banner4
22.12.2023, 11:47

KONAKTAN BARINAĞA BİR YEREL YÖNETİM KLASİĞİ (!)

Meramımı baştan belirteyim. Bir insanın yaşadığı toprakları sevmesi, onun bulunduğu yere ilave ettiği güzellik kavramının nispetiyle ölçülür. Bu kadar doğal farklılıklara ve güzelliklere sahip olan bir ülkenin şehirlerini, kasabalarını, köylerini bu kadar kötü bir planlama mantığı üzerine “imarsız imar”a teslim etmesi/ edilmesi kadar hazin bir şey yoktur!..

Bir şehri yaşanabilir kılan şey; yaşanılan mekânsal alanının doğal güzelliklere olan uyumu, bireylerin hizmetlere ulaşabilirlik derecesi, refah düzeyinin adil dağılımı, temsilcilerin ve insanların kalitesi o yerin yaşanılır niteliğini belirler.

İnsan evrende sadece koşuşturan, kazanan ve rant sağlayan bir varlık değildir. Kendisine ve başkalarına bazı şeyleri ilave edendir. Çünkü insan yeryüzünü imar eden, mevcuda bir şeyler ilave eden yegane varlıktır. Bu özellik onu diğer varlıklardan ayıran temel bir niteliktir.

İnsanın üzerinde yaşadığı ülke, şehir, evi sayılır. Bir mekânsal yapının değerini belirleyen şey;  o yapının konumu, hangi malzemelerden yapıldığı, yapının doğaya olan uyumu, estetiksel boyutu, işlevsel özelliği, beşeri ve sosyal donatıların miktarı ve kalitesinin derecesidir. Başka bir tabirle şehri yaşanır kılan şey sadece kazanç ve istihdam değildir. O şehrin insanlara sunduğu imkanların görece üstünlüğü ve aidiyet duygusudur.

Kişilerde aidiyet duygusunu uyandırmayan şehirler ölü şehirlerdir. Maalesef bugün birçok şehrimiz bu hastalıkla pençeleşmektedir. Son yıllarda şehirler kırsal göçe maruz kalmış ve sadece bununla kalınmamış şehirde yaşayanlar da bir semtten başka bir semte göç etmek zorunda kalmışlardır.  Böylece hafızası olmayan doğal ve tabii güzelliklerden yoksun şehirler ortaya çıkmış.

Bireylerde aidiyet duygusunu uyandırmayan ve kalıcı anıtsal mabetleri olmayan şehirler, geleceğin inşasında rol alamazlar.

Hiçbir akıllı varlık havası, suyu, ulaşım sorunu ve yaşam kalitesi düşük olan bir yerde yaşamak istemez. Şehirler doğru planlanamazsa zamanla aşırı göç baskısında ve yaşam kalitesinin düşüklüğünden dolayı cazibelerini yitirirler. Sanayi şehirleri buna örnektir. Bu şehirlerde genelde işçiler yaşarlar. Zenginler genelde şehrin merkezinden uzak doğayla içiçe yerlerde yaşamaya çalışırlar.

Bir şehri, şehir yapan temel bazı özellikler vardır. Bir şehri doğal kapasitesinden fazla yerleşim yerine, demografik baskıya maruz bırakırsanız, o şehir nefes alamaz ve ölmeye mahkum olur.

Çağımızda sanayi ile birlikte şehirler büyümüş fakat şehirlerin yaşam kalitesi düşmüştür. Yaşam kalitesini belirleyen o mekanın bize sunduğu cazip yaşam seçeneklerinin çeşitliliğidir. Sanayi ve istihdam o şehrin yaşanabilirliğini değil ekonomik kapasitesini gösterir. Şehir ekonomik kapasiteden daha fazla bir şeydir.

Şehirlerin varlık gerekçesine indiğimizde,  aslında insanı kainatın kısıtlayıcı imkanlarından kurtaran ve yaşam seçeneklerinin bol olduğu ve insan özgürlüğünün tecelli ettiği mekanlar olmalarıdır. Başka bir tabirle bireyin kendisinden ziyade başkalarına sunduğu hizmetlerin miktarı, kapasitesi ve yaşamsal imkanlara erişimin kolay olduğu yerler olmalarıdır.

Şehiri şehir yapan, onu ulaşılmaz kılan, mimari yapısıdır. Kendisine münhasır bir mimari dokuya sahip olmayan şehirler, başka şehirlerin kötü bir kopyası olurlar.

Bugün Türkiye’nin bütün şehir yapıları nerdeyse birbirlerinin benzerleridir. Bingöl’ün İstanbul’dan hiç bir farkı yoktur. Hatta Bingöl de yaşamak İstanbul ‘a göre daha rahat ve konforludur. Bir kere insanlar daha az strese, yaşam kaygısına ve doğal ürünlere maksimum şekilde yararlanma imkanlarına sahiptirler.

Bugün inşa edilen mekânsal alanlar yeteneklerimizin kullanılmasına imkan vermeyen kötü bir imar mantığına sahiplerdir. Yollar, insanların yürümesi için değil araçların kolay geçmeleri içindir, evler nefes alıp verdiğimiz mekânsal yapılar değildir, barınak ve rant amaçlı olarak tasarlandıklarını görüyoruz. Bireyin sosyalizasyonu ve psikolojisini hesaba katmayan bütün mimari anlayışlar yabancılaşmayı tetiklerler.

Bir toplumun medeniyet seviyesinin ölçütü şehirleridir. Şehirler, bir medeniyetin ulaştığı evreyi gösterirler.

Türkiye kalkınmasının en büyük handikapı şehirlerinin ihmal edilmiş olmasıdır. Ulusal kalkınmayı sağlanmanın yolu yerel kalkınmadan ve yerel yönetimlerden geçtiğini bir türlü idrak edemeyen bir kamu bürokrasisi zihniyetine sahibiz. Eğer idari ve siyasi (iktidar ve muhalefet partiler) devlet aklı, zamanında bazı yerleşim yerlerini tatil bölgesi, tarım havzası, sanayi bölgesi, hizmet sektörü ve lojistik  merkezler şeklinde planlamış olsaydı bugün Türkiye çok daha farklı bir yerde olurdu.

Her yeri aynı anlayışla ve donatılarla kurguladığımız için bütün doğal güzelliklerimizi yaşanmaz kılmışız. Detroit şehri buna örnektir. Bir zamanlar Detroit  şehri ABD’de sanayinin merkeziydi. Sanayinin nitelik değişmesiyle birlikte Detroit şehri cazibesini yitirir ve ölü bir şehre dönüşür. Şehirlerimizin Detroit şehrine dönüşmemesi için, bugünkü belediyecilik anlayışımızı değiştirmemiz gerekiyor.

Belediyecilik anlayışımıza baktığımızda sadece konutların üretimini görüyoruz. İstisnasız bütün belediye başkanları şehrin geleceği ile ilgili değil bir –iki lokal proje ile belediyecilik yaptıklarını sanıyorlar. Oysa şehirciliğin bundan daha farklı bir şey olduğunu göremiyorlar. Halbuki çağdaş yerel yönetim anlayışı şehri bir bütün olarak gören, tasarlayan ve yeniden kurgulayan uzun vadeli bir master plan tasavvuru üzerinde yükseldiğini bize söylüyor.

Şehire sadece proje bazında yaklaşanların şehri nefessiz ve yarınsız bıraktıklarını görüyoruz. Konuttan barınağa evrilen bir anlayışın sonucu olarak belediyelerin yapmış oldukları tahribat canlı olarak önümüzde duruyor. Doğası, tarihi, estetik objeleri ve mimari dokusu olmayan veya tümüyle yok edilmiş bir şehircilikle kalkınmanın olamayacağını unutuyoruz.

Eskiden bizim kültürümüzde konaklar vardı. Evler müstakil ve bahçeliydi. Kişiler hem temel ihtiyaçlarını hem de beşeri ilişkilerini rahatlıkla evlerinde icra edebiliyorlardı. Bugün ev dediğimiz olgu sadece barınağa dönüşmüş haldedir. Barınakta; komşuluk, doğallık ve insan etkinliğini yoktur, bulamasınız!

Konaktan apartman hayatına taşınan Anadolu insanı adeta bir metaformoz geçiriyor. Plansız, programsız, renksiz, kimliksiz ve estetikten uzak yapıların ne insani ve nede milli olmadıklarını bir türlü idrak edemiyoruz. Babil kulesinin hikayesini olmuş bitmiş bir nazariye ile bakıyoruz. Halbuki Babil kulesi aslında bugünü anlatıyor; birbirinin dertleriyle demlenmeyen insanların hikayesini. Yapı ile insan kişiliği arasındaki doğrudan bir ilişkinin var olduğunu psikoloji ilmi bize söylüyor.

Apartman hiçbir zaman rahmani ve milli olmadı. O ismiyle müsemmadır; Apart/man!..  Aynı zamanda hiçbir zaman “yerli” kültürün bir ürünü de olmadı. Batılaşma ile birlikte ilk defa Beyoğlu’nda gün yüzüne çıkmıştır. Muhafazakarlığın doğuşu ile birlikte muhafaza edilecek bir şeyler kalmadıktan sonra, muhafazakarlar tarafında apartman “milli” olarak kabul görmüştür. Gayri milli kültürünün bir ürünü olan apartman konsepti Menderes ile birlikte altın devrini yaşamıştır. Yine ilginç bir paradoksta kendi şanlı geçmiş kültüründen bahsedenlerin kendi kültürlerine hiç “yaşam hakkı” tanımadıklarıdır.

Konağın ölümü ve apartmanın yükselişi ile birlikle şehirlerimiz yanlış planlarla, binalarla kuşatılmış; tarihi ve doğal yapılarımız modern beton ve demir yığınları arasında elimizden kaybolup gitmiştir. Tek katlı ve bahçeli olarak tasarlanıp inşa edilen gecekondular bile yeni imar planlarıyla rant avcıları tarafında hisseli  ve yeni parselasyon mantığıyla dikey yapılaşmaya gidilmiş ve şehirler ranta kurban edilmiştir.

Türkiye’de şehircilik maalesef tüm kesimler (İktidar ve muhalefet) tarafından kolay zenginleşme aracı olarak görülmüştür. Devletin bu alandaki yaptırım gücü de yok hükmünde kalmıştır.

Fıtrata uygun yaşayan bir insanın veya Müslüman bir şahsın mahrumiyet alanı evidir. Ev, hem içeriye hem de dışarıya açılan bir penceredir.

Ev, içeriye açılan bir penceredir, çünkü; dede, nine, anne, baba,  kardeş ve yakın akrabalarla birlikte vakit geçirilen bir mahremiyet alanıdır. Herkese açık değildir, izin olmadan girilmez, dışarıdan ancak  “eve buyur edilen” kişi misafir olarak kabul edilir ve girilir.

Ev, dışarıya açılan bir penceredir, çünkü; dışarıda yabancı yoktur, komşu vardır.  Komşu rahatsız edilmez, gidilip- gelinir, hal hatır sorulur, ihtiyaç hasıl olduğunda yardımına koşulur. Bizim kültürümüzde  “komşuluk hakkı” neredeyse kutsanmıştır.

Yeni kentsel planlama anlayışıyla  (!..) birlikte bu geleneksel ev anlayışı  da  yok oldu. Artık mekânsal yapılar toplumsal kesimleri birbirinden net hatlarla ayrıştıran yerlere dönüştü. Yeni gettolar inşa edildi. Kast sistemine dayalı sınıfsal uçurumlar mekânsal alanlar üzerinde inşa edildi.  Böylece toplumsal kesimler arasında barışın, refahın ve huzurun terkibini sağlayacak sosyal ve beşeri kültür de ister istemez çöktü. Toplum atomize oldu ve anemi başladı.

Konuttan barınağa evrilen bu şehircilik anlayışıyla yeni bir medeniyetin zuhur edemeyeceği aşikardır.  

Ulusal ve yerel kalkınmanın tek motoru; ekonomik zenginlik değildir. Mekansal alanın bize kazandırdığı yaşam kalitesinin niteliği ve konforu olduğu unutulmamalıdır.

Yorumlar (0)
12
az bulutlu