banner4
22.10.2021, 22:57

İNANCIN SORUŞTURULMASI


Matematikçi filozof W. K. Clifford (1845-1879), “inanç etiği” üzerinde durmuştur. Temel düşüncesi: “İnançların gücü, onları sorgulamaya engel olmamalı” şeklindedir. Clifford, inançların özünde doğru olabilmesi için “inancın soruşturulmasını” şart koşar. “Soruşturma Görevi” adlı makalesinde Clifford bu konuyu inceler. 
İnanç ahlakında, temelsiz inanışa (yanlış tevekküle) örnek olarak Clifford, bir gemi sahibinin (armatörün) inancını gösterir:
“Bir gemi sahibi, gemisini denize açılmak için göndermek üzereydi. Geminin yaşlı olduğunu ve ilk başta çok iyi inşa edilmemiş olduğunu biliyordu; gemi birçok deniz   iklimi görmüş ve sık sık onarıma ihtiyaç duymuştu. Gemi sahibine, geminin denize açılmaya elverişli olmadığına dair şüpheler öne sürüldü. Bu şüpheler gemi sahibinin içine bir süre dert oldu ve onu mutsuz etti; büyük bir masrafa girecek olmasına rağmen, belki de gemiyi baştan aşağı elden geçirmesi ve yeniden birleştirmesi gerekiyordu. Ancak gemici, bu şüphe dolu fikirlerinin üstünü örttü. Kendisine, geminin çok fazla yolculuğu güvenli bir şekilde atlattığını ve o kadar çok fırtınadan kurtulduğunu söyledi ki bu yolculuktan da güvenli bir şekilde eve gelmeyeceğini varsaymak, kendisine anlamsız olurdu ve İlahi Takdir’e güvendi. Gemici, gemi inşaatçılarının dürüstçe cüretkâr sözlerini ve şüphelerini aklından bütünüyle çıkardı. Böylece, gemisinin tamamen güvenli ve denize elverişli olduğuna dair samimi ve rahat bir inanca sahip oldu; geminin limandan ayrılışını izledi ve hayırsever dileklerde bulundu ama gemi okyanus ortasına geldiğinde çoktan batmıştı, bir sürü insan da öldü...”
Şimdi “Gemi sahibi (armatör) hakkında ne diyeceğiz?” Diyerek aklına ve vicdanına sorular soran Clifford’un cevapları şunlardır: “Şüphesiz o, bu adamların ölümünden gerçekten sorumludur. Gemisinin sağlamlığına içtenlikle inandığı kabul edilebilir; fakat inancının samimiyeti ona hiçbir şekilde yardımcı olmadı, çünkü kendisinden önceki seferlerdeki delillere inanmaya hakkı yoktu. İnancını, azimli soruşturmasında dürüstçe değil, şüphelerini boğarak kazanmıştı. En sonunda başka türlü düşünemeyecek kadar kendini emin hissetmiş olsa da yine de bilerek ve isteyerek bu düşünceye ulaştığı için, bundan sorumludur.”
Clifford sorularını genişletir: “Durumu biraz değiştirelim ve her şeye rağmen geminin sağlam olduğunu; geminin ve içindekilerin yolculuğu güvenli bir şekilde atlattığını varsayalım. Bu, gemi sahibinin suçluluğunu azaltır mı? Hayır, azaltmaz. Bir eylem bir kez yapıldığında, sonsuza kadar doğru ya da yanlıştır; iyi ya da kötü sonuçlarının tesadüfen ortaya çıkmaması bunu değiştiremez. Gemi sahibi masum değildir.”
Görüldüğü üzere inanç ahlakında, doğru inançlar için (doğru tevekkül için) yeterli deliller; akıl yürütme yapmaya, konuyu gözlemleyerek doğru algıyla temellendirmeye, bilgiyle, hafızayla ve tanıklarla gerçeğe ulaşma gayretine ve vicdani soruşturmada kendine karşı dürüst olmaya bağlıdır.
Clifford, “inançlılık” sorununu irdelemeye devam eder: “İncelenen varsayımsal olayda, yetersiz kanıtlara inanmak ya da şüpheleri bastırarak ve soruşturmadan kaçınarak inancı beslemek yanlıştır! Hiçbir basit zihin, hiçbir belirsiz vaziyet, evrensel görevimiz olan inandığımız her şeyi sorgulamaktan kaçamaz.”
O halde “düşünceleri kontrol etme, vicdani kanaatten şüphe duyma, adli ve adil bir şekilde delilleri tartma ve bunları doğru akıl yürütmelerle kritik etme” zorunluluğu,  inançlar için de geçerlidir. Aksine davranış, inanışları “kör ve boş inanca” çevirir. Nitekim İslam inanışında, genel geçer düstur haline gelmiş peygamber sözü bunu anlatır: “Deveni bağla, ondan sonra Allah’a tevekkül et!”
“Değmeyecek nedenlerle, kendimize inanmaya izin verdiğimiz her seferde, kendi kendimizi kontrol etme, şüphe duyma, adli ve adil bir şekilde kanıtları tartma güçlerimizi zayıflatırız. Hepimiz yanlış inançların ve onların yol açtığı ölümcül yanlış eylemlerin sürdürülmesinden ve desteklenmesinden ciddi şekilde acı çekiyoruz ve böyle bir inanç beslendiğinde, doğan kötülüğün büyük ve geniş çağlı olduğunu biliyoruz. Ancak, her şeye inanan karakterimiz sürdürüldüğünde ve desteklendiğinde, değmeyecek nedenlerle inanma alışkanlığı geliştirilip kalıcı hâle getirildiğinde, daha büyük ve daha geniş çaplı bir kötülük ortaya çıkar…”
Temelsiz inanmanın kötülüğü sadece buna inanan kişide değil, tüm topluma çağlar boyu etkin olur. İnancın sorgulanmaksızın benimsenmesi, inancın kendisini temelsiz yaptığı gibi toplumsal çevrenin de sorgulamaksızın bunu benimseyip yayması, tüm toplumun inançlarını sorunlu hale getirir. Kör ve boş inanışların topluma yayılması durumunda  toplum iyilik sıfatlarını (Farabi’nin sözüyle fazıl niteliğini) kaybeder ve toplum üyeleri kötü sıfatlara (Farabi’nin sözüyle cahil, fasık ve sapık duruma) düşerler.
“Herhangi bir kişiden para çalarsam, yalnızca malın naklinin hiçbir zararı dokunmayabilir; o kişi kaybı fark etmeyebilir veya bu durum, o kişinin parayı kötü kullanmasını engelleyebilir. Ama insanlığa karşı beni sahtekâr yapan bu büyük yanlışı yapmış oluyorum. Topluma zarar veren şey, bir kişinin malını kaybetmesi değil, oranın ‘hırsızların inine’ dönüşmesidir; çünkü bu durumda orası toplum olmaktan çıkar. Bu yüzden iyiliğin gelmesi için kötülük yapmamalıyız...”
Görüldüğü üzere filozof Clifford, örnek verdiği hırsızlık olayında, temel yanlışlığın “insanlığa verilen zarar” olduğuna vurgu yapar. İnsanların emek dışında birbirinin malını haksızca alması ve birbirine olan güvenlerini zedelemesi, insanlar arasındaki adaletin büyük yara almasına sebep olur. Toplumun inanışları temelsiz veya zayıf olması halinde, bu tür haksız eylemlerin sonuçları doğru olarak değerlendirilemez.
Clifford yine inancın delillerle yeterince tartışılmaması halinde, o inancın “dogmaya” dönüşmesi tehlikesine de dikkat çeker: 
“Aynı şekilde, yetersiz delil üzerine herhangi bir şeye inanırsam, salt inancımdan büyük bir zarar gelmeyebilir; her şeye rağmen bu inancım doğru olabilir veya bunu dış eylemlerimle sergileme fırsatım olmayabilir. Ama insanlığa karşı kendimi safça inandırarak, bu büyük yanlışı yapmış oluyorum. Topluma yönelik tehlike yeterince büyük olmasına rağmen, yalnızca yanlış şeylere inanılması değildir; ama inanılanların inandırıcı hâle gelmesi ve bir şeyleri sınama ve araştırma alışkanlığının kaybedilmesidir; çünkü işte o zaman merhametsizliğe geri dönülmüş olur.”
İnançlar ne kadar doğru olursa olsun, eğer ısrarla ve korkusuzca tartışılmazsa, bir hakikat değil, ölü fikirlere dönüşürler. Ancak inanışların düşünceyle çarpıştırılması neticesinde, sağlam inanış değerleri ortaya çıkarılabilir. İnanç hakkında doğrulamalar yaparak, inanma duygusundan emin olabiliriz. Zira sorgulamaksızın benimsenen bir takım inançların birer hurafe olma ihtimali daha yüksektir. Dini düşünceler, esaslı delillerle var edilmedikçe, hurafeye, menkıbeye dönüşebilir, kör ve boş inanışlara çevrilebilir. Tersine davranır da inançlar ve dini düşünceler, sağlam delillerle tartışılır ise daha fazla inanma kuvveti kazanır ve gerçeğin yanlışla çarpışması sonucunda daha açık bir biçimde anlaşılır. Böylece toplumun inanışları ve dini düşünceleri doğru inanç değerleri üzerinde ilerler.
“İnandığım şey hakkında alışarak gösterdiğim özen, bana söylenenlerin gerçeği hakkında başkalarında da alışkanlıkla özen göstermelerine yol açar. İnsanlar, her biri kendi zihnindeki ve diğerinin zihnindeki gerçeğe saygı duyduğunda, birbirlerine gerçeği söylerler; ama ben kendim bu konuda özen göstermezsem, bir şeylere sırf onlara inanmak istediğim ve onları rahatlatıcı ve hoş bulduğum için inanırsam, diğerleri aklımdaki gerçeğe nasıl saygı duyabilir ki?”
Filozof W. K. Clifford mevcut sorunu şöyle özetler : “Her zaman, her yerde ve herkesin bir şeye, yetersiz kanıtla inanması yanlıştır! Çocuklukta öğretildiği veya sonradan ikna edildiği bir inanca sahip olan bir adam, zihninde beliren herhangi bir şüpheyi bastırır ve uzaklaştırırsa, kasıtlı olarak kitap okumaktan ve kendisini sorgulayan veya kendisiyle tartışan insanların arkadaşlığından kaçınır ve onu rahatsız etmeden kolayca sorulamayacak soruları saygısız olarak görürse, bu insanın hayatı, insanlığa karşı işlenmiş bir günahtır.” 
Neticede filozof W. K. Clifford, inanç ahlakında “soruşturma görevini” en temel esas olarak görmüştür. İnanışın akli ve vicdani delillerinden yoksun olması, inanışı hem faydasız, hem kötü, hem de ahlaki anlamda sorunlu yapar. 

Yorumlar (0)
12
az bulutlu