banner4
29.05.2020, 10:55

İNSAN, FITRAT ve SOSYAL SİSTEM-2

Sistem ve insan doğası arasında doğrudan bir bağlantı vardır. İnsan, sistem kuran, geliştiren veya mevcut sisteme karşı isyan bayrağını açabilen tek varlıktır. Bu özelliğinden dolayı tesis edilecek sistemin onun doğasına uygun olması hayatidir. Birey,  toplum ve doğa arasında yapıcı bir sistem kurulmaz ise hep sorunlar çıkar.

Devlet, beşeri bir organizasyondur; varlığını kamusal alanın inşasından alır. Devletin konumu ve sınırları hukuk çerçevesinde olmalıdır.Devletin varlık gerekçesinin nihai amacı, insanın temel ihtiyaçlarını karşılamak vetekamül yolculuğunda ona yardımcı olmaktır. Mesela, İslam fıkhı açısından ihtiyaçtan dolayı suçlunun cezalandırılamayacağını, gıda ambargosunun İslam’da yerinin olmadığını ve hiç kimsenin açlıkla imtihan edilemeyeceği gerçeği bunu göstermektedir.

Çağımızda devletin görünürlüğü ve dataizm yaklaşımı açısından bireyi bekleyen yeni tehlikeler söz konudur. Devlet; özel alanda, düşünce, inanç ve verili kimlikler karşısında nötr kalarak var olmaya çalışmalıdır. Aksi takdirde devletin varlığı hep tartışma konusu olur. Devlet, kişilerin özel (mahrem) alanında asla olmamalıdır[fee1] . Onun için derler ki, “Devletin dini adalettir.” Şayet devletin bir dini/inancı/resmi görüşü ve kutsalları olursa tebası arasında tarafsızlığını yitirir. O, herkesin hukukunu korumak için vardır. Kendisi taraf olursa adaleti tesis edemez. Mesela, “devletin eğitimdeki konumu, pozisyonu nasıl olmalıdır ?” sorusunun cevabını yöneticilerin ideolojik bakış açılarına göre belirlemeye çalışırsak işin içinden çıkılmaz bir hal alır. Halbuki eğitimin temel amacı, “Kişinin potansiyel donanımını ortaya çıkarmaktır!” dediğimizde, sorun kendiliğinden hal olur. Aksine doktriner ve ideolojik  formülasyonlar şahsiyetin görünürlüğünü öldürür;  irfanı hür kişiliği baskılar ve yeni problemler yaratır. Bu tür uğraşlar toplumda sağlıklı olmayan hasta bireyler üretir.

Devletin görünürlüğü, temel insani ihtiyaçların giderilmesinde görülmelidir. Yani şeriat aşaması dediğimiz yerde. Yoksa kendisi bir “araç” olmaktan çıkar” amaç”a oturur. O zaman da hakikate giden yolu kapatır ve insanın tekamülünü engeller. Aksi takdirde Thomas Hobbes’in devlet için tanımladığı durum ortaya çıkar. Devletin Leviathan’a dönüşmesi,  hakikati perdeler ve tekamül yolunu kapatır. Erdeme giden yolun ortadan kalkması, sıradanlığı teşvik eder ve toplumun ahlaki yapısını örseler.

İyi bir sistem, insanın temel ihtiyaçlarını gidermeye çalışan - devletin görünürlüğünün nerelerde olup olamayacağını- ve faaliyetlerini hukuka bağlayan bir sistemdir. Görünürlüğü az, fakat varlığı hissedilen bir sistem en iyi sistemdir.Başka bir tabirle, varlığı kötülüğe ve kötülere karşı olan ve hissettiren devlet en iyi devlettir.

Devlet, şeriattır; hakikat değildir. Onu hakikatin yegane temsilcisi (Hegelvari) konumuna oturtursak asıl işlevlerini yapamaz olur, tarafsızlığını yitirir ve yıkılmasına da sebep oluruz. Onun için bütün örgütsel organizasyonlar kabuktur, yani öz/amaç olarak görülmemelidirler. Araçlar çağın şartlarına uygun olmalıdır.Sistem/ devlet dediğimiz yapı bir kabuktur, yani şeriattır. Şeriat; insanın temel ihtiyaçlarını gidermekle sorumlu kılınmış idari ve hukuki yapı organizasyonun bütünlüğüdür. Organizasyonların varlık gerekçeleri, varlığın yetkinliğe ve tekamüle ulaşmasına vesile olmalarıdır. Yönetim şekillerinin kendiliğinden bir kutsallıkları yoktur. Onları idealize eden bizim tutumlarımız ve beklentilerimizdir.

Değişen insan doğası ve değişmeyen bir sistemde ısrar etmek, sistemin çürümesine neden olur. Onun için İslam, kesin sınırları belirlenmiş bir yönetim sistemini önermez. Şeriat belirlenmiş tanımlanmış bir sistem değildir.  Şeriat/yönetim zamanının şartları doğrultusunda fıkhi/hukuki normların bütünlüğüdür ve sistemin hangi ilkeler üzerinde var olacağını söyler. Bu ilkeler adalettir, ehliyettir, barıştır, özgürlüktür, başkalarının varlığına saygıdır, meşverettir, şuradır, istişaredir ve bütün iyi uygulamalar bütünlüğüdür. Sistemin adının monarşi,  oligarşi, demokrasi olması onu önemli ve ayrıcalıklı kılmaz. Önemli olan sistemin/devletin hangi ilkeler üzerinde varlık bulduğudur .

Bir düşünürün dediği gibi şeriat, herkesin hakkı ve hukukunu belirler. Yani “bu benimdir şu senindir”. Tarikatta ise” hem senindir, hem de benim”.  Hakikatte ise “ne senindir nede benimdir”  gerçeğini gösterir.

Örneğin İslam fıkhı açısından bu üç kavramı su yönetimi  açısından değerlendirmeye çalışalım.  Bir yerde su bolsa ve herkese yeterli miktarda ise özel mülkiyete konu olabilir. Bu şeriat aşamasıdır. Şayet yeterli miktarda değilse, belli bazı standartlara ve presedürlere, (özel –kamusal) kesişim ilkelerine göre kullanımı söz konusu ise bu tarikat aşamasıdır.Yani hem size hem de bana aittir. Şayet az ise ve herkesin varlığı bu suya bağlı ise, bu özel bir mülkiyet olsa bile o mal kamusaldır ve özel mülkiyete konu olamaz. Bu hakikat aşamasıdır. Yani herkesindir fakat hiç kimsenin değildir.

İhtiyaç duyulan ve devamlı gelir getirici olan mallar İslam’da özel mülkiyete konu olamazlar. İnsan bir mülkiyeti/kaynağı dilediği gibi kullanma ve tasarrufta bulunma hakkına sahip değildir. Dışsal zarar, her türlü şartlarda yasaklanmıştır. Günümüzde modern devletlerin en büyük açmazı burada yatmaktadır. Kalkınma ve ekoloji arasındaki dışsal maliyetler buna örnektir.

İnsanın temel ihtiyaçları ile sistem arasında doğrudan bir ilişki vardır.Freud’un “ego/benlik” diye isimlendirdiği ve A. Maslow’un ”ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisi” altında tanımladığı ve “herhangi bir bireyin en temel ihtiyaçlarını gidermeden en üst basamaklarda olan diğer ihtiyaçlara kolayca yönelmeyeceği” gerçeğini İslam mütefekkirleri asırlar önce şeriat, tarikat ve hakikat altında kavramlaştırıp sınıflandırdıklarını görüyoruz.

İslam düşüncesine göre insanın temel ihtiyaçlarının karşılandığı veya karşılanması gereken ilk basamak şeriattır. Şeriat, maddi dünyayı düzenleyen, insanların ihtiyaçlarını gideren ve sosyal alanın inşasını idari anlamda sağlayan ilk basamaktır. Yiyecek, barınma, güvenlik ve sosyal alanın tanzimi ile ilgili beşeri ihtiyaçların tedarik edildiği ve giderilmesi gereken en alt basamak olarak görülür. Freud’un alt benlik (id) dediği veA. Maslow’un da ihtiyaçlar hiyerarşisinde fizyolojik ve güvenlik (gıda, barınma, üreme, güvenlik ve benzeri) ihtiyaçlarımızın en alt basamağı olarak işaret ettiği noktadır. İnsanların en temelihtiyaçları karşılanmadan varlığın beşeri durumdan çıkıp daha üst bir bilince çıkamayacağı ortadadır. “Aç insanın dini olmaz”, “fakirlik küfre götürür” sözleri bu basamak için söylenmiş kutsi sözlerdir.

 Onun için derler ki; Avam için şeriat elzemdir. Şeriat, batine ( kişinin dinine, ırkına, meşrebine, mezhebine ) bakmaz, zahire( insanın temel ihtiyaçlarına; gıda, sağlık, barınak, güvenlikvb ) bakar. Başka bir tabirle şeriat, beşeri /bedeni ihtiyaçların karşılanması ile ilgilisosyo- ekonomik ihtiyaçlarının karşılanması için vardır. İnsanın maddi dünyasına eğilmeyen, güzelleştirmeyen bir sistem/devlet/ din - ne derseniz deyin-ister istemez insanları miskinliğe sevk eder. Onun için şeriat, temeldir. Şeriat olmazsa, tarikat insanı miskinliğe/mistisizme götürür ve şahsiyetin görünürlüğü gölgelenir.

Tarikat ise, insanın insanlaşma ile ilgili hal ve davranışlarının bir üst kişiliğe büründüğü bir aşamadır. Kişilik inşası, akli melekelerle ve ahlaki normların birlikteliğinden tezahür eder.Yani tarikat aşamasında özel ve sosyal alanın inşası çeşitli yöntemlerle belirlenmektedir. Benliğin bu aşamasında hem zahiri hemde batıni gerçeklilikler söz konusudur. S.Freud’un “ego” dediği, A.Maslow’un “saygınlık, sosyalleşme” dediği bir aşamadır. Tarikat burada bir kişiye veya bir cemaate bağlılık anlamına gelmemelidir. Güzel ahlakla ahlaklanan, sorumluluk duyan; üreten, özgür bilinci ile hareket eden, özne olan ve diğer varlıklara karşı içsel ve dışsal fayda sağlayan anlamındadır.

Başka bir tabir ile tarikat aşaması;insan, kendi sosyo-psikolojik ihtiyaçlarını tatmine yönelik bir irade sergilerken, aynı zamanda somut dışsal gerçeklere erişmede ve bazı sosyo / ekonomik ve zihinsel normlar sayesinde davranışlarını da disipline etmeye çalışır. İnsanoğlu bazı özel yetilerle donatılmıştır. Bunlar akıl, irade, ahlak,  erdem ve başkalarının haklarına saygılı olma gibi. Bu yetiler sayesinde kişisaygınlık, statü, erdem vesosyalleşme için cehd eder.

Hakikat isebenliğin en üst aşamasıdır. Kişinin kainatın maksat ve hikmet parametrelerine göre uygun davranış sergilediği ve kendisini gerçekleştirdiği bir aşamadır. İslam alimlerinin “Nefs-i natıka” dedikleri bir aşamadır.Freud’un “Süper ego”, Maslow’un“kendini gerçekleştirme”  veİslam alimlerinin“hakikat”dedikleri aşamaya erişen bir kişi, her şeye faniliğin nazarında bakar ve dervişlik hırkasına bürünür.  Onun amacı, artık maddi alemdeki geçici olan şeylere sahip olmak veya tutsak olmak değildir, mutlak güzelliğin peşinde iz sürmektir.Cüneyd-i  Bağdadi’nin bu aşama ile ilgili söylemiş olduğu çok güzel bir sözü vardır: “Şayet krallar, sultanlar ve yöneticiler bizdeki bu zenginliği –cevheri- bilmiş olsaydılar, mutlaka kılıçları ile bizi fethetmeye çalışırlardı.”

Hakikat evresine ulaşan bir benlik,  hem kendisinin hem de başkalarının ondan hoşnut olduğu ve insani özelliklerin zirve yaptığı en üst bir aşamadır. Artık kişi ne iltifatlara ihtiyaç duyar ve nede başka şeylere esir olur. Bu aşamayı bazı tasavvuf alimleri ”Fenafillah” mertebesi olarak isimlendirmişlerdir.

Maddi alemin esaretinden sıyrılıp varlığın varoluşsal sırlarına vakıf olan kişi artık her şeyden özgürdür. Özgür bir benliğe ulaşan bir ruh, artık alıcı değil vericidir.  Kemale ermiş benliğin somut alemdeki görünürlüğü infaktır. Bu benliğin en belirginbir vasfıdır. İnfak yetisi gelişmemiş olan kişiler veya topluluklar diğer topluluklara örnek olamazlar. Yöneticilik açısından da infak melekeleri yeterince gelişmemiş olan kişilere yöneticilik verilmemeye çalışılmalıdır.

İnsanın fıtratını bilmeden sosyal bir sistem kuramayız. Kurduğumuz sistem eğer fıtrat kanunlarına uygun değilse varlığını uzun süre devam ettiremez. İnsanın temel ihtiyaçlarına hitap eden bir sosyo-ekonomik sistemin doğası ile insan yapısı arasında sağlıklı bir ilişki geliştirmez isek kaynakların heba olması kaçınılmazdır. İyi bir sosyo-ekonomik sistem, Malsow’un tabiri ile insanın temel ihtiyaçlarını (gıda, barınma, güvenlik vb.) gidermeye çalışan sistemdir. Yani “küçük cihad” kazanılmadan ‘büyük cihad’a gidilmez. Gidildiği takdirde miskinliğe saplanır kalır. Bugün İslam aleminin durumu bunu göstermektedir. İfrat ve tefrite sapmadan vasat bir yolda yürümek her zaman en makul olan yöntemdir. “Az olanda sefalet ve çok olanda rezalet vardır.” gerçeğini gözardı etmeden örnek bir topluluk inşa etmenin yolu bulunmaya çalışılmalıdır.

Sonuç olarak fıtrat ve sosyal sistem açısından insana baktığımızda insan, düşünen, konuşan, iki ayağı üzerinde duran, eliyle eşyaya şekil veren, potansiyelleri olan ve bu potansiyellerini geliştirip kainatta hep yeni değerler katmaya çalışan bir varlık olduğudur.

Yorumlar (0)
12
az bulutlu