banner4
07.05.2020, 22:38

İSLAM’IN GÖNÜL DİLİ…

Şu günahkar kalbimi, rahmet hazinenden, aşkının sularıyla yıka, dilimin bağını çöz ve söylenmesi gerekeni bana öğret ki “Allah’tan bir rahmet ile sen onlara yumuşak davrandın, şayet kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafındakiler dağılır giderdi. Onlar için bağışlanma dile…” (3/159) ayetini, duysun kalbim de anlatabileyim kendime…

Seni (Muhammed-ül Emin.s.a.s.) Hira dağından aldığın mesajı, saadet evine getirirken görüyorum. “Oku…İnsana bilmediğini öğreten O’dur” diyerek açıkladığın dini; eşin, kuzenin, hizmet ehlin ve en yakın arkadaşın itiraz etmeden kabul ediyorlar… Ve Hatice validemiz, “Muhakkak sen doğru sözlüsün, sözünde haksın, yalanın yok, Allah seni hiçbir zaman utandırmaz, üzüntüye uğratmaz. Çünkü, sen akrabanı gözetirsin. Aciz olanların yüklerini taşırsın. Yoksula kimsenin vermediğini verirsin. Misafirine ikram edersin, aldığın vahyi herkese anlat” diyerek yüreklendiriyor Seni... Ve “bundan böyle en yakın akrabalarını ikaz et” ayeti geldiğinde ise ilahi yürüyüşünü başlatıyorsun…

Önce akrabalarına ziyafet vererek, anlatıyorsun İslam dininin mesajlarını…Ama o da ne? Akrabaların atalarından gelen dini (geleneği ve örfü) bırakmak istemiyorlar…İnsanlar sana karşı duruyorlar: ’Kral ile köle bir olur mu’ diyorlar! Mallarından yoksula vermek zor geliyor! ‘Çok tanrılardan elde edilen ticaret dururken, tek Allah’a inanmakla, ne menfaat elde edilecek ki’ diye soruyorlar sana…

Ve Sen, yalnız kalacağını anlıyorsun…Senin hayatını bilmeleri ve sana güvenmeleri iman etmeleri için yetmiyor… Zira sen mesajınla onları “insan olmaya” davet ediyorsun… En başta amcan Ebu Talip’i ve tanışın Ebu Lehep’i… Bazılarına kaç kez tekrar ettin sözlerini ama bir adım bile yaklaşmadılar senin gönül yurduna... Ebu Lehep, senin evini sık sık taşa tutturdu ve kapına her çeşit pisliği attı. -Attıkları taş, kendi katı kalplerine olmalıydı oysa- Kin ve öfke dolu kalplere bir şey anlatabilmek mümkün olmadı… Sen, vicdanları kirlenmiş, gönül gözleri kör olmuş zalimleri, saptıkları yanlış yoldan çevirip doğru yola iletemedin...Senin çağrını ancak iyi niyetli, temiz yürekli insanlara anlatabiliyordun ve zaten onlar, hakikatin sesini işitir işitmez, sana geliyorlardı.

Sen kimseye zarar vermedin ki…“Doğru sözlülüğün” neden hedef yapıldı ki? Mekke de sana eziyet yapan insanlara ‘insan’ denir miydi! Bir gün Kabe önünde namaz kılıyordun. Kainatın tek sahibi Mabuduna yönelmiştin ki o alaycı insanlar, secdede iken üstüne deve işkembesi koydular….Bu nasıl bir terbiyesizlik, bu nasıl bir işkence böyle!.. Kızın yetişiyor ve senin üstünü temizliyordu. “Rabbim Allah diyen ve ona ibadet etmekten başka bir zararı olmayan bu insandan ne istiyorsunuz?” diye sitem eden kızına, “Ağlama kızım, Allah elbette senin babanı boşa çıkarmayacak…” diyordun. Sana eziyet eden insanlara kızmıyorsun, bağırmıyorsun, küfretmiyorsun…Oysa ki secdede iken dakikalarca nefessiz kalmıştın, elbisen bütün kir olmuştu…

Sen ne yücesin! Senin kinin, öfken yok muydu? Neden karşılık vermedin? Çünkü sen ilahi mesajın yolunda yürüyordun. “Allah’ın rızasına” talipli idin. Sana hakaret edenlere, “selam” diyecek bir sineye sahiptin ve aldığın yüce davanın sıfatlarını taşıyordun. İslam’ın esası olan gerçek “gönül diline” sahiptin…

Kutlu yolculuğuna devam ediyorsun…Dinleyecek yeterli gönülleri bulamayınca bu kez Taif’e gidiyorsun…Belki sana kızmadan, öfke kusmadan, ince hassas duygularla seni dinleyecek ve dinine inanacak insanlar bulursun, diye…Ama ne mümkün! Sana en kaba hakaretleri yapıyorlar, üstelik seni çocuklara taşlatıyorlar…Sen ise dua ediyorsun: “Allah’ım, güçsüz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor görüldüğüm bu halimi, ancak sana arz ve şikayet ediyorum. İlahi! Sen razı olana dek affını diliyorum. Bütün kuvvet, her kudret ancak Sendedir. Sen onları affet …İçlerinden gelecekte bir tane imanlı çıkarsa, onun hatırına bunları affet…” diyorsun kanın akmakta iken…

Bu nasıl bir gönül böyle? Senin kalbine merhamet duygularını dolduran Allah’ın rahmeti mi? O’nun rahmetiyle dolu dünya, her gün kendine küfredenlere bile verirken nimetini, dilese hepsini yok edecek kudreti bulunduğu gibi...Ama Allah, bir süre tanıyor insanlara ve “Bir tek Bana yönelin” diyerek, iman etmelerini istiyor gönüllerden…

Mekke’de her sokakta insanlara “Allah’ı anlatmaya” devam ettin... Seni tartaklıyorlar, senin ticaret yapmana engel oluyorlar, sana inananlara kız bile vermiyorlardı…Bilal senin yolunda…Ammar bin Yasir ve ailesi senle…Çok ağır işkenceler görüyorlardı. Sen ise ‘Mekkeli müşrikler’ olarak nitelenen bu kalpleri, İslam’a ısındırmaya çalışıyordun. Sen kalpleri önce gönül sıcaklığınla eritiyor ve “en yüce ahlakınla” katılıkları yumuşatıyordun… Düşün ki ilk Müslümanlardan sonra İslam’ı seçen, senin ‘güzel huyuna’ belki de sana geliyordu...Hazreti Hamza, uçsuz bucaksız çölde olduğu sırada ‘bu muazzam kainatın sahibi, elle yapılan putlardan olamaz’ diyerek sana gelmişti. Ama belki senin güzel ahlakınla, aklını birleştirmişti... Ya Ömer? Seni öldürmek için kinlenmiş, kalbi öfke kesilmiş o insanın, Kur’an mesajı ile değişimi, sonra sana iman edipte, seni her yerde korumak istemesi, akıttığı gözyaşları nedendi? Hepsi senin bu insanlara "yüce ruhluluk ve engin yüreklilik" kazandırmanla mümkün olmuştu…

Senin yüce ahlakın böyle de “sana inananlar” farklı mı davrandı sanki? Hicret etmeden önce genç Mus’ab’ı Medine’ye gönderiyordun… Dersini senden almış ya bir kere… Karşısına her çıkan, önce küfürle, sonra mızrak ile onu tehdit etse de Mus’ab: “Birazcık olsun beni dinleyebilir misiniz? Size kitaptan bir sûre okuyayım. İkna olmaz iseniz, beni öldürürsünüz…” diyordu. Bu nasıl bir hilm ve olgun duruş böyle? İşte bir örnek, senden inanmış gönüllere yansıyan… İnsanların kalbine girmenin yolu... Böyle değişiyordu Medineliler…Kötülüğü göğüsleyerek, hakarete karşılık vermeyerek, “gönül diline” onları boyun eğdirerek…

Senin imanlarına vesile oldukların, “İslam yolundalar” artık… İnsanın kendi nefsine, öfkesine, kinine, nefretine “yenilmemesinin” yolunu öğrendiler… Bu kötü duyguları yenmenin, İslam ahlâkî olduğunun bilincindeler…Hazreti Ali’nin ‘içimden sana -düşmanına-şahsi öfke duydum, nefsim karıştı’ diyerek, mücadeleyi bıraktığı duygu durumunu düşünürsek eğer, ‘hak ile batıl ayrılmış kalplerden’ birer birer…“Cehenneme gönderilecek insan değil, Cennete kazandırılacak insan” mücadelesi öğrenilmiştir artık…

Onlar İslam ise, bizler ne durumdayız?..'Benlik' altında kalmış, en küçük bir özgeci anlayışa sahip olamayan bizler, ne hale düşmüş olmalıyız? Onbeş asır öncekiler, bize baksalar ne derlerdi acaba? Aradan üçyüz sene geçtiğinde bile Hasan Basri’nin dediği gibi mi olurdu yoksa cevapları: ”Siz onları görseniz ‘deli’ derdiniz; onlar da sizi görse, bu kimseler herhalde ‘İslam’la şereflenmemiş’ derlerdi!.."

Yorumlar (0)
12
az bulutlu