banner4
11.12.2020, 10:01

KÜLTÜREL KİMLİK VE BÜTÜNLEŞME

Ülkemizin en önemli sorunlarından biri kültürel kimlik ve bu kimlikler üzerinden ayrışmadır.

Ali Bayramoğlu bir düşünce yazısında (Karar, 05/12/2020) şöyle diyor:Kimlik meselesinin önemi… Bu meselenin hem kurucu hem yıkıcı özellikleri var. Bu topraklarda toplumun oluşma biçimi, iç içe girmeyen, yan yana yaşayan, değer kavgası veren ve cemaatçi tutumlar izleyen kimliklerin, yığma taştan yapılmış bir ev gibi üst üste durmasına benzemektedir. Bu sosyolojik gerçek zaman zaman su yüzüne çıkar, kaçınılmaz biçimde kendisini dayatır. Mesele bundan sonra ne olacağıdır? Kültürel kimlikler meselesini dünün hastalıklı durumu olarak görmemek, bu çerçevede farklılıkların tümünü kuşatacak, aralarında sağlam köprüler kuracak bir dil ve siyaset inşa etmek, hala en önemli meselelerimizden birisidir. Dar alan siyasetini arkasında bırakacak ve bu bağı kuracak olanlar, siyasetçi, düşünce adamı, akademisyen kim olursa olsun, yarını kazanacak ve oluşturacaklardır.”

Yazarın “Dünden bugüne kültürel kimlikler” olarak sentezlediği yazıda vurguladığı husus, bu sorunun henüz aşılamamış olmasıdır.

Türkiye’de birçok kültürel kimlik bir arada yaşamaktadır. Birlikte yaşama iradesi, bizlerin toplum olma bilincini kazanmamızı gerektirmektedir.

Bir toplumu, gösteri, izleyici ve kalabalık yığınlarından ayıran özellikler nelerdir?

Herkesin herkesle barışık olduğu ve birbirlerinin ihtiyaçlarını gözettiği insanlar, toplumu; herkesin herkesle mücadele içinde olduğu ve birbirleriyle savaş yaptığı insanlar, yığını oluştururlar. Yığınlar ve etkin kalabalıklar, ‘savaş alanı’ olarak gördüğü devleti ele geçirip, devlet mallarını ve makamları ‘ganimet’ diye paylaşırlar. ‘Kazanan her şeyi alır’ diyen, bu dar anlayış ancak yığınların düşüncesi olabilir. Bunlar, ilkçağ zamanı avcı-toplayıcı toplulukların özelliklerini gösterdiklerinden, yönetim şekilleri de ‘kabileci’dir.

Oysa modern toplum, ulus olma bilinci sonrası, bilginin de değer kazanması ile birlikte toplumsal uzlaşma veya sözleşme ile huzur bulmuştur. İnsanlar birbirlerine zarar vermemenin yolunu öğrenmiş ve birlikte barış yolunu seçmişlerdir. Millet ya da ulus demek, belli bir toprak parçası üzerinde bir arada yaşamayı amaç edinmiş, tarih, dil, kültürel yapı ve özellikler yönünden ortaklık bağı kurmuş en geniş insan topluluğu demektir. Ulus ya da milleti bir arada tutacak şey, aynı kimliğe sahip olmaktan belki daha fazla, ortak kültür birliği ve gaye yanında, “kültürel farklılığa tahammül etmeyi öğrenmiş, birlikte yaşama kültürünü kazanmış insanlar” olmasıdır.

Olgunlaşamayan ve böylece toplumsallaşamayan insanlar ise, aralarındaki kültürel kimlik farklarını sorun yaparlar. Birbirlerini gerekirse ‘zorla değiştirme’ uğraşı içine girerler. Her şey ‘bir savaş durumuna’ dönüşünce, insanlar gerginleşir ve güvensizliğe düşerler. Kimlik aidiyeti üzerinden, herkes birbirini ötekileştirerek, ‘düşman’ saydıklarını yok etmeye çalışır. Hastalık bilgisinde bu durum, insanın vücudundaki bağışıklık sisteminin, kendi vücuduna ait dokularını tanımada sorun yaşayarak, onları ‘yabancı’ görüp, kendi dokularına savaş açmasına benzer. Bedenin kendisiyle savaşının sonucu, ölümdür. (Örnek; Kelebek hastalığı gibi.) Güç gösterisinde bulunma ve üste çıkma kurnazlığının neticesi, herkesin birbirini ezmesidir. Kaldı ki yalan, hile ve haksızlık sonucu üste çıkmış olmak zafer değil, yenilgidir. Bu suretle ötekileştirdikleri toplumsal gruplara zulüm başlar. Böyle bir güç savaşı yoluyla mutlu olacağını düşünenler varsa, bunlar ayak takımıdırlar. Yaşattıkları büyük haksızlıkları kapatmak için ayak takımının yapacağı ilk iş, ideolojiye sarılmak, yaptıkları haksızlıkları bu suretle meşrulaştırmak olacaktır. Halbuki modern toplumlarda siyasal iktidarlar, insanların güvenini kazanarak, ülkeyi yönetmek için bir süre yetki devralırlar. Bu süreçte ideolojik propagandalara ve bunun yanında devletin baskı aygıtlarına ihtiyaç duymazlar.

Bu açıklamalardan sonra, ülkemizin kimlik sorunları üzerine daha fazla eğildiğimizde, ilk göze çarpan şey, “ülke insanımızın toplumsallaşmasında sorunlar bulunduğu” gerçeğidir. Hangi makamlarda olursa olsun, kültürel olarak kendisini geliştirmiş, yetiştirmiş insan sayısının az olduğudur. Öyleyse daha fazla kaliteli eğitime ve yetişmiş insana ihtiyaç vardır: “Benim özgürlüğüm, sana zarar verdiğim noktada biter, senin için de bu böyledir” ilkesi gözetilerek, karşılıklı saygı geliştirilmelidir. ‘Sen, ben olursan; ben, ben olurum’ demek yerine, insan onuruna, herkesin kültürel kimliğine ve kişiliğine saygı duyularak, “Sen, sen olursan; ben de ben olurum” denilecek bir eğitim anlayışıyla, bireyleri yetiştirmek gerekir.

Önümüzde büyük bir sınav vardır: Kültürel kalkınmayı gerçekleştirmek adına, bu zor eşiği aşmak için kültürel olgunluğu kazanmak ve birbirimizi anlamak üzere daha fazla olgunlaşmak ve bunu davranışlarımızla gösterebilmektir. Geliştirilmesi gereken anlayış, farklılıkları, insanların doğal nitelikleri olarak görmek ve bu farklılıklarla birlikte yaşama kültürünü kazanabilmektir. Başkasını tanıdığımız oranda, dostluklarımızı; birbirimizi tanımadığımız ya da yanlış tanıdığımız oranda, düşmanlıklarımızı artırmış olacağız. Farklılıklarımız, ayrışmak için değil, bütünleşmek için “birbirimize ihtiyacımız olduğuna” delildir. Toplumu bir araya getiren birleştirici unsur  budur: Herkesin farklılığına rağmen, birlikte güven içinde yaşayabileceği ulus birliğini ve neticesi olan siyasal örgütlenmeyi sağlamak...

Bu noktada sosyolog Zygmunt Bauman’ın “Modernlik ve Postmodernlik” üzerine tanımlamalarına bir göz atmak gerekir:

“Modernite; doğruluk, adalet ve akıl için evrensel olarak uygulanabilir standartlar belirleme ve sınıflandırma yoluyla düzen faaliyetine girişmiş, bu bağlamda göreceliği bastırmaya çabalamış, farklılığı da bir suç olarak görmüştür.” diyen Bauman, ‘Modern bahçe kültürü’ anlayışında, toplumu ‘bahçe gibi gören’ görüşün, toplumsal doğal ortamın bazı bölümlerini ‘yabani otlar’ olarak niteleyeceğine tanık olmuştur. ‘Yabani otların’ yok edilmesi gerektiğini düşünen bu görüş karşısında Bauman, “Başarının yalnızca insansal değerlerle ölçülebileceğini ilan etmiş bir çağda, sınırları aşmanın daha önce hiç olmadığı kadar kolaylaştığı yeni koşullarda, sınır çizmenin ve sınırları korumanın kefaretini ödeyecek bazı teorilere ihtiyaç duyulacaktır ki bu ırkçılıktır(!)” diyecektir. Ona göre, “ırkçılık, modern bir silahtır ve modernlik, ırkçılığı olanaklı kılmakla kalmaz, onu için talep yaratır!“

Postmodernlikle birlikte, özgürleşme imkanının bulunduğunu ileri süren Bauman, “Bu süreçte silahları bırakma, yabancıyı dışlamak için yürütülen sınır mücadelelerine bir son vererek, mesafe koymak ve ayırmak için günlük olarak dikilen mini Berlin Duvarlarını yıkılabilme şansı mevcuttur. Bu sonuca, insanın tek evrenselliği olarak kişinin kendi kimliğini seçme hakkına ve bireyin nihai ve ayrılmaz bir parçası olan seçme sorumluluğuna vurgu yapılarak, bireyi bu seçme özgürlüğü ve sorumluluğundan mahrum bırakmayı hedefleyen, karmaşık devlet ya da kabile yönetim mekanizmalarının maskesi düşürülerek ve açığa çıkarılarak ulaşılabilir” diyecektir.

Bauman “Yaşadığımız çağ belki postmodern çağdır, belki de değildir. Ancak kesin olan ‘kabileler ve kabilecilik’ çağında yaşadığımızdır” demektedir. Ona göre insanların bir arada olma şansı, kimin yabancı olduğuna, -devletin mi yoksa kabilenin mi- kimin karar vereceği sorusunda değil , “yabancının haklarına duyulan saygıda”dır.

Zygmunt Bauman (1925-2017)  düşüncesini şöyle tamamlar: “Günümüzde cemaat övgüsüne, aidiyetin alkışlanmasına ve heyecanla gelenek aramaya güç ve canlılık katan şey, mucizevî biçimde yeniden doğan kabileciliktir(!) Biz bugün bir kere daha, zafer sevinciyle, insanlara hastalıkların tamamı için mucizevi bir ilaç keşfettiğimizi ilan ediyoruz; ancak, ilaç olarak sunulan şey bu defa, eski hastalığın kendisi oluyor! Bir defa daha, kendimizden emin bir biçimde, ilacı tam dozunda vermeye çalışıyoruz. Aidiyetin iyi, güçlendirici ve ilerici bir formu var -diyorlar bize- ve bunun adı etnisite (bağlı olduğu etnik köken) kültürel gelenek ve milliyetçilik oluyor(!).. İnsanlar farklıdır ve bırakın öyle kalsınlar.”

O halde, yazı başlığımıza dönecek olursak: İnsanlar farklıdır ve öyle kalmalıdır…Ayrışma yerine farklılıklarla birlikte bütünleşmeyi esas almak durumundayız. “Birlikte yaşama kültürünü” daha fazla kazanmak zorundayız. Çünkü ayrışmayla değil, ancak bütünleşmeyle huzurlu ve mutlu olacağız.

Yorumlar (0)
12
az bulutlu