banner4
23.11.2019, 16:25

BİR VEDANIN ARDINDAN

Bir ayrılığa daha hazırlıksız yakalanmıştı. Üstelik tam da bu zaman yüreği, sevgilisine sevinç pozu veriyordu, derin bir gülüşle. Ayrıca, bedeninin sokakları olan damarlarındaki aşkın devingen coşkusu sel olup ruhunda şelaleler yaratarak kurtuluş denizi kalbine dökülürken ve hayallerinin yepyeni mavi dünyasını yeniden inşa ettiğini düşündüğü bir sırada. 

Sevgilisi ona usulca yaklaşarak “gündelik rutin hayatımın bir parçası yapmaya kıyamıyorum seni, senle evlenerek” diyerek evlenme teklifini reddetmişti. Üstelik bin türlü ayıbı örten bir resmiyetin arkasına gizlenme riyasını göstererek. 

Çoğul düşlerinin doğurduğu tekil ütopyasına dair umutların sönmesinin verdiği çaresiz çılgınlık duygusuyla, düş gücüne hitap eden en uçuk vaatlerde bulunmaya başlamıştı ki, aşırı duyarlılığın verdiği kendiliğinden gelen gözyaşlarına boğulmuştu. Kendini demagojilere (lafebeliğine) kurban edilen ideallerin harcanan idealistleri gibi hissediyordu. Ne de olsa, düşlerinin yazı yüzü bu kez, tura gelmişti. Sineye çekilir gibi değildi bu yenilgi. Oysa yenilgileri olgunluklarla geçiştirmesini bilmişti hep. Ama bu kez durum farklıydı. İçinde aşk olan bütün yenilgiler hiçbir zaman sineye çekilememişti ki zaten. Bu gerçekti ve bu gerçekle yüzleşenlerin kimi kendi gerçeğini inkâr ederek riyakar bir savunma mekanizmasıyla hayatta kalırken, kimi de hiç bir savunma mekanizmasının kaldıramayacağı kadar büyük bir hayal kırıklığına uğramanın psikolojik felç haliyle onurlu, ama faydasız bir intiharı seçmişti. 

Sevgisel yoğunlaşmalarından usanmış, tensel dokunuşlarla aşkı arayan sevgilisi, ağlayışlarını umursamaz bir şekilde, rakibine yedi santraforla birlikte saldıran bir futbol takımı gibi, bürokratik koridorlarda yapılan resmi bir konuşma soğukluğuyla ve ilk krizde nefret kusan yüzeysel ve hastalıklı ilişkilerin kişileri gibi çirkinliğini artırarak konuşmasına devam etmişti.

Oysa o hala tepeden tırnağa hatıraya kesmiş bir ilişkinin bu kadar kolay sonlandırılmasına ve damdan düşer gibi pat diye söylenmesine bir anlam vermeye çalışıyordu. Açık ve anlaşılır jestler beklemiyordu, fakat hiç olmazsa veda konuşmasında kırıcı olmamasını bilmeliydi. Kendisine “sen benim günümsün ben de senin günebakanınım, yönüm hep sana bakar” diyen bir sevgiliden bu kadarını beklemeye de hakkı vardı elbette. Hiç olmasa yüzünde mahcubiyet ifadesi görmek isterdi. Zira güneş bile günlerin sonunda çekip giderken, bir dağ ya da denizin arakasına saklanarak utana sıkıla gözden kaybolurdu, mahcubiyet içerisinde. 

Çoğullaştırılamayan eşit ve özgür bir dünyaya ilişkin düşünceler gibi yarım kalmış bir aşk daha, ütopya hayali kuran kahramanlar koleksiyoncusu tarihin çöplüğüne gidiyor diye düşündü. En bilinçli karşı duruşların, en öğretici eylemini ortaya koyan buluşmalar, bir jeste yüklenen yaşamsal anlamlar, her şeyin mümkün olacağı güne dair düşler, uçuşan martıların kanat hışırtılarına gizlenen özgürlük melodileri, festival alanı yürek çarpmaları, gecesi yıldız yıldız çoğalan sevişmelerden güneşi maviye boyanmış günlere birlikte uyanmalar, şehvetli tutkuları meşru kılan büyük aşkın cilveleri, hepsi ama hepsi pespaye kibirlerin, müşkülpesent aşk kişisinin iki dudağı arasından çıkan kelimelerle zehirli birer oka dönüşüp kalbine saplanıyordu.

Anlamıştı artık yaşam dediğimiz dört mevsimlik bir tiyatroda yaşanılan her şey gibi aşklarda, yoğun gündemin kargaşasında dikkat çekmeksizin yitip giden idealist bir çaba olarak kalmaya mahkûmdu. Geri dönüşsüz yoldan geldiğini sandığımız hatırların elinde her zaman gizli bir geri dönüş bileti olduğunu artık biliyordu. Ve yine biliyordu ki, bu ayrılıkta kendisine düşen görev, düşünce ile düş arasında gidip gelen kararsız zamanlarında onu aramak olacaktı. Denizin maviliğine sarı ışıklarıyla eğilerek selam verip batan güneş gibi, bir gün bu dünyadan göçüp giderken aklında kalan onunla dolu günleri, bir trenin vagonlarını sayan çocuk gibi aklından geçirecekti. Eğer vakit kalırsa, yüreğinin kıyısında uçurum çiçeği gibi sakladığı ona dair düşler de akıldan geçmek için sırada bekleyecekti.

Şimdiden ruhunun derinliklerine kök salmıştı ayrılık, gün içine kök salan bir yaz güneşi gibi. Meğerse O’nun için “hayatın boşluğunu doldurmak gibi işlevsiz bir görevim varmış, tıpkı bir aşk lümpeni gibi.” diye geçirdi aklından. Kendi karakterinin güç ve onurunun kölesi olan gururu artık, ayrılığın gücüne tapan bir köleydi. Kalbinin egemeni bakışların sahibi insan, bu kez de gidişiyle aklının yönetimine el koymuştu. Şu anda O’nun, karşılıksız kalan sevgisinden yararlanan sözde âşıklar gibi, ayrılık paranoyası yaratarak hem etinden hem de sütünden yararlanırcasına kendisini sömürmesine bile razıydı. Nasıl olsa indirgenmiş değerler çağında yaşamıyorlar mıydı? Ve nasılsa rüyalar içinde kâbuslar da vardı. Kâbuslar da rüyalara dairdi.

Her şeye rağmen unutmaya kıyamadığı anılar deposunda bir yerde olacaktı O’nu ilk öptüğü zamanın hatırası. Üstelik hüznün benliğine egemen olduğu arabesk yıllarının sebebini hatırlatarak ve aşk sözlerinin abartıya kaçtığı ucuz arabesk şarkıları dinleyerek.

Bu ilişkiye, O’nun aşk kategorisine şehvetin torpiliyle alınmış gündelik televole ilişki gözüyle baktığı gerçeğini bilmemesi, vakitsiz ayrılığın beki de en olumlu yanıydı. 

Rolü gerektirdiğinde kendisine sınır koymayan oyuncular gibi, sistemin bütün arzularına boyun eğerek gözlerini kapayıp vazifesini yapan bir anlayışın egemen olduğu çağda, O’ndan konformist yaklaşım beklenen bir hareket olsa da, doymak bilmez aşk ihtirasının histerik sevilme arzusu, bu gerçeği görmesine engel olmuştu. İyi ki de olmuştu, yoksa aşka dair ütopyalarını malulen emekli eden kötücül bir darbeyle daha karşı karşıya kalması işten bile değildi.

Bir düş’ün birdenbire bitmesi, düşsüzlükten de kötüydü. Hele bu düş’ü sonlandıran tanıştığınız günü aşk ve sevgi bayramı ilan ettiğiniz kişi olmuşsa. O zaman O kişiyi, gazetedeki resimlerinin üzerine çarpı atılmış hainler ve işbirlikçilerden farklı görebilir misiniz? Tutkulara ve sevgiye fazlasıyla tapılan bir ilişkinin içinden çıkmışsanız göremezsiniz. O da öyle yaptı, onu hep bir dost olarak gördü. “Ben hep düşlerimi sevdim aslında, kalbimdeki kadınlarda.” diyerek kendini son bir kez kandırmayı da ihmal etmeyerek. 

Nasıl olsa acılar, zamanın gözlerinin sessiz tehdidine boyun eğen masum günler gibi unutulup gitmeyecek miydi?

Yorumlar (1)
SUZAN Çal 4 yıl önce
Selamlar Kurtuluş Bey...
Yazınızı okurken gözlerimdeki akan yaşı durduramadım.Kimi insana anlattıklarını sadece bir filmi izler gibi hissettirip o anlık bir hüznü yaşatabilir. Belkide çok sevdiğiniz bir dostunuzu size hatırlatır. Şu an hayatta olmayan. Sevdiğinizin bir daha hayatınızda artık olmayacağının içindeki korkunç derecede hissedilen acı duygusu. Bu duruma iten nedir?
Bir insanı canına kıyacak dereceye getiren.
Artık olmayışı. Yüreğin içten sökülürce alınması. İnsan özel duygularla yaratılmış. Aşk ve aşkın verdiği içte hissedilen kelebeklerin uçuşunun artık yok oluşu. Aynaya her bakışında yüzüne işlemiş soluk bir ten. Gün geçtikçe eriyen bir kadın. Kolay mıdır? Verilen sevgiyi geri almak. Seni seviyorum....
Kolay mıdır her an söylerken hiç söylenmemiş gibi davranmak.Bu kadar hafif midir sevmek... Bir insanı yaşarken ruhunu öldürmek.
Gördüm Kurtuluş Bey sevgiyi bir anda yok sayanları gördüm.
Sonunda buna dayanamayıp kendini yok edenleri gördüm.
Çok anlamlı bir yazı.
Ruhunuza sağlık
12
az bulutlu