiç kimseyi hakikatin öznesi yapmaz. Bu nedenle din adına yapılan yorum ve ortaya konulan yaklaşımların sadece cevabı bulunur. Yorumların güvenlik sorununa dönüştürülmesi ülkede şiddet iklimini besleyecektir. Bugün bana işletilen süreç, aynı mantık devam ettiği zaman yarın otomatik olarak size işletilecektir. O yüzden bir an önce hakikat tellallığından kurtulmak gerekmektedir. Yoksa başkasının kellesini aldığınız balta, bir gün döner sizin de kellenizi alır. Bu dünyada şiddet ekenin barış biçtiği görülmemiştir. “Düşünce suçu” kavramını sözlüklerden ve dahi hayattan çıkarmadıkça din dilinin şiddet içeriği üzerinden otoriterleşmesine katkı sunacağız demektir. Fikir tartışmalarına siyaseti alet etmek, rakipleri tasfiye etme aşamalarında siyasetten medet ummak ya da kanun üzerinden tehditler savurmak, her şeyden evvel düşünce zayıflığına işaret eder. Hâlbuki farklı fikir ve oluşumlar düşmanlığı değil, reddiye geleneğini devreye sokmalıdır. Üstelik kimin dindar olup olmadığına siz karar veremezsiniz. Bu yetkiyi kendinizde görmek, insanın Firavunlaşması anlamına gelir ki, bu oluşumun dinde sakınılması gereken bir kişilik olduğu zaten bilinmektedir. Düşünce özgürlüğünü yasaklamak, onu şiddet sarmalında tanımlamak, süt veren ineğin kesilmesi anlamına gelecektir. Zira insanlığın geçmiş tecrübeleri göstermiştir ki medeniyet, sadece insan tarafından üretilen düşünceler üzerinden tahkim edilebilir. Buna imkân tanımamak, insanın bindiği dalı kesmesi demektir. Aklı başında insanların böylesi dindarlıkları hayattan kovması ise anlaşılacak bir durum değildir.

Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanmanın gereği olarak, fikirleri özneden bağımsız olarak değerlendirmek lazımdır. Bugün için güç ve erki yanında bulunduranlar, özellikle Emevî, Abbasî, Memlük, Samanî, Büveyhî, Selçuklu ve Osmanlı tecrübesinden dünün dünyasına ve orada yaşananlara daha yakından bakabilirler. Bakışlarından Batı’nın din kavgalarını da eksik etmesinler ki, insanlığın öldürürken nasıl daha dindar olunamayacağını yakından gözlesinler. Beğenmediği fikir dolayısıyla insanları ekmeğinden, işinden, itibarından hatta hayatından etmek, olsa olsa değişik formda katletmekle eşdeğer bir tutumdur. Bilmeliyiz ki özgürce tartışılman fikirler yer altına inerek daha da radikalleşir ve düşmanına dönük bir silaha dönüşüverir. İnsanın yarın kendisine döneceği silahı üretmesi oldukça manidardır. Güvenlik endişesi duyanların öncelikli olarak kendilerinin hayatı barış kuşağında görmesi gereklidir. Yoksa tarihsel tecrübelerin ışığında söylemek lazımdır ki, tekfir eden daha şiddetle tekfir edilmekle yüz yüz kalmıştır. Hayatı başkasına dar edenlerin, içine girdikleri dar koridordan çıkma şanları bulunmamaktadır. Adına ister tuzak deyin, isterse öngörüsüzlük deyin, fikir tartışmalarından düşman üretenlerin hayat boyu görecekleri tek şey, düşmanlık olacaktır.

Akıllı dindarlıklar dogmatik uykunun her çeşidine izin vermeyecek akletme süreçlerini devreye sokabilmektedir. Yeter ki herkesin düşüncesini ifade edebilme özgürlüğünün olduğu temel insan hakkı olarak görülebilsin. Kişi, toplum ve medeniyetler için yaşamsal bir tavır olan bu yaklaşım, Yüce Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak isteyen her kişinin yanında durduğu bir tavır olmalıdır. Nihayetinde herkesin hesaba çekildiği ve kimin doğru ve kimin yanlış olduğunun görüleceği güne doğru yaklaşmaktayız. Bu son noktadan evvel kişilerin yanlış yapabilmesine ve yanlıştan dönebilmesine imkân ve fırsat verilmelidir. Ümmetin ihtilafının rahmet olması, olsa olsa bu fikir özgürlüğünün şiddette evrilmediği süreçlerin yaşatılmasıyla mümkün olabilecektir. Kardeşlik, kardeşinin en az senin kadar ifade hürriyetini hak ettiğini düşünmekle başlar. Düşünün ki Hz. Ömer’in şirk düşüncesinden ötürü daha başında katledildiği yaman bir ortamda, yeni Ömerlerin çıkmasına imkân olabilir mi? Bizler, kendi sıkletimiz ölçüsünde hakikatin anlayıcıları ve de anlatıcılarıyız. Hiçbir zaman onun hükmünü veren ve hukukî müeyyideler getirenler olmamalıyız. Allah’ın vereceği kararlara ortak olup bunu İslâm ve İslâmcılık üzerinden yapmanın, Müslüman dünyada ne denli büyük bir travma yaşattığı ve de sonsuz acılar bıraktığını gözden ırak tutmamalıyız. Eğer ki Müslümanın kanının Müslümana haram olduğu hatta insanın kanının çok özel durumlar hariç insana haram kılındığı barış ortamını istiyorsak, dindarlıklarımızı vahyin tolerans ve hoşgörü ikliminde yeniden inşâ etmeliyiz. Bunun yegâne şartı olarak, uzun süredir rüya görmekte olduğumuz dogmatik uykumuzdan uyanmalıyız. Aksi takdirde elimizde sadece cehalet, öfke, yalnızlık ve geri kalmışlığımızla özdeş olarak büyük bir pişmanlık kalacaktır.

Yorumlar (1)
Ebru Dilek Karahasan 3 yıl önce
Kültürel ve geleneksel alışkanlıklarımızı, anlayışımıza paralel, din başlığı altında bir takım kişilerce yanlı olarak beraberin de de dogmatik düşüncelerin oluşmasına sebebiyet veren dindarlık hiç bir zaman gerçek İslamın emrettiği kurallar yaptırımlar olamaz..!
Aynı şekilde özgür fikirlere karşı vurulan etiketler din dışı bakış açısı ve ötekileştirme hareketleri, bizleri ayrıştırıp bölmekten başka bir işe yaramadığı gibi günümüzde dinden soğuma din değiştirmeye varan sonuçlarla karşımıza çıkmaktadır.. O yüzden ayrıştırıcı fikirleri ortaya sürerken, sizinde makalenizde anlattığınız gibi çok dikkatli ve aklı başında bilgi verip bir çok görüşe düşünceye açık engin dünya görüşüne sahip hocalara çokça ihtiyacımız var.. Kaleminize sağlık
12
az bulutlu