banner4
21.09.2020, 10:24

İYİ ve DAHA İYİ OLMAK İÇİN NELERİ ATLIYORUZ?

Hayatın kendine has basit kuralları vardır. Bunları görmemek, görememek, görmezden gelmek ya da görüp dikkate almamak, insana yaşanan hayatın herkesi bağlayan açık kuralları karşısında mağlubiyet duygusu vereceğinden, eziklik duygusuna sokacaktır. Bunları kolaylıkla aşabilmek için yaşadığımız hayat ve onun herkesi bağlayıcı olan yasalarını yakından bilmek lazımdır. Şimdi hiç kimsenin kaçınması mümkün olmadığı bu gibi objektif yasaların bazılarına yakından bakabiliriz.

Denir ki, dâhilik ile aptallığın temelde bir farkı vardır, o da dâhiliğin bir sınırının olduğu hâlde, aptallıkta böyle bir sınırın olmamasıdır. İşte hayatı kendi kuralları içinde göremeyen zekâlar, eşyanın bağlı olduğu yasaların tersine davranarak, doğru sonuçlar bekleyen kişilerdir.

Son zamanlarda bazı çevrelerin köpürttüğü tuhaf bir inanış ortada gezinmektedir. O da, “insanı ölümden eceli korur!” ifadesidir. Bu ifadenin yaygınlaşması, özellikle dizi ve film setlerinde okunan tekstler aracılığıyla baş aktörlerin diline konulmasıdır. Korkarım ki dinin ve yaşamın bütün kuralların ters olan bu sözün arkasından gidenler, yaşam ve ölümlerini yine başkalarının tasarrufuna bırakacaklardır. Zira bu slogandan öte bir anlamı olmayan bu söz, ömür ve ecel olgusunun bu zihniyet tarafından asla anlaşılamadığını göstermektedir.

Müslümanların özellikle bir bölümünün kendileri için göklerden gelecek kararı bekledikleri görülmektedir. Bu karara göre onlar, rakiplerini geçip, düşmanlarına galip gelecektir. Şiir diliyle ifadesinde belli bir lezzet olan bu sözün, sünnetullah/âdetullah/tabiat kanunları ve yaşamın diğer alanlarında geçerli olan kurallarla hiç de örtüşmediği açıktır. O yüzden kendi eylemlerinin sonuçlarını gelecek olan bu karara bağlayanların, dünya üzerinde başkalarının nalını topladığı her daim görülmektedir. Herhâlde bir milleti kandırmanın bundan daha iyi bir adımı olamaz. Bu gibi masalların sadece uykuya geçişte faydasının olduğunu unutmayalım.

Eskiden yazılmış olan bunca eseri ezberleyen bir geleneğin, her daim yazılan hayat kitabını okumaması, hayli düşündürücüdür. Belki de bu sebeple kitap ile hayat arasındaki mesafe git gide açılmaktadır. Kendilerini herhangi bir geleneğin sadık takipçileri olarak tanıtanlar, işe öncelikle içinde oldukları geleneği sorgulamakla başlayabilirler. Yoksa bir süre sonra sorgulayacakları bir gelenekleri de olmayacaktır.

Garip bir şekilde, herkes kendine yakın olana pürdikkat, uzak olana sağır kesilmektedir. Yahut herkesin başkasının kutsalına ve de putuna sövdüğü tuhaf bir zaman da geçmekteyiz. Oysaki insanları geçici olana yönlendiren put, kimin olursa olsun belli ilkeler çerçevesinde açıktan eleştirilmelidir. Yoksa ötekini eleştirirken öne sürdüğümüz argümanlar, gün gelir bizim savunmalarımızı çökerten adımlara dönüşebilir. Hani derler ya, ‘cam evde oturanlar, başkalarının camına taş atmamalıdır’ diye. Ya da ‘yapmadığı/yapmayacağı şeyi söyleyenler, bir süre sonra kendilerini söylemedikleri şeyi yapar hâlde bulacaklarıdır.’

Ahlâk kuralları, öznesinden bağımsız olarak hayatı kuşatırlar. O nedenle, hiç kimsenin bu kuralları kendi mansıp ve meşrebi üzerinden tanımlamaya hakkı yoktur. Eğer ki bunu yapmazlarsa, sahibine göre değişen ahlâk kurallarıyla karşılaşacaklardır. İşte o zaman, tarihte bazı dindar toplulukların başına geldiği gibi, başkalarına haram, kendilerine helal olan pek çok adımın kolaylıkla atıldığını görebileceğiz. Geline bu durumda doğaldır ki kendine dindar, kendine ahlâklı ve kendine dürüst bir yapının kurulduğu açıkça görülecektir.

Sağlıklı yönetimlerde aslolan denetimdir. Denetimin gevşediği her ortamda hemen herkese yolsuzluk ve yoksulluk fatura edilecektir. Bazı şeyler, kişilerin vicdanlarına havale edilemezler. Kul hakkından korkan bir nesil yetiştirmek önemli ise de, bu hakkın nasıl kullanıldığını denetleyen kurumların varlığı, en az ilki kadar değerli ve de önemlidir. İşleri önem sırasından çıkardığınızda, binlerce insanı kandıran bir toplumsal yapının neşvünema bulduğunu açıka görebileceğiz. Sıradan bir kişinin aşırı kazanç beklentisine dayalı olarak dolandırılmasının altında, her iki tarafı da besleyen ahlâksız bir yapı bulunmaktadır. Aldatanlar kadar aldananların da haksız kazanca bel bağlaması akabinde nice kurum ve ülkelerin tarih sahnesinde çekildiği açıkça görülmektedir.

İnsanlığın değişik hâllerinden birisine göre, büyük ideallerle işe koyulup, bir süre sonra değişik nedenlerden dolayı işleri eline-yüzüne bulaştıran kötü yönetimlerin “dava” ideali üzerinden kendilerini kamufle ettikleri tuhaf zamanlar vardır. Bu zamanların hemen herkesi esir alan etkin bir yanı bulunmaktadır. Ancak, kendisini sorgulatan, sorgulama kanallarını açık tutan, hesap verme bilincini iman esası olarak gören, gerektiğinde hesap sormayı güçle değil, ilkeyle hayata taşıyan, milletin kaynaklarını ondan habersiz kullandırtmayan, sadece doğru ve adaletin peşinde koşan, kendilerini uyaran kişileri el üstünde tutan ve hiç kimseye hak etmediği bir şeyi vermeyen kişiler bunun dışındadır.

Akıllı kişiler, sadece kendi tecrübe ve birikimlerinde değil, başkalarınınkinden de yararlanmayı bilirler. Hiç kimsenin ülkenin yetişmiş entelektüel ve teknik zenginliklerinden uzak durma lüksü yoktur. Ulusal miras kabilinden şeyler olan bu değerler kolay yetişmediği için kolaylıkla devre dışı bırakılamazlar. Kalkınma için yeni ve denenmemiş icatlara muhtaç değiliz. Önümüzde bu işi yapıp çok iyi yerlere gelmiş olan sağlıklı örnekler bulunmaktadır. Görünen köyün kılavuz istememesi gibi, kalkınma ve refahın herkesçe bilinen rasyonel adımları bulunmaktadır. Bizden-sizden kavgasına tutulup ülkenin bazı değerlerini görmezden gelmek, sadece kutuplaşmayı değil, gelişme için harcanması gereken enerjiyi boşa israf etme anlamına gelecektir.

Mutlu aile, mutlu okul, mutlu işyeri ve mutlu ülke demek, onların fertlerinin orada yaşama ümidini canlı tutması demektir. Eğer ki bir kişi, farklı sebeplerden ötürü kendi ortamından memnun değilse, ilk fırsatta dışarıya gitmek istemekte ve ilgili kurumun zayıflamasına neden olmaktadır. Kaliteli yönetimler, dışarıya göç veren değil, bir anlamda dışarıdan içeriye göçü hızlandıran kalıcı, çekici hatta özendirici işleri yapmalıdır. Yaşadığımız ortamları huzur ve sükûnun ocağı yapamazsak, bunları isteyenleri de uzun süre yanımızda tutamayız. Bunun önüne geçebilmek için, kim olursa olsun sadece hak edenin başarılı olduğu âdil bir sistemi kurmayı başarmalıyız. Unutmayalım ki herkesin eşit bir düzlemde imkânlara ulaşabildiği ortamlar, yine herkes için yaşanılası ortamlar olacaktır.

Müslümanların sözleri ile işleri aynı oranda hakikat içermelidir. Başkalarının bizim söz ve işimize bakarak kendilerine bir yol belirlemeleri önemlidir. Ekonomiden eğitime, spordan sosyal hayatın her baremine, din algımızdan birey tasavvurumuz kadar, başkaları için örnek olabilecek yapıları oluşturamazsak, elimizdeki neslin başkalarının değerleriyle yetişmesinin önüne geçemeyiz. İdeolojik farklılıklarımız, hakikati söylememizin önüne geçmemelidir. Bizi tanıyanlar her durumda doğru olandan yana tavır alacağımızı bilmeliler. Nitekim ‘kahrolası hânede evlâd-ü iyal var’ deyip, haksızlıkları hak olarak gösteren her kişilik, sonuçta kendi milletine zarar vermekte olduğunu bilmelidir.

İş ve yönetimlerde kalıcı olan şeyin, “liyakat” ilkesi olduğunu unutmamalıyız. O nedenle “işe göre adam arama” vazifemizin olduğu kesindir. Kötü yönetimlerin yaptığı gibi “adamına göre iş arama” çabasında olanların bir süre sonra asırlık kurumları bozduğu, bazı kurumların hafızasıyla oynadığı ve bunlar üzerinden sistemin genetiğiyle ilgili sorunlar çıktığı olumsuz bir noktaya gelineceği bilinmelidir. Kişilerin aidiyetlerine bakmadan, şahsî değerlendirmelerden uzak, kalıcı değerlere yaslanan her seçim, sonuçta milletin yararına olacaktır. Kurumları benzeşen adaylarla doldurmak, ilkel bir eğilim olmanın yanında, sosyal barışı târümar eden bir yaklaşımdır. Denemişi denemek, herhalde uzun süre aynı deliğe bakıp farklı görüntü arayanların hâllerinden öte bir şey değildir.

Siyaset, yönetme becerisi demektir. Kendisinden arkadaşına, evinden işine, kurumundan devletine, bölgesinden dünyaya değin pek çok alanda siyasetin yönetişim becerisine ihtiyaç duyduğu kesindir. Her basamağın farklı duruş ve tutuma ihtiyaç duyduğu böylesi ortamlarda, iç ve dış dünyanın karıştırılması akabinde, her birey ve vatandaşın uluslararası ilişkiler uzmanı noktasına yükseldiği ve de aynı zamanda evimizin içinin herkesin müdahalesine açık bir yapıya dönüştüğü görülecektir. Herkesin her şeyi bilmesi mümkün değildir. O nedenle kendimizi “her şeyin uzmanı” olarak görmemeli, aksine olarak bilemediğimiz konularda uzmanlarından yardım almayı becerebilmeliyiz. Bu tutumun “bilmiyorsanız bilenlere sorun/hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?/işleri aralarında danışma iledir” şeklinde Kur’an ahlâkı olduğunu da unutmayalım.

Sosyal medya, yalan ve kasıtlı haberlerin serbestçe dolaştığı bir mecra oldu. Herkes klavye kahramanı gibi davranmaktadır. Yüzü yüze söylemekten imtina edilen, saygı gereği söylenemeyen şeyler, sosyal medyanın cesaretlendirici katkısı sayesinde aleni olarak dile getirilmektedir. Böylesi kahramanlıkların sahibine bir şey kazandırmadığı bilinmelidir. Okuduğunuz ya da duyduğunuz her şey doğru olmayabilir, bunlara cevap vermek zorunda da değilsiniz. Galiba sosyal medyanın ahlâkıyla ahlâklanmak yerine, sosyal medyaya ahlâkî tutum kazandırmak daha değeri bir uğraştır.

Takıntı ve önyargılarımız, başkalarının doğruları ile kendi yanlışlarımızı görmemize engel olabilir. Kalplerin mühürlenmesi, izanların dumura uğraması ve başkasına kulak verme erdeminin yitirilmesi aşamalarından ibaret olan bu tutumun en çok sahibine zarar verdiği unutulmamalıdır. Bu sebeple, bize uzak ve muhalif duran herkesin doğruyu ve yine bize yakın olan herkesin yanlışı söyleyebileceğini akıldan çıkarmamalıyız.

Dünyayı kendi çevremizden ibaret görmemeliyiz. Kaplumbağa misali dünya, sadece üstümüzdeki kabuktan ibaret değildir. Aksine olarak, bizim dışımızda bize yakın veya uzak değerleri olan bambaşka bir dünya bulunmaktadır. Herkesin görevi, yaşadığı ortamlarda iyi iş yapıp iyi insan olmaktır. Dinlerin bu motivasyonu sağladığı düşünülürse, dinlerin tedrisinden geçen nesillerin içe Müslüman dışa gâvur olmaktan uzak durmaları gerektiği ortadadır. Zira böylesi kişilerin elinden hayata tutunan dinin hiç kimsenin dikkatin celbetmeyeceği söylenebilir. O nedenle dinlerin evrensel çağrılarını yerelleştirmekle kalmayıp, üstüne üstlük olarak, dün Müslüman olduk diye sahiplik iddiası güdüp kendi kaprislerimize heba etmemeliyiz. Dinlerin onu yaşadığını ileri süren takipçilerinden daha fazla bir şey olduğunu bilmek lazımdır.

Bilmeliyiz ki bizler iyi, çevremiz kötü olamaz. Bizler iyi, çevremizde kötü olanlar bulunsa da, bu durum, ilelebet devam edemez. Zira çevremizi oluşturan irade bizlerden neşet etmektedir. Hem bizlerin hem de çevremizin iyi olmasını istiyorsak seçimlerimize dikkat etmeliyiz. Yoldaşı hırsız, kâtil, dolandırıcı ve ahlâksız olanın yolu herhâlde iyilikten geçmeyecektir. Benzer şekilde, yoldaşı cömert, anlayışlı, cesur, ahlâklı olan kişilerin yolu da kötülükle kesişmeyecektir. Nasılsanız öyle görünürsünüz, bunu ebediyen saklayamazsınız. Bu konuda devletler de insanlar gibidir. Hayatın özneden bağımsız kurallarına göre, iyilik eken iyilik, kötülük eken kötülük biçer. Yanı başımızdaki sorunlar için başkalarını suçlamanın kalıcı bir getirisi olmayacaktır.

Gerçeklikten uzak, sadece duyguları hedefleyen amacı hedef şaşırtmak olan hamasî söylemlerden kaçınmalıyız. Bu söylevlerin savaş ortamında belli bir getirisi olsa da, yaşanılan her ortamı sürekli olarak savaş konseptinde görmenin kimseye yararı dokunmayacaktır. Büyük cihadın eğitim ve kalkınma olduğunu bilirsek, işlerin kötüye gittiği her durumda züğürt tesellisi gibi bu söylevler üzerinden gelir beklemek akıllı insanların işi değildir. Sorunu yalın bir şekilde gören ve buna göre gerekli önlemleri alan kişilerin hamasî söylevlerden kazanacağı herhangi bir şey yoktur. Zira bu tür ifadeler, gerçeği örten bir şal vazifesi görmektedir. Gözlerdeki perdeyi kalınlaştıran bu dilin hemen her yerde devre dışı kalması ve de olası sorunların fark edilerek çözüme odaklanılması lazımdır. Doğaldır ki bunun için ilk olarak teşhis anlamında sağlıklı bir görüşe ihtiyacımız bulunmaktadır. Tedavi süreci ise bu adımdan sonra devreye girecektir.

Netice olarak akleden dindarlığın birey ve toplum olarak en değerli organının “irade” olduğunu unutmamak gereklidir. Çünkü kişi ve toplumları “hayata taşıyan” veya “hayattan taşıyan” en önemli karar mercii iradedir. İnsanı insan yapan değerin adı olan irade, aynı zamanda Yüce Allah’ın en güçlü vasfıdır. Akıl, zekâ ve iradeden oluşan birlikteliğin âdeta direksiyonu mesabesinde olan bu yetenek, yaşadığımız dünyayı nasıl bir hâle sokacağımızın nedenidir diyebiliriz. Bu sebeple, dinler, bütünüyle irade eğitimidir”” dersek hata etmemiş oluruz. Hem, eğitimin asıl amacının bilgi eksikliğini gidermek değil, irade eğitimi üzerinden hayatı daha yaşanılır kılacak fertlerin yetiştirilmesi işlevi olduğu gerçeği ortadadır. Bunu başaran her birey ve toplum, güçlü irade sahibi bireyleri tarafından geleceğe daha sağlıklı adımlar atabilecektir.

Yorumlar (1)
Reşit Sağkol 4 yıl önce
Teşekkürler Namık bey, beynine ve kalemine sağlık!
12
az bulutlu