banner4
31.01.2020, 00:09

    “İNSAN ONURU” ÜZERİNE...

“İnsan adına onurlu bir kişi var: Aşağılayan insanların kibrine gem vurmak için nihai ve en etkili söz: Ben köpek değil, insanım!” Samuel Pufendorf
Tarihin sayfalarının en parlak kısmı ”insan onuru” üzerine verilen mücadelelerdir. 
Eski zamandan bu zamana kadar, insan onurunun akıl ve ruhtan meydana gelen varlık yönü üzerinde, önemli çalışmalar yapılmıştır.
İlkçağ’da Platon“devletin görevi her şeyden önce insanın yetkinliğini ve mutluluğunu sağlamaktadır.”derken, Protogaros da “İnsan her şeyin ölçüsüdür” diyerek insan varoluşuna vurgu yapmıştır.

Felsefe, insanın kendiliğinden değerli olduğu ve devletin insan mutluluğu için var olduğu gerçeğini söylemesine rağmen, tarihte bazı yöneticiler, yönetilen insanları, ‘rekabet, bencillik, herkesten üstün olma tutkusu, güvensizlik ve açgözlülük’ nedenleriyle, bir egemene (hükümdara); dini inanışta bir otoriteye (kiliseye) ve diğer ideolojilerde ise bir güce (hegomanyaya) feda etmişlerdir.

 “İnsan kutsal için vardır ve bu uğurda ölmelidir” anlayışı, tarih boyu milyonların ‘kutsal için” ölmesine neden olmuştur. Örneğin, Ortaçağ da Avrupa da Haçlı seferleri kilise ve kralın baskısıyla, insanların haksızlığa yönlendirilerek, ‘Küdüs’ü Müslümanlardan geri almak amacıyla’ başlatılmış ve Haçlı ordusu bu yüzden yüzbinlerce insanı öldürmüştür. Kutsallık ile ‘insan, insana kırdırılmış’, yapılan her haksızlık, bu şekillerde, kutsanıp meşrulaştırılmıştır. 
Yakın zamanda ise insanın kişilik ve onurunun birtakım ‘gizli amaçlar’ uğrunda feda edilmesinden şüphe duyulmaya başlanmış, her türlü haksızlıklar ‘ideolojiler’ arkasına gizlendikçe, insan aklı bu ‘nesneleşme ve araçsallaşma’ tuzağından kurtulmayı istemiştir. Yönetenlerin aslında iktidar mücadelesi uğruna ‘siyasi amaçlar veya özel çıkarlar’ için insanı kullanması ve ‘ duygu sömürüsüne’ maruz bırakması, ciddi bir soruna dönüşmüştür. 
Tarihin geçmiş kötü izlerinden ders alan insanlık, “insan onurunu” daha fazla önemseyeme başlamış ve 16. Yüzyılda Rönesans düşünürü Mirandola, “İnsan onuru üzerine” adlı eserinde, “insanın kendi kendini geliştirmesi ve özgürlüğü; insan onuru” tanımına  girmiştir. 

17. Yüzyıldaki doğal hukukçu Samuel Pufendorf “Aşağılayan insanların kibrine gem vurmak için, nihai ve en etkili söz:‘Ben köpek değil’, insanım!”diyerek, insan onurunu yüceltmiştir.

18. Yüzyıla gelindiğinde ise, Aydınlanma felsefecisi İmmanuel Kant, ”Ahlakın Metafiziği”nde “İnsanı, kendinde ve başkalarında, bir ‘araç’ olarak değil, her zaman bir amaç olarak görecek şekilde davran!”demiş ve “insan onurunu, akıl sahibi insanın ruhsal bağımsızlığı” olarak görmüştür.
Böylece insan onuru, zamanla son iki yüzyıl içinde “insan hakları” ile eş anlamlı kullanılmaya başlanmış, “insanın haysiyetiyle bağdaşmayan hiçbir ceza verilemeyeceği ve de aşağılayıcı hiçbir muameleye tabi tutulamayacağı” düşüncesi, hukuk metinlerine konu olmuştur. Artık insan, bir kutsalın ‘nesnesi ya da aracısı’ değil, “özne düşüncesine ve kendine amaç duygusuna” kavuşmuştur.
İnsani olmayan, insan kişiliğini ve duygusunu önemli derecede incitici ve onur kırıcı hareketlerden oluşan her davranış, insanın “namus, şöhret veya haysiyetine saldırı” niteliğine dönüşmüştür.

Fakat bir kültürel anlayışın yerleşmesi, ‘acının öğreticiliğine’ yine muhtaç kalmıştır: Birinci ve İkinci Dünya savaşında “insan, insanın kurdudur” sözünü hatırlatırcasına, aşırı ideolojilerin, (Totaliter, faşist, narsist yaklaşımlar) insanları etkilemesi sonrasında derin acılar yaşanmıştır. Bireyin diğer kişilerin önünde büyük ölçüde utanca boğan ya da onu kendi arzu yahut iradesine aykırı biçimde davranmaya yönlendiren eylemler, ‘savaş’ mazereti altında, kendini göstermiş ve sonra utanca dönüşmüştür. Hannah Arendt, yaşanan bu trajediyi “Kötülüğün Sıradanlığı” şeklinde tanımlamıştır. 

Hannah Arendt, “nasıl olup da sıradan insanların büyük kötülükler işleyebildiğini” tespite çalıştığı eserinde, “insanın aklının, kişiliğinin, haysiyetinin, soyut bir düşünce ile ‘devletçiliğe’ bağlanması sonrasında, soykırım ve insanlığa karşı işlenen suçların pek  kolay işlenebildiğine şahit olmuştur. Hitler’in komutasında yönetici olan Adolf Eichmann'ın soykırım suçunu işlerken, ‘sadece üstümden aldığım emirleri itaat duygusu içinde gerçekleştirdim’ cümlesi içinde, insanın, öteki insanlar yerine kendisini koyma düşüncesinden mahrumiyetini, acıma duygusunu ve muhakeme yeteneğini kaybetmişliğini görerek, böyle türden birçok sıradanın, ‘yükselmek uğruna’ ne tür kötülükler yapabileceğini belirlemiştir.

Kanaatimce, bu zayıflığın diğer bir nedeni de şudur: Yüksek otorite tarafından verilen emre uyum gösterilmediği takdirde ‘aşağılanan insan’, güçlü sosyal etki altında, kendi kişisel görüşünü, öngörüsünü ve iradesini kaybetmektedir. ‘İtaat’ duygusuyla kendisinden istenilen davranışın, insanın değer görmek arzusu, aşağılayıcı muameleden kurtulmak isteği ve toplumsal saygınlık kazanmak çabası uğruna yapıldığı görülmektedir. Bu durum ‘gözümü kapatırım ve vazifemi yaparım’ anlayışıdır. Oysa ‘sadakat ve itaat’ istenilen eylemlerin çoğunda “haksızlık” vardır. Verilen emrin tartışmaya açılmak istenmemesinin altında, bu ‘haksızlığı gizlemek’ düşüncesi yatmaktadır. “Sebep olan, yapan gibidir” ilkesince, astına haksızlık oluşturan şeyi yapmaya zorlayan kişi, aslında esas sorumlu kişidir. Fakat “güç mesafesinin/ hegomanyanın”  fazla olduğu toplumlar da, emre uyulmazsa, sert bir cezaya maruz kalma korkusu ya da tehlikesi vardır. Sorumluluk duygusu ve hukuk bilincinin bulunmadığı her toplumda, bu tür emirler tartışmasız yerine getirilmektedir. 16 yüzyıl Rönesans düşünürü La Boetie’nın bu hali belirleyen iyi bir çıkarımı vardır: "Büyük Tiranın altında, küçük tiranlar, Tiranla duygu ve düşüncede özdeşleşerek,’bir başkasının efendisi olmayı’ arzu ile büyük Tiran’ı destekleyip, başkasına haksızlık etmektedirler..." 

Söz La Boetie’nin düşüncesinden açılmışken “Söylev” adlı eserinde, "insanların nasıl olup da itaat ettikleri, üstelik itaat etmekle kalmayıp, boyun eğmeyi, hatta kulluk etmeyi -öküzler bile boyunduruk altında sızlanır; kuşlar ise kafes içinde yakınır iken- niçin arzuladıkları" sorununu, kendince çözmeye çalışır. La Boetie’nin ulaştığı yargısı şudur: "Eğitim ve alışkanlıkla (yani ideolojiyle) özgürlüğü unutan ve kul ve köleliği benimseyen insanlar, ‘ağızlarına çalınan iki parmak bal ile’ (bu devlet makamı verme, toprak, mal, servet imkanı sağlama olabilir) içinde bulundukları duruma gönülden bağlanıp, bunu kendi arzularıyla sürdürürler”demektedir. Tiran olarak adlandırdığı zorba ve zalim kişi hakkında ise,“Tiran’ın gözüne girmiş, ona yaklaşmış ve böylece gaddarlıklarının, eğlencelerinin yoldaşı, zevklerinin esiri ve yağmaladıklarının ortağı olmuş bir alt büyük yöneticiler, insanları birbirlerine kırdırarak, onları kulluklaştırırlar” demiştir...Halkın ancak ‘gönüllü kulluk etmeyi’ istememesi halinde, Tiran yalnız kalır ama “halkın içine düştüğü bu hastalık, yani ‘gönüllü kulluk’ durumu öyle öldürücüdür ki iyileşme umudu hiç yoktur”sonucuna varmıştır.

Tarihin sayfalarından anlaşılan odur ki “İnsan onuru”, insanın sadece insan olmasından kaynaklı, insani değerinin bilinmesi gerçeğidir. İnsan onuru gerçek anlamına kavuşunca, günümüz hukuk felsefecisi Kuçuradi’nin sözü de yerini bulmaktadır: “İnsanlık onuruna yakışmayan bir muameleyi insana yapmak, sadece o kişiye kötü muamelede bulunmak değildir; aynı zamanda paylaştığımız insanlık onuruna da zarar vermektedir!” 
Netice itibariyle “insanın onur mücadelesi” tarihte birçok inişler ve çıkışlar yaşamıştır. Bizim toplumumuz ise kadim tarihten gelen insana değer verme özelliği ile “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” felsefesinde kendini bulmuştur. Nitekim bağlı olduğumuz kitabımız da “Biz insanı, en güzel biçimde yarattık” (Tin, 95/4) ayeti ile “insana en yüksek değeri” vermiştir.

Öyleyse, devlet makamında yetki sahibi olanlar, bu doğrultuda, “insanın maddi ve manevi varlığını korumak ve geliştirmek” için çabalamalı ve “insan haklarına saygı” göstermelidirler. Güç kullanım yetkisi tekelinde bulunan devletin (aslında yöneticilerin), “insan hakları ihlaline” sebep olmaması, insan onuruna verilecek değer anlamında, en büyük dileğimizdir. 

O halde, modern rasyonel hukuk, insanın vücut ve ruh bütünlüğünü korumayı, bir ödev olarak devlete yüklemiş olduğuna göre, “insan haklarına ve onuruna” saygılı olmak birincil önceliğimizdir. Aksi durum, insan onuruyla bağdaşmayan, insan haklarına ve özgürlüklerine darbe vuran, ilahi emirlere de aykırı olan, ‘onursuz’ eylemlerdir ki “necip milletimizin tarihine gölge düşürecek” bu tür davranışlar, bizlere asla yakışmamaktadır.
 

Yorumlar (0)
12
az bulutlu