banner4
24.01.2020, 00:10

“GÜVEN BUNALIMI” ÜZERİNE...

“Müminler birbirini sevmekte, birbirlerinin acısını hissetmekte bir vücuda benzerler. Vücudun bir yeri hasta olduğunda, diğer organlar da acı duyarlar...” “İnananlar kardeştirler. Kardeşine zulüm ve haksızlık yapmaz, yardımı kesmez ve onu hakir görmez. -Peygamber kalbini göstererek- Takva buradadır! Kardeşini aşağı görmen, sana kötülük olarak yeter. ” (Hadis)

Her zaman güvensizlik göstermek, her zaman güvenmek kadar büyük bir yanlışlıktır...” (Goethe)

“İnsanı Anlama Çabası” adlı yazımda, son cümlede, “Birleşmiş Milletler’in 2014 yılı İnsani Kalkınma Endeksi anketinde “Genel olarak, insanların çoğu güvenilir midir? Yoksa insanlara karşı dikkatli mi olmak gerekir?” sorusu yöneltildiğini, Türk insanının cevabının, neredeyse “hiç kimseye güvenmeyecek” kadar % 8 seviyesinde düşük çıktığını ama İskandinav ülkelerinden mesela Danimarka’da %60 oranında insanların birbirine güvendiğinin tespit edildiğini ifade ederek, insanımızın “birbirine güven sorununu” düşünmek zorundayız, demiştim.

Japon asıllı düşünür Fukuyama “Güven” kitabında, güven kavramını “korku, çekinme ve kuşku duymadan inanma, bağlanma duygusu ve itimat” olarak tanımladıktan sonra “bir toplumda güven duygusunun yaygın olup olmamasını” o toplumun “kalitesini” ölçmeye kriter saymıştır. “Birbirine güveni olmayan insanların kendi aralarında, sosyo-ekonomik herhangi bir konuda işbirliği yapamayacağını” söyleyen Fukuyama, güven ilişkisini sağlayan unsurun toplumun “sosyal sermayesi” olduğunu, bunun insanlar arasında eşgüdümü ve işbirliğini teşvik ettiğini, sosyal sermayenin, “bireysel değerlerden daha çok toplumsal değerlerin hakim olmasıyla sağlanabildiğini” ifade etmiştir. Fukuyama böylece sosyal sermayeyi güven üzerine kurmuş ve sosyal sermaye ile güveni birbirinin yerine kullanmıştır.

Bizlerin toplum halinde yaşaması, bireylerin birbirlerini tanıyarak sevmelerine, sosyal bir varlık olarak dayanışma içinde olmalarına, güven esasına dayalı bir sosyal yaşam içinde hayatı paylaşmalarına bağlıdır.

Kanaatimce toplumumuzda “güven bunalımının” bir nedeni, Psikolojide “Johari Penceresi” olarak tanımlanan iletişim teorisi üzerinden okunabilir:

 “Açık alan” kişilikte, kişinin ‘kendisi hakkında bildikleri hem de diğerlerinin o kişi hakkında bildikleri” fazladır.İlişkiler açısından en avantajlı olan ve etkili iletişim için “en geniş” olması gereken alan budur. Açık alanı geniş olan kişiler doğal, özgüveni olan, duygusal yeterlilikleri gelişmiş ve duygusal zekaları yüksektir. Kazan/kazan yaklaşımı içinde, iletişim ve empati yetenekleri gelişmiş olduğundan, insanların duygu ve düşüncelerine karşı açık fikirlidirler, paylaşımcı ve işbirliğine yatkın şekilde, farklılıkları ve çeşitliliği doğal kabul eden insanlardır...

“Kör alan” kişilikte, kendisinin bilmediği fakat “başkaları tarafından bilinen” alanı kapsar. “Kaygı, korku, kıskançlık” duyguları bu alanda yer alır. Bu alanın geniş olması kişinin tek yönlü iletişimi tercih eden, benmerkezci, savunmacı, eleştirilere kapalı, şüpheci olması anlamına gelir. Kör alanı geniş olan kişiler iletişim engeli oluştururlar. Baskın, otoriter yöneticiler, hiyerarşik yapıyı benimseyen insanlar daha çok bu özelliktedirler. Bu kişilerin duygusal yeterlilikleri sınırlıdır, karşılarındaki insanların duyguları, düşüncelerine önem vermezler, empati yetenekleri çok azdır.

“Gizli alan” kişilikte, kişinin ‘kendisinin bildiği’ ancak başkaları tarafından bilinmeyen özellikler fazladır. Kişinin paylaşmak istemediği ve ‘bilinçli olarak gizlemek istediği bilgiler’ vardır. Bu alanın geniş olması, kişinin risk almayan, bilinmeyenle baş edemeyen, hakkını arayamayan, kendine odaklı, özgüveni eksik, paylaşıma kapalı olduğu anlamına gelir. Bu alanı geniş olan insanlar kendilerini gizlerler, içe kapanık bir yapıları olur. Bu kişilerle iletişim kurmak zordur.

“Bilinmeyen alan” kişilikte ise kişinin “hem kendisi hem de başkaları tarafından bilinmeyen özellikler” çok bulunur. Bilinmeyen alanı geniş olan kişilerin ne yapacakları da bilinemez...Kuralcı, mesafeli ve kapalıdırlar. Bu insanlar da davranış ve düşüncelerini gizlerler.

Johari Penceresi modeli olarak açıkladığımız bu alanlarda değişmeler olabilir, hayatın içerisinde gelişen düşünceler, duygular, gözlemler nedeniyle bir alandan diğer alana genişlemeler yaşanabilir...

Buna göre, kişilerarası ilişkilerdeki güven ve uyum ancak “açık alanın” genişletilmesi ile mümkündür. Bunu başarmak için bireyin kendi duygu ve düşüncelerini açığa çıkarması; bireyin iletişim kurduğu diğer kişilere karşı samimi, güven verici biçimde davranması gerekir. Yine karşı kişiden de geri bildirim alması, etkin şekilde dinlenmesi, iletişim kurduğu kişinin de anlayışlı ve empatik duygulu olması gerekir. Her iki tarafın da “birbirlerini anlama konusunda istekli olmaları” ise iletişim için vazgeçilmez şarttır.

Bu teoriden hareketle, Türk insanına baktığımızda, geçmişinden gelen büyük acılar nedeniyle “kapalılık duygusu” en bariz görülen iletişim engelidir. Acılar konuşulmazsa içe atılır ve bilinçaltında istenmeyen olumsuz duygu ve düşüncelere dönüşür. Yaşanılan üzüntü verici olaylar, insanda güvensizlik oluşturacağından, bu durum “gizli alanı” artırıp, “açık alanı” azaltır. Haliyle böyle bir toplum açık olmaktan korkarak, birbirlerinin “kuyusunu kazar” hale gelir. Bu tür kapalı toplumlarda ‘korku ve ötekileştirme’ üzerinden her türlü gelecek tasavvuru belki kolay kurulabilir ama asla kalıcı olamaz.

Türk insanının güvensizlik nedenlerinden bir diğeri de doğuştan gelen yada sonradan kazanılan “farklı kimliklerini” serbestçe kullanabilme konusunda, kendini tehdit altında görmesidir. Çoğu insan kimliğinden dolayı ‘mağdur’ duruma düşeceği kaygısını taşımakta ya da kimliğini açıkladığında ‘haksızlığa’ maruz kalacağını düşünmektedir. Bu kaygıları yersiz de değildir: Bilgisizliğin ve ahlaksızlığın, yakıp-yıkıp kül ettiği nice insan ve insani değerlerin külleri havada uçuşurken, endişe duymak gayet doğaldır. “Kültürel kimliğin değişkenliği, kişinin öznel bakış açısı, dış grup hakkında homojenlik yanılgısı” gibi kavramlar bilinmeden, her ‘güç’ elde edenin “önyargı, kalıpyargı ve boş inançla” diğerine saldırması, toplumun daha fazla eğitime ve öğretime ihtiyacı duyduğunu, bize söylemektedir.

Bu konuda kamuoyu anketleri de ilginç sonuçlar vermektedir: Türk insanı bireysel hayatında gelecekten umutlu, çoğulcu fikirde olmasına karşılık; dış çevrede güvenlik kaygılı, huzursuz, tedirgin, devlet yanlısı, ikircikli bir tutum sergilemektedir. Bireysel hayatında devletin müdahalesini en az şekilde isteyen insanımız, sokakta ise “toplumun ve devletin güçlü olduğu, müdahaleci bir devlet rolü” görmek istemektedir. Türk insanın kendi içinde iç-dış çelişkisi (dualist yaşam) toplum bireylerinin birbirine olan güven duygusunu etkilemektedir. Türkiye’de uzlaşma kültürünün yerleşmemiş olması, devlet siyasetinin gerginlikler üzerinden sürdürülmesi ve çatışmacı kültür anlayışı, “sosyal sermayenin” düşük kalmasına, bu da güvensizliğe neden olmaktadır.

Peki “güven bunalımına” ne gibi çareler üretilebilir?

İnsanımız adına yapılması gereken ilk şeylerden biri, “sosyal sermayeyi” güçlendirerek, toplumu ‘korkulardan ve kaygılardan’ uzaklaştırıp, dengeli davranışlara döndürmek olmalıdır.

Kültürel seviyeyi artırmak, değerleri yaşatmak gereklidir: Toplum içinde dürüstlüğü teşvik etmek, açık sözlü olmak, sözüne sadık kalmak, hatasını dürüstçe ifade edeni cezalandırmamak, yalan söyleyeni ise dürüstlüğe davet etmek, hatanın görülmesine ve özür dilenmesine fırsat sağlamak, aldatıcı sözler kaçınmak, duygu sömürücü davranıştan uzak durmak, iyiliği çoğaltmak, kötülüğe engel olmak, haksızlık yapmamak, ölçüye hile karıştırmamak, manevi kazancı maddi kazanca tercih etmek, insan onurunu korumak vb. değerler bu anlamda çok önemlidir. Ayrıca toplumda güven için gerekli dürüstlük, katılımcılık, adalet, hak, özgürlük, karşılıklı hoşgörü, sabır, nezaket, toplumsal huzur ve barış gibi değerler de çoğaltılması gereklidir.

Diğer taraftan, kimlik kutuplaşmaları, demokrasi kültürünü zayıflatmakta olduğundan ve taraftarları ‘haksızlıkları karşılıklı savunmaya’ götürdüğünden, bu türden yanlış tutum ve davranışlardan vazgeçilmelidir. Ötekileştirilen diğer kimliklere veya tehdit olarak görülen insanlara karşı, zararlı etki-tepkinin azaltılması için de “farklılıklar arası ilişkilerin daha çok kurulması” lüzumludur.

Herkes yaptığı iş ve işlemleri, açık, şeffaf ve hesap verebilir şekilde topluma sunmalı, devlet ise herkese eşit mesafede durarak, kucaklayıcı bir toplumsal sözleşmeyi, yetişmiş erdemli kadrolar eliyle “pratiğe” dönüştürmelidir.

Öyleyse, açık alanı geniş, sosyal sermayesi güçlendirilmiş bir Türk toplumunda gündelik pratiklerle, “karşılıklı güven” kendiliğinden kurulabilir. İnsanlığın ve iyiliğin gayesi, insanların birbiriyle dayanışma ve yardımlaşma içerisinde bulunması olduğuna göre, toplumsal anlamda ahlaki, kültürel ve psikolojik sorunlarımız iletişim yoluyla çözülebilir. Böylece birbirimize olan “güvenimiz” de istenildiği kadar yüksek değerde olacaktır.

Yorumlar (0)
12
az bulutlu