banner4
14.10.2019, 12:08

İnsanın Ontolojik Gerilimi

Bilginin (içselleştirilmiş) dolayımı ile varlığı anlayıp anlamlandırmaya dair mütereddit kalınan durumlarda uzam ve mekan bağlamında geride kalan ile uzakta bizi bekleyen arasındaki sarkaç hükmünde olan “kader”, kaderi muallak mı, kaderi mübrem mi bilinmez ama yayından fırlamaya hazır bir ok gibi bizim anlam dünyamızı alt üst etmeye muktedir keskin bir nişancıdır. Batı bakışı, “insanın en büyük kaderi kaderini ret etmektir”diyerek evrene meydan okurken kendini mevcudatın aktörü olarak görür. Kader ve bilgi (burada hikmet anlamında kullanılmaktadır) insanı tereddüt darağacında sallandıran iki   imtihan vesilesidir  yaratıcıya olan uzaklık ve yakınlık; bu mesafenin ruhsal ve zihinsel izdüşümü bizi biz yapan ontolojik varlığımızı epistemikseptizizme  mahkum eder. Bu mahkûmiyetin zincirleri ise kırılmaz. Bu ikilem yaşamın diyalektik öngörülerini, ona ilişkin tahlil ve tespitlerimizi çoğu zaman es geçmemizi sağlar. İnsan neyi düşünüyorsa o değildir. Aksine belki de muhayyilesinin ve algılarının ötesinde epistemolojik bir soru işareti gibi uzamda, mekanda   yer kaplar; kapladığı bu yer öylesine bir gerilim  oluşturur ki  mana dünyamızı oluşturan zihinsel inşamızda  kaygılarımızın korkularımızın temel sebebi haline gelir. Şah damarı kadar yakın olana Kehkeşanlar kadar uzak olmaya sebep olur; işte insanlığın olgular dünyasında ve varlık aleminde bir süje olarak  güneş altında buz gibi eriyiş hikâyesidir, bu.  “Sonsuz olanla, içerilmez olanla, Ayrı olanla bir ilişki olarak zamanın süresi. Bu, Ayrı olanla bir kayıtsızlık ilişkisi değildir, öteki aynıyla tamamen girmese de aynıdaki öteki olarak süreksizlik haline sürer. Beklenmedik olana, ebedi olanın bir saygısı. Zamanın aynı zamanda Aynı İçindeki Öteki ve Aynı ile beraber olamayan, eşzamanlı olamayan Öteki’dir. Zaman demek ki Aynı’nın Öteki tarafından endişeye uğratılması, Aynı’nın hiçbir zaman Öteki’yi içerememesi/anlayamamasıdır.” Zaman ve mekân bağlamında düşünce üretmek zorunda kalmamız bizim dışımızdaki özne ve nesneleri kısıtlı bir biçimde anlamamıza sebep oluyor. Demek istediğim insan bütün il ve ilçeleri ile önce insana daha sonra tüm mahlûkata doğrudan bağlıdır. Bunu özel kılan şey insanın âlemin merkezi olmasıdır. Asıl gaflet âlemin sıklet merkezinde oturduğunu bilmeden gece kelebeği gibi gördüğü en yakın ışıkla yok olmayı istemek, yarasalar gibi güneşe çıkmak için başını taştan taşa vurmaktır.

Kadim geleceğin kadim olmayan geçmişlemerçolması ortaya çıkan an ve anların içindeki anların ve boyutların insanı farklı buudlarda düşünmeye sevk ediyor. Hikmet memba-ı içselleştirilmiş bilgi havuzudur. Bu alan materyalistlere kapalıdır.Varlığa ilişkin spekülatif değerlemeler çok çeşitli olmasına rağmen ulaşılan sonuçların insan zihinsel olgunlaşma sürecindemütenahi bir değeri keenlemyekûndür. Ötekileştirilmiş ve ölesiye yabancılaştırılmış “ben” kendi dışındaki özne ve nesnelerin tasarımı olmaktan öteye geçemez.   Bu noktada vahiy varlığa ilişkin bilginin kaynağı olarak muhatabın aklını altüst eden veriler ve soyutlamalarla yeni bir tasavvur oluşturur.  Kanı, “Fakat safdillik ve cehaletten beslendiği için yegâne düşman sayılan kanı, a priori’nin ve olgunun mekânı olan bilgiyi oluşturan öngörmeci (anticipatrice) ve hudutsuz patavatsızlığa, bu evrensel meraka deyim yerindeyse bir saygınlık kazandırır” [4]Üç beş damla kandan ibaret olan insan üç beş damla ruhuna zevk edilmiş ilahi varlıkla semi insan semi başka bir varlığa dönüşmüştür. İnsanın bu dikotomisi yaşamın en büyük çelişkisidir.Çelişki ve ikilem bir yandan insanı düalist bir varlığa dönüşürken bir yandan teklik peşinde sürünmeye mahkum bir epistemeye dönüştürür.İnsanın kadim kısır döngüsü budur. İnsan, insan olmak için tüm varlıklardan kendisini tecrit etmeli  ve benliği ile yüzleşerek kendini keşfetmelidir. Olgusal karanlıkta teknik gerçekliğe ilişkin oluşturulan irtibat izdüşümden öteye geçemez.  Varlık ve yokluk ilişkisi saf varlık ve saf yokluk ilişkisi olarak birbirlerinin karşıtları değildirler. Yokluk da bir çeşit var olmanın dolayımı ile varlıktır! Exnihilo Tanrısal gerçeklik için (yoktan var eden, maddeye bağımlı olmadan maddeyi yaratma) bir gerçek üstü gerçekliktir. Yoktan var etme eylemi varlıkla yokluğun ayrılmaz bir bütün olduğunu bize dayatır. İnsan her ne ise aşılması gereken aşkın bir eylemdir; bir düşüncedir bir imgelemdir. Eylem varlığın kendini ortaya koyması olmasına rağmen varlığın anlaşılması ve kavranması için yeter sebep değildir.Lamekân şehrinin bedevisidir. Kim ve ne  olduğumuzu bilmek, yaratılışımızda mahfuz olan o ilâhi hazinenin kapılarına kucak açar. İnsan nurdan mahlûktur. Bu sebeple mahzundur; dünyada. Vatansızdır burada. İnsan  varlık aleminin ve yokluk aleminin “misal-i musağğarıdır.”    yani varlığın  kemiyetlerini kendinde cem eden bir öz cüzdür. "Gayb" Bakara süresindeilk bahsedilir. Burada, Müslüman’ın  öncelikleĞayba inanması gerektiği ile başlar. Ama diğer ayetlerde Ğayb ilminin yalnızca Yaratıcı tarafından bilinebileceği insanın buna ilişkin çok kısıtlı bilgisinin  olduğunu izhar eder. İşte en büyük epistemolojik sorunsal. Somuta, bilinebilirliğe değil Ğayba iman eder!Varlık bilincinin ve bilgisinin kaynağı saklı.Akıl duyular ile anlaşılabilme yeteneğinden mahrumdur demek bu. Öyleyse mükaşefe yani melekut alemi ve benzerlerini ruh gücü ile bilebilme yeteneği olduğu varsayılır. Kelam alimlerigaybı olacakları ve olmuş hadiseleri bilme bağlamında genel olarak değerlendirmişlerdir. Varlığın ontolojik meselesi düşünsel bir bakış açısı olarak çalışılmamıştır. Kurgusal tartışma usulü ile  gerçeğe tekabülü belirsiz bir problemi birden çok spekülatif probleme dönüştürmeden bir çıkarımda bulunmak da mümkün görünmüyor. Bu yüzden  muarazalar en fazla çözümsüz alanlar üretmeye yarıyor, “itiraz ahlakı” boyunca tepkici düşünceyi besliyordu. Kelamcılar, dinî içerikli münakaşalarda ortaya  çıkan her yeni problemi   itikat etrafında sayısız afaki meseleye dönüştürmek durumunda kaldılar. Ğayba iman ve inanç ile başlayan bir sınırlı algı ve algılayış; akletmeyi de bu minvalde tutarak spekülatif ve kalbî, ilhamî bilgileri özel bir alana özgü kıldı. Ğayba[5] iman eden Müslüman bu bilgilere ulaşamayacak olunca iman meselesi Rabb buyruğuna ve Elçisi vasıtası ile bildirdiğine kayıtsız şartsız iman et buna göre yaşa diğer âlemlere ilişkin bilgilerin peşine düşme demek oluyor.“Göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir.”[6]Salt  akıl; empirist, rasyonalist ve  idealist bir muhtevaya sahiptir. Dolayısı ile kendi kendisine yeterli ve kendisini temellendiren ve kendi dışında bir varlığı tasavvur edemeyen dolayısı ile reddeden bir cihaz.Tek hücreli bir amibin insani anlaması algılaması nasıl mümkün değilse insanın da akıl ve düşünce ile evreni ve ona ait değişik boyutlardaki varlıkları anlaması mümkün değil. İnsan kısıtlı idrak cihazı ile ancak sınırlı tespitler ve tahlillerde bulunuyor. Mutlak hakikat ve bu hakikatin içeriği tam anlaşılabilse belki de ne kadar ilkel bakış açısı olduğu görülebilecek. Zekâsı insanın şu ankinden 1 milyon kat büyük olsa ne kadar farklı sonuçlara ulaşılabilirdi. Gene de yaratılış, sonsuzluk, Rabb'e ilişkin sorulara cevap bulunamazdı. Varsayımlar ile var olan gerçek ve gerçeküstü varlıklar hakkında ne bilinebilir. Bir idrak gücü kendi idrak nesnelerinin dışına çıkamaz. “Nesnelerin bize gözükmeleri gerçek durumlarından farklı olabilir. Zihnimizdeki tasavvurları ve kendi gerçek halleri farklı olabilir. His ve akıl nesnelerin bize  iki ayrı formunu sunarlar: Fenomenler, nesnelerin hissel algısı ve Numenler, akledilen nesnelerin kendiliğinden gerçekliği.”Kant’ın transandantal idealizminin temeli olan düşünceler maddenin varlığının zihinlerdeki temsili ile maddenin kendi gerçekliği arasındaki farkı ortaya koymak bakımından büyük bir yeniliktir.

Akıl bir idrak gücüdür. O hâlde akıl da kendi nesnelerinin dışına çıkamaz. Dolayısıyla metafizik bir gerilim içinde yaşamak gerekli olmaktadır. Bilginin kaynağını araçsallaştırılanakıl  olarak belirleyen rasyonalite ve pozitivizm ile onun dış dünyaya açılan kapıları olan duyulardır diyen metafizik bakış yanılgı içindedir. Varlık bilgisi ancak aklın, varlığın mutlaklığıyla düzleminde  cüze ve külle  olan irtibatı ile ortaya çıkar ve bu çıktı mutlak hakikat yanında dikkate alınmayacak kadar ehemmiyetsizdir. Ontolojik, epistemolojik ve etik donanımıyla doğrudan ilişkili olan özellikle tabiatın varlığını temellendirme noktasında Tanrı’yı bir aktör olarak işin içinde görüp görmemesi, görüyorsa Tanrı’ya dair düşüncesinin ne tür bir tasavvura denk düştüğü oldukça kritik öneme sahiptir. Zira Tanrı’yı yaratıcı ve sistemin  aktörü olma noktasında etkin bir varlık olarak görmek veya görmemek ontolojik olarak varlığı konumlandırmamıza sebep olur. Sorun düşüncenin mi yoksa kanının mı daha değerli olduğudur. Kanı varlığı gerçeküstü bir tasavvurla içkinleştirmesi iken rasyonel düşünce algıya ait yeteneklerle anlayıp anlamlandırmasıdır. Gerçeklik ve rasyonalite dediğimiz pozitivizmin  temel olgusu sonsuz ve kompleks varlık karşısındaki acziyetini itiraf etmese de ilkel ve buudsuz olmaya mahkumdur. Gerçeklik olgusundan öte gerçeküstü bir gerçeklik var ve bu varlığın yani mümkinatın anlaşılması için elzem.

“İnsanın doğuşu” fikrine ihtiyatlı yaklaşılmasını gerektiren bir nokta; Kantçı özne bilginin üretimine müdahil olmuştur fakat bir yandan da sınırlandırılmıştır. Öznenin kendinde şeye dair bilgisi mümkün değildir ve kendisi de bunun farkındadır. Bu sınırlandırılmış özneyi, akıl bu sınırları aşmaya kalktığında yanlışa düşmekten, sınırını aşmaktan koruyabilecek olan ise, yine aklın kendisinden başkası değildir. Kant, mümkün olmayan bir bilgiye ulaşma çabası olarak peşinden koşulmamak üzere rafa kaldırdığı “kendinde şey”, phenomenon alanında inanca yer açar. Bu alan O’na göre bilginin değil, bizzat inancın konusudur.”[8]

Kant’ın varlık (existence) bir şeyin belirleyicisi ve öncülü olamaz argümanı, varlığın, yokluğun (non-existence) belirleyici ve öncülü olamayacağı şeklinde de yorumlanabilir. Ya yokluk varlığın belirleyicisi ve öncülü ise!

 

[1]Bkz. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, “Kader” Bahsi. Naslarda geçen “mahv ve isbat” (er-Ra‘d 13/39) yoluyla değişikliğe uğrayan şey kazâdır. Kazâ da herhangi bir şart ve sebebe bağlı olmayan “kazâ-i mübrem” ile şart ve sebebe bağlı kılınan “kazâ-i muallak” olmak üzere iki çeşittir. “Falan şöyle olsun” tarzında kesin olarak verilmiş bir hükmü ifade eden kazâ-i mübrem değişmez. Ancak şart ve sebebe bağlanan kazâ-i muallak bunlara paralel olarak değişebilir. Tehânevî, Kâmil Miras gibi âlimlerin görüşleri bu şekildedir (Keşşâf, II, 1324-1325; TecridTercemesi, XII, 222). https://islamansiklopedisi.org.tr/kader (Erişim:17.8.2019).

[2]Le grand destin de l'hommeest de refuser son destin” . Jean Hamburger

[3]EmmanuelLévinas, “Ölüm ve Zaman” Çev. Nami Başer,s. 25,  Ayrıntı/İstanbul

[4]EmmanuelLevinas, ”Dört Talmut Okuması” Çev. E. Burak Şaman, s. 80. Alfa:İstanbul,2016.

[5]Bakara Süresi 3, “(onlar) gayba iman ederler”. Duyularla algılanamayan, beşerî bilgi vasıtalarıyla bilinemeyen varlıklar, ilişkiler ve oluşlar”dır. Bkz. Kur’an Yolu Meâli, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını, 2018:Ankara

[6]Nahl Süresi, 77, Age. S.274.

E. Kant, “Critique of PureReason, Trans. Paul Guyer, AllenW.Wood,  s. 1-73, Cambridge UniveristyPress, 1998.

[8]Irmak GÜNGÖR, KANT: ZAMAN ZIVANASINDAN ÇIKARKEN BEN BAŞKASI OLUR, (Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi), 2011 Bahar, sayı: 11, s. 137-154.

Yorumlar (0)
12
az bulutlu