banner4
06.08.2020, 23:44

HAYAT ÖYKÜLERİM: UYUM ZORLUKLARIM

"Bir Parça Almanya" belgesel filmi, 2018‘de Amerika’da “En İyi Yabancı Film” ödülüne layık görülmüş...Belgeseli cazip kılan, Almanya’da doğup 1984'de Türkiye'ye kesin dönüş yapmış, şimdi yetişkin olarak hayatlarını Türkiye'de sürdüren kişilerin ‘uyum süreçlerine’ odaklanmış olması...

Bu haber, 1984 yılında ailece kesin dönüş yaptığımızda, memleketimde Zile Alparslan Ortaokulunda yaşadığım ‘uyum zorluklarını’ bana hatırlattı:

Ortaokula kayıt için babamla Müdür odasına girdim ama elimi cebime sokmayacağımı bilmiyordum. ‘İlk azarı’ bu yüzden işitecektim. Uzun saçlarla eğitim yapılamazmış, derhal saçlarımın kestirilmesine karar verildi. Türkiye’de saygının ölçüsü ‘şekli’ olmalıydı ki hemen bir kravat bulundu ve takım alındı. Daha ilk günlerde okul koridorunda yürürken, bir öğretmenin yanından geçmekte iken, yanımdaki 'tembel' bir öğrencinin hızlıca ön ilikleyip ‘aferin alması’ sırasında, benim ‘ön iliklememiş’ olmam, bana ‘ilk tokadı’ yedirmişti. Beden Eğitimi dersinde, yanımdaki arkadaşa, diğer bir kişinin haksız bir davranışı yüzünden “keriz” diye söylenince, bu sözü yanımdaki kişi öğretmene iletti. (Oysa hepsi köylü çocukları olarak, kendi aralarında ağza alınmayacak şekilde ana avrat küfrederek konuşuyorlardı! Benim en ağır küfrüm buydu ama ben ‘kötü’ ilan edildim!) Öğretmen bunun üzerine bana ‘ilk tekmeyi’ attı ve bir de zayıf not verdi. Türkçe dersine geçtik, “fiillerle” ilgili bir konuyu öğretmen bana sormuş, ‘Neden yeterli Türkçe konuşamıyorsun? Konuyu niye bilmiyorsun!’ diyerek, (sınıftakiler Almanya’dan geldiğimi söyledikleri halde) ismimi sormuş ve o da ‘zayıf’ not vermişti.

Birinci sınıfta ilk dönem 2 dersten zayıf almıştım...Almanya’da başarısız bir öğrenci değildim. Bu şekilde aşağılanmaları kabul edemezdim. Kendimce okul bahçesinde derin düşüncelere daldım ve bir karar aldım: Ülkemde çalışarak ve başarıyla onur elde etmenin yolunu ‘anlayış sorunları olan’ bu öğretmenlere gösterecektim! (Benim durumumda aynı aşağılanmalara maruz kalmış “Ayhan” diye bir arkadaş daha vardı, o bunlara dayanamadı ve tasdikname ile okuldan aynı sene atıldı.) İkinci dönem zayıfları kapatmış, 2. sınıfta “İkinci sınıflar birincisi” bile olmuştum. Okuldan artık derece ile (9.48) mezun olmak üzereydim ki son karne günü ‘gürültü geldiği’ için ‘sıra dayağı’ yemiştim... Tüm bunlar yaşadığım ‘uyum zorluklarından’ bazılarıydı...

Anlayamadığım, tuhaf ‘bozuk değer yargıları’ vardı: 1.Olay, koridorda vasıfsız kişilerin ‘ön ilikleme ve yalakalık’ başarısıyla, gemisini yürüttüğünü ve gelecekte kariyer basamaklarını nasıl tırmanacağını; 2. Olay ‘gammazlıkta bulunanın’ (şimdilerde ayrımcı düşünce ile ötekini fişleme, üst amirlere bildirmenin) nasıl da ödüllendirildiğini ve öteki olanın aşağılandığını, 3.Olay ise ‘kurunun yanında yaşın, acımasızca nasıl yanacağını’ bana göstermişti.

İlginç olanı ise, ilkokulu Almanya'da bitirip, Alman milli marşını bile öğrenmeden geldiğimde, farkında olmadan “devlet malını koruma ve kural bilincini kazanmış” olmamdı. (Dayatma kültürü adına hiçbir zorlama görmedim, “sevdirme üzerine” bir eğitim modelleri vardı.) Oysa ülkemde ‘tekrar ve tekrar milli marş söylenip, yanı başımızda ilkokulda çalışkanlık, doğruluk andı yapıldığı’ halde, sınıf sıralarının çizilmiş olması ve devlet malına zarar verilmesi, ciddi çelişkileri barındırıyordu. (Sokaklarda değer verdiğim üç hilalin, trafik işaret levhalarına, elektrik direklerine yazılmış olması da aynıydı.) Ayrıca din dersinde “temizliğin önemi” anlatılırken, tuvaletlerde iğrenç yazıların ve kirliliğin bulunması da beni çok şaşırtmıştı. Tabi Almanya’dan getirdiğim bisikletimin ilk zamanlarda tüm parçalarının çalınmış olmasını da bu ‘farklılığa’ dahil etmem gerekiyor...

Ortaokulda yaşadığım uyum zorluklarını ‘başarı gereksinimi’ duyarak artık aşmaya başlamış, kendi tarzımda terbiyeli ve çalışkan bir öğrenci olmuştum.

Lise hayatımda yine bir değer çatışması yaşadım: Ankara Sağlık Kolejinden 3. olarak mezun olmanın onurunu, Sağlık Bakanı elinden alacağım ödülle yaşayacaktım ki 2. olması gereken, benim de ‘fikri düşüncesini beğenmediğim’ bir arkadaşıma, mezuniyetinin son günlerinde ‘düşüncesinden’ dolayı kasten disiplin cezası verilecekti. Böylece o kişi değerlendirme dışı kaldı. Ben bu haksızlığa duyduğum tepkiyle, mezuniyet ve ödül törenine katılmadım. Benim yerime onur belgesi ve hediyeleri, başka biri almak zorunda kaldı.

Yine ilk memuriyete atandığım 1991 yılında İstanbul Haseki Hastanesi’nde Röntgen teknisyeni olarak görev yapmakta iken, bir işadamı röntgen film çekimi sonrasında, ‘İstanbul’da aldığın maaş yetmez, hem Hukuk Fakültesinde okuyormuşsun, bahşiş olsun’ diyerek -şimdiki değerle verdiği 100 TL’yi- masaya zorla bıraktığında, geceleyin tek nöbetçi iken parayı almayarak, sabah görevlilere teslim etmiştim...(Verilen bu para benim hakkım değildi. Devlet bana zaten maaş vererek hakkımı ödüyordu, bu alacağım para ‘çıkar’ olurdu. 26 yılık kamu memuriyet hayatımda, -rüşvet denecekse- tek olayım, bu şekilde sonuçlandı.)

İstanbul’da hem okumak, hem çalışmak elbette ki zordu... 1993 yılında istemeden naklen tayin edildiğim Şişli Etfal Hastanesinde Röntgen uzmanı şefe, üniversitede hukuk okuduğumu gece çalışmak istediğimi söyledim. “Bana ne senin okumandan!” deyip, beni gündüz çalıştırınca, üniversiteyi memleketten, dışarıdan okuma kararı aldım. İl dışı tayin isteğiyle Zile Devlet Hastanesine atandım. Kader bana, bu hoşgörüsüz ve anlayışsız insanın, hastanedeki röntgen kutularını hizmetlisiyle muayenesine taşıtırken yakalandığını, televizyon haberlerinde gösterdi!..

Hukuk mezunu olarak, 2000 yılında kısa bir süre Cumhuriyet savcılığı görevi yaptıktan sonra, Hazine avukatlığı mesleğine geçiş yaptım. 7 yıl boyunca görev yaptığım Ünye Hazine avukatlığından ayrılırken dürüstlüğüme dair bir itiraf, Fatsa’da uzaktan tanıdığım bir avukattan gelmişti. “Sana bir kıyı davasında çıkan karar sonucunu temyiz etmemek için müvekkilim iyi bir para vermeyi düşündü. Ben ise müvekkile ‘Sakın böyle bir şey yapma, bu kişiyi tanıyorum, görevine daha çok sarılır’ diyerek, onu uzaklaştırdım” demişti. Ünye’deki en son veda yemeğinde de “Bu temiz kalple çok daha iyi yerleri hak ettiğimin” temennisinde bulunulacaktı. Hukukla ve göreve sadakatla bir mesleği ifa etmenin onuru, benim için her şeydi...

Bu arada Ünye’de iken 2009 yılında Cumhuriyet savcılığı mesleğine yeniden dönüş talep etmiştim. Ancak “mesleğe dönüş hakkımın” verilmesi konusunda ciddi sorunlar yaşatıldı. Talebim, 2011 yılında “mesaisinden faydalanılamayacağı” denilerek ‘aşağılanmak’ suretiyle ret edildi. Tıpkı ortaokulda hissettiğim duygular, içimde köpürmeye başlamıştı. Bilgimi ispat ederek, hakkımı onların elinden almaya karar verdim. Üniversiteden tanıdığım, derslerinde başarısız insanların, büyük makamlarda oturduğunu gördüm. Bu sırada bürokrasiyi daha yakından tanımaya başladım. İdealimde yaşattığım değerlerin, gerçeklerle uyuşmuyordu. Benim yargı makamında bulunanlara verdiğim yüksek paye ve hukuki değerler tamamen boşlukta kaldı. Hukuk bilincine sahip, liyakate değer verecek kimse yoktu. Ortada ilkel paralel davranış biçimleri ve baştan sona bozuk düzene itaat eden bir kültür bulunuyordu. Süreç içinde “kazın ayağı öyle değil” mesajı bana da verilerek, 2011 yılı sonunda mesleğe itirazla kabul edildim. Kendimi ‘Hababam sınıfına gelen saf Ahmet’ rolünde buldum. Ama liyakatin esas olmadığı, basit ‘ikili ilişkilere’ sahip bu yargı teşkilatına, yeterince uyum göstermeyi beceremiyordum. Hakimlik mesleğinin onuru ile kısa süreli gözlemlerim sonrasında, “yenilik getirmek” için yargı kültürüne, 2015 yılından sonra, eleştirel düşünceler yöneltmeye başladım. Var olan düzene uyamadığım eleştirel düşüncelerimle belirlenince, -okuldayken öğrenilen ilkel davranışları hayat boyu devam ettiren, ‘yaranma refleksleri’ yoğun ‘Hakimler’ yüzünden- 2017 yılında meslekten ayrılmak zorunda kaldım...

Bu noktada sosyolog Georg Simmel’in “Yabancı” kavramı üzerinden, duruma bir açıklama getirmek istiyorum: “Yabancıyı, topluma dışarıdan gelen ve bu sebeple toplum ile iletişimi farklı olan birey” olarak açıklayan Simmel, bu yabancıyı, toplumsal gruplara, hem yakın hem uzak görmüştü. “Yabancının toplumsal gelenek bağlarından uzak oluşu, olaylara objektif ve mesafeli bakmasını sağlayacaktır. Yabancı, toplumsal gruplarla açık iletişim kurar, toplum üyeleriyle ‘alışılmadık ilişki’ yaşar. Etkileşim objektif kaldığından, grup üyeleri ‘sırlarını’ ona açarlar...Tüm bunlar yabancı ile grup üyeleri arasında ‘farklı bir etkileşim kalıbı’ oluşturur. Ama Yabancı asla onlardan olamaz” diyen Simmel, “Eğer bir bağlılığın yoksa, bu seni serbest kılar” anlayışında ’yabancıyı’, “belirli toplumsal değerlere ve geleneklere sabitlenmeyen ve değişime açık insan” olarak tanımlamıştır.

Şimdi düşünüyorum: Fikir ve davranış farklılıklarımla, hayata ve olaylara sorgulayıcı nitelikte eleştirel yaklaşmamda, bir ‘sorun olduğunu’ sanmıyorum…Anlayamadığım şeylere “yabancı” kalmamın, beni ‘dışlanması gereken kişi’ durumuna getirmesine de bir anlam veremiyorum. Böyle bir Devlet hegomanyasında, liyakat değer görmedikçe, insanlar ‘her gelene sadakat’ kültürüyle, menfaat için yetenekli insanları ‘kurban’ ederler! İnsan onurunu bu duruma düşürmeye, hiçbirimizin hakkı yoktur! Tanık olduğum kadarıyla, “gerilim” neticesi olarak, insanların her beka ve kurtuluş söylemi sonrasında, akıl süzgecindeki hak, hakikat ve adalet bilinci, her şekilde yok edilmektedir. Böylece akıl devre dışı kalarak, duygusal tepkilerle, haksızlıklar yeniden ve yeniden üretilmektedir. Elbette devlet içinde farklı toplumsal gruplar bulunacaktır ama Devlet, farklı çıkar gruplarının ‘savaş alanı ya da ganimet yeri’ değildir! Devlet makamındakiler erdemli davranıp, hakları ve özgürlükleri eşit dağıttıkları sürece, rasyonel (yasal) otoriteye dayalı, liyakat üzerine kurulu devletimizde, hiçbir zaman iç savaşta çıkmayacaktır.

Sonuç olarak, yaşadığım uyum zorluklarının sebebinin, farklı kültürden etkilenme mi, yoksa saf karakterimden mi kaynaklı olduğunu ben bilemiyorum...Fakat Almanya’dan gelen benim gibi kişilerin, yaşadığı benzer uyum zorluklarının bir belgesele konu edilmiş olması, arada ciddi “kültür farklılıkları” olduğunu göstermektedir.

Yorumlar (0)
12
az bulutlu