Güneydoğuda Sonbahar
İnsanoğlu sorgulandığında bir zırh gibi aidiyetlerine sarılır, sorgulanmadığı bir yaşam biçimine kavuşunca da aidiyetini hızla terk eder. Özgür insan olmaya çalışır. Çoğunlukla ve sadece insan oluşunu yaşamak ister. Yani insanoğluna “sen kimsin?” denmedikçe, ya da başka bir şeyle sorgulanmadıkça, “ben”i ve aidiyeti tüm dünyaya özgüdür, evrenseldir.
Liberal anlayışın ve teknolojinin tüm hüneriyle bireyde, “ben” geliştikçe, dahası insan çağdaşlaştıkça özgürleşir. Ama bu günün paraya dayalı liberal özgürlüğünden bireyden topluma zehirli bir sarmaşık gibi Otizm hızla yayılıyor, güncelleşiyor, gelişiyor. Buna paralel olarak bir diyalogsuzluk, bölünmüşlük ve bir yalnızlıktır almış başını gidiyor.
Herkes maşa kullanıyor;
İnsanın yırtılan kutsal ar dokusuna kutsal bir dolgu, bir tutkal bulunamıyor. Herkes parası kadar kendini arıyor, parası kadar kendine yer bulabiliyor.
Bizde de birey, demokrasi dahil, her şeyin parası kadar kendisinin veya kendisine yakın durduğunu yavaş yavaş anlamaya başlıyor. Tekno ticaretin gelişimi, bireyden önce ekonomiyi ve siyaseti de sivilleştirerek yönlendirdiğini görüyor. Devletlerin bilinen, bilinmeyen erki, siyasette bile eskisi kadar fiziksel aygıtlarını kullanmıyor, banallaşmıyor. 28 Şubat'ta olduğu gibi, maşa dururken kimse elini yakmıyor, ama rakibini ve beğenmediğini af etmiyor. Çünkü teknoloji onu kullananların, özellikle de yönetenlerin elinde bir illüzyon aracı haline geldiği artık herkesçe bilinmese de, görülüyor.
Demokrasimizin sponsorları;
Şunu demeyi ve kavranmasını istiyoruz ki; devletlerarası (ekonomi-politik) çıkar ilişkilerinin yanında, devlet-birey çıkar ilişkileri de artık her türlü sınır ötesinde evrenselleşiyor.
Dünya demokrasisinin sponsoru durumuna gelmiş Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birleşik Devletleri’nin kendi aralarındaki çelişkilerin yanı sıra, sürdürülebilir ekonomik ve kültürel ilişkilerini, uluslararası çıkarlarını, planlı, programlı birebir devlet-devlet, devlet-grup, devlet-birey, birey-birey ilişkisi haline getirdiklerini, yurttaşlık ve uluslararası pratiklerinden kolayca öğrenebiliyoruz.
Bizde ise iktidarlar, Batı'nın sunduğu ve sorduğu programlarıı hâlâ kendi toplumundan gizleme çabasında. O'na sorulan ve sunulan programı sanki unutmak veya halkına unutturmak istiyor.
Sivil bir Anayasa çalışması yerine, yasak savar gibi ek yamalarla Anayasayı sivilleştirme gayretinde. İktidarın topluma hâlâ (KHK)Kanun Hükmünde Kararnameleri dayatıp, siyasi tıkanıklık yaratarak, demokratik açılımları (reformları) kendi eliyle engellemeye kalkışması, huylunun huyundan vazgeçmediğini anımsatıyor.
Demokrasimizin bilinen, bilinmeyen derin unsurları bir süredir kendilerinden değişim bekleyen toplumuna barışık düzeni değil, yanaşık düzeni tarif ediyorlar. Demek, sistemimizin 'bağırsaklarını temizleme' sürecini tamamlayamadığı iddiası doğru. Sahi, “Elin Gâvuru”na neden kızıp duruyoruz?
Sivil siyasetin önemi;
Demokrasi adına verilmek istenen müshilleri (reformları) siyasi hekimlerimizin yanlış ve korkak duruşları nedeniyle, pratiksiz süreci uzattıklarından bürokrasi ve “Müesses Nizam” da kendince yeniden öne çıkıyor ve engellini koyuyor. Sivil siyaset ile yetiştirilmeyen siyasi liderler ve takımları; sorunları gelişimin ve değişimin fırsatı haline getiremiyor. Tüm çabalar icazetli, şoven bir popülizmden öteye gitmiyor. Böylece iç gelişme mi, iç çekişme mi olduğu anlaşılmayan nedenlerin çoğaldığı son dönemlerde, ama çoğu kez dış zorlamalarla yapılan reformlar halktan habersiz, pratiksiz bayatlayıveriyor.
Sorunlarımızın bugünkü sivil siyasi sorumluları kendi kalelerindeki anti demokratik paslaşmaları dahi seyrediyor. Bu kez sivil katmanlarda; “ha... demek ki biz; ikinci el demokrasi ile yaşatılıyoruz / yönetiliyoruz.” Tedirginlik dolu gergin fikirler, radikal hareketler öne çıkıyor. Böylece, 'Sözde demokrasi'nin kurum ve kuruluşları da, ya edilgen, ya müdahaleci, ya da töhmetten kurtulamıyor; Meclis gibi, TSK gibi...
Böylesi bir yönetimin adı da demokrasi değil, olsa olsa düzensizlik olabilir.
Sıkıyönetim ve OHAL’ın ülke insanlarını on yıllardır Anayasa ve yasalarla değil, 'yasa gibi' KHK. (Kanun Hükmünde Kararname)lerle yönetmenin artık yettiğinin iyi bir 657 ci olan Sayın Cumhurbaşkanı tarafından bile hatırlatılması, kimilerinin paçasını tutuşturdu. Bu kimileri bu ülkeyi hâlâ 'biz' ve 'onlar' mantığıyla yönetenlerdir. Ülkemizin Avrupa’ya üyelik sürecine hazırlanışı ve eksikliklerini kâğıt üzerinde tamamlama gayreti, yol haritamızın renginin belirginleşmesi, meclisin demokratik açılımlara karşı tavrı, tüm toplum kesimlerince izlendiği açık. Özellikle; demokrasi, insan hakları, bireysel hak ve özgürlükler, inanç ve ifade özgürlüğü ile dil ve kültürlerin gelişimini korumaya yönelik 'ikiz' tabir edilen BM sözleşmeleri için saylavlarımız Avrupai bir sınavdan mecburen geçeceklerdir.
Beyinleri hâlâ 1900'lerde olanlar;
İşte burada, bu ülkeyi hep kendilerinin ve kendi çıkarları ile eş anlamlı sayanların engelini unutmamak gerekmekte. Beyinleri hâlâ 1903-1924 yıllan arasında kalanlara, bugün liberalizmin gündeme taşıdığı bireysel özgürlükten bile korkanlara; 19. Yy. Amerikan menşeyli olan, ancak 20 yy.’ın başında bu kez V.İliç Lenin tarafından (anılan süreçte pek çok kez geliştirilerek) birlik temeli üzerinde dünya halklarına sunulan ulusal self determinasyon teziyle, ABD(Avrupa Birleşik Devletleri) bireysel özgürlük tezinin apayrı şeyler olduğunu, kim, nasıl, Alfabesiz yurttaşlardan önce, bu varakparelere anlatabilecektir? Sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel eşitlik amaçlı, birikimli birey yaratıcı bu söylemin; bugün BM'nin ve liberalizmin öznesi olan bireyin kendi kaderini tayin hakkı-self determinasyonunu-içerdiğine ve bireyin kendini geliştirmesi için ortam sağlanması temeline dayandığına inandıracaktır.
Mesut Yılmaz'ın sınavı,
Ülke de "Bu kış komünizm gelecek" fobisinden kurtulamayanların veya bunda çıkarı olanların, şa-HİN'liklerini hesaba katmak lazım ki, 2001'de mesafe alınabilsin. Avrupa üyeliği yol haritasının sürecini ve alt yapısını oluşturmak sorumluluğunu alan Sayın Mesut Yılmaz'ın, Dışişleri Bakanlığı'yla nasıl bir strateji izleyeceğini, Türkiye ve Güneydoğu kamuoyuna bunu nasıl ve kimlerle anlatacağı merak konusu. Bu süreç ya Mesut Yılmaz ve partisini bitirir, ya da liberal demokrat bir parti olduğunu cesaretle ispatlar ve toparlanır. Mesut Yılmaz’ın bu zor sınavını kadroları ve demokratik güçlerin duyarlılığı belirler.
Demokratik bir ülkede her yurttaş kendini tanımak ve geleceğini açıkça bilmek hakkına sahiptir. Bugün dünyadaki ulus devletlerde dâhil, devletsel bütünlük içinde; gerçek yurttaşlık bütünlüğünün yönü, evrensel kültürle buluşuyor. Yani ülkeler normalleştikçe siyaset kültürü artıyor ve her renkten siyasete, siyasetçiye barış içinde yaşam hakkı bir gereksinim oluyor.
Ama Güneydoğu'da; şu sıralar sessiz, sakin, fakat beklentili bir süreç var. Sessizliği tufan sonrasına benzetenler azınlıkta, ortamın iyimserlik koktuğu ise aşikâr.
Ağızlarında kilit var...
Ama, beklentinin programı yok, taslağı ise henüz mevzuat hazretlerinden geçmediği belli. Halkın politik tavır ve davranışları ise şimdilik aş ve iş ağırlıklı. Normalleşen ortamlarda siyaset daha kolaylaşır. Lakin ne tuhaftır ki, Parlamentonun Güneydoğu siyaseti süresiz tatile çıkmış. Politikacılar ve yerel yönetimler ağızlarına kilit vurmuş. Protokol görüntüleri tahammül, uzlaşı ve diyalog aracı olmaktan uzak. Sivil toplum ve sivil çıkar baskı grupları işlevsiz. Medya sansasyonel haberler bulamıyor. Ticaret ve Sanayi Odaları suya sabuna dokunmak istemiyor. Esnaf siftahsızlıktan öte, gizli işsiz konumuna gelmiş.
Sivil yatırımcı ve tarım sektörü ya pazarsız, ya işletme sermayesiz. Yatırımcının her türlü taşınmazı Bankaların gözünde “batık taşınmaz.” İşadamlarına vaat edilen bedava arsa, yabancı sermaye ile buluşturma, referans olma, bilgilenme ve bilgilendirme sohbetten öteye geçmiyor.
GAP idaresi, idare-i maslahatçı bir getto. Kalkınma Bankası, istisnalar hariç, Bölge İşadamlarını “itham” etmekten öteye adım atmıyor.
Özelleştirme İdaresi Başkanlığı bölge işadamlarının özelleştirilen yerleri almamaları için sudan bahaneler peşinde. Örneğin; Diyarbakır-Malatya ve Adıyaman Sümer İplik fabrikaları ihalelerinin ikinci kez iptali neden? Maalesef Güneydoğu'da Toplumsal Barışın sosyoekonomik pay ve paydası flu renkten kurtulamamış.
'Ben bilmez, merkez bilir'
Gerilimli, çatışmalı ve dolar masraflı bir Güneydoğu yerine, artık karşımızda sakin, aş, iş isteyenlerin yanında, yatırım potansiyelini kullanmak, barış ve istihdam ortamını yerli ve yabancı ortaklarla geliştirmek isteyen yerel işadamları var. Köye dönüş formülünü bekleyen, toprağını, hayvanını özleyen köylüler, 'barış, uzlaşma ve Genel bir Af' beklentisinde olan 'fişlenmiş' on binler var.
Gelin, Güneydoğu'da ki bu yumuşama sürecini; demokratik temel tedbirler arama yerine, magazinsel günlük politikalara tercih etmeyin. Bir takviminiz, yol haritanız ve el âleme verdiğiniz yazılı sözünüz, imzanız var. 'Ben bilmez merkez bilir' mantığından kurtulmak gerekir. Sivil-demokratik mantık ise Kaf dağında değil, kafalardadır. 16 yıldan beri sosyal ve ekonomik travma geçiren yanımız Güneydoğu'dur. İnsanları da Kürd yurttaşlarımızdır.
Yoksa yanılan biz miyiz?
Her şeyin telafisi bir başka şeyle mümkündür belki. Ama onur ve açlığın telafisi dünyanın her yerinde ve her dilinde aynı anlamı ve beklentiyi taşır. Biz öncelikle kardeşimizi ismiyle çağıracak kadar cesur, yaşadığımız nimetleri eşitçe bölüşecek kadar yiğit olmadıkça, ikinci el demokrasi ile yaşamaya mecbur olacağız. Yoksa Batı tarzında bir demokrasiyi arzulamak, Türkler ve Kürdler için hâlâ büyük bir yanılgı mıdır? Kim bilir, belki de yanılan biziz?
Yine de barış ve demokrasi için, Avrupa yolunun açılması için, ülkeye ve Güneydoğu'ya bu sonbaharda sahip çıkacak eşitlikçi, demokratik bir program sunacak adam gibi siyasetçi tavrı görmek istiyoruz.
Bizim buralarda Kürd kadınlarına ait olduğu söylenen bir özdeyiş var: "Bê xwedan di be, bê xwedî na be! (Tanrısız yaşanılır, sahipsiz yaşanılmaz!) Gelin, Tanrısız da yaşamayalım, demokrasisiz de!
Bu makalem 23 Eylül 2000 Radikal Gazetesinde yayınlanmıştır.
(23 Eylül 2000 Radikal Gazetesi)