banner4
20.01.2020, 14:19

GÖSTERİŞÇİ DİNDARLIĞIN DİN, BİREY ve MEKÂN TASAVVURU

Din ve ibadet konusunda oldukça ezber bozan bir cümle olarak daha başından ifade etmeliyiz ki, dinlerin amacı, ahlâklı insan yetiştirmektir. O nedenle dinler, bunun temini için pek çok ahlâkî umdeyi gündemlerine almışlardır. Yine dinler, inşâ etmek istedikleri ahlâklı kişilikler için bazı eylem ve pratikleri de öne almakla, yetiştirilmesi gereken insan modeli için adeta antrenman niteliğindeki davranışları gündeme taşımışlardır. Mamafih ‘Allah yokmuş gibi yaşama’ düşüncesinden, ‘Allah’ın huzurunda yaşama’ bilincini veren bu temrinler, sonuçta ‘takva’ denilen özsaygının oluşmasına da yardımcı olmaktadır. Bu bilincin başta Yüce Tanrı olmak üzere hemen her varlığın hak, hukuk ve saygınlığını koruma becerisi geliştirdiğini unutmamalıyız. Aslında bu temrinlerin hemen hepsi de yine insan ve toplumun daha huzurlu yaşaması için alınan tedbirlerden ibarettir.

Yaratılmış olan varlıklar içinde oldukça “özel” bir yeri olan insanoğlu, özünde iyi ve kötünün beslenebileceği niteliklere haiz son derece güçlü, bilinçli, hatta kendisine itimat edilen bir varlıktır. Onun bu şekilde halkolmuş olması, kendisinin bir kusuru değil, diğer varlıklardan kalite ve irade bazında farklı hatta üstün olduğunu göstermektedir. Bu denli bir yetenekle donatılan insanoğlunun, kendi yolunu bulabileceği rahatlıkla söylenebilir. Ancak ilâhî bir lütuf bağlamında ona yardımcı olacak olan vahyî dokunuşların da olduğunu biliyoruz. Gerek fıtratındaki yeteneklerle ve gerekse de bu yardımlar neticesinde insanın hakikat arayışı mutlu sonla neticelenecek gibidir. Fakat bu yolculuk esnasında onun başına gelen şeylerin olduğunu da bilmekteyiz. Nihayetinde başarı ya da zaferin insanın hangisinin yanında duracağıyla ilgili olması demek, onu yaratanın ona güvenmesiyle eşdeğer bir kazanımıdır diyebiliriz.

Din ve dinarlık konusu, asrımızda kişi ve toplumların sınavı mâhiyetine dönüşmüştür artık. Dindarlık görünümü altında dinin özünden uzaklaşma ya da dini çığırından çıkarma iradeleri uzak-yakın insanlık tarihinin gündeminden düşmeyen bir konudur. Bu konunun sorunun tarafları olan tarih ve din olgusu çerçevesinde ele alınması elzemdir. Zira ikiyüzlülük olgusuna ‘ana kucağı’ rolü oynayan tarih ile onu beslediği söylenen dindarlıklar, insanlığın yabancısı olmadığı oluşumlardır. Bilinmelidir ki art niyet, sınırsız beklenti ve dürüst olmamanın yaratmış olduğu kuşku hâli, bu duygularla uzun süre barışık hâlde yaşayamayacak olan insan için kamburu mesabesindedir. Bu kamburların tedavi edilmesi hususu, önümüzdeki en çetrefilli problem gibidir.

Ağacı kesen baltanın sapının yine ağaçtan yapılıyor olması gibi, insanın Cehennemi ya da Cennetini hazırlayanların da yine kendi hemcinslerinden olması, garipsenecek bir durum değildir. Tıpkı bunun gibi, din ve dindarlıkların sağlıklı bir şekilde tanıtımının önündeki en büyük engellerin de yine dindar olduğunu iddia eden kişi ve kurumlardan çıkıyor olması, bu konuda daha dikkatli olmamızı gerekli kılmaktadır. Öyleki hayatın doğal akışı gereği, kendi çıkar ve menfaatlerini davalarının önüne geçirenlerin bunu seküler bir yaklaşımla değil, din ve dindarlık kisvesi altında yapıyor olduklarını görmek, din denilen olgunun etkinliği hakkında güçlü ikazlar yapmakta gibidir. Zira hepimizin ders alması gereken ve bizzat elçinin yaşadığı dönemde uygulanmaya çalışılmış olan bazı durumlar vardır ki, bugünün insanına yeterince malzeme sunmaktadır. Aklı başında olan herkesin de bundan ders çıkarması lazımdır.

“Cemaat” ve “cemiyet” olmanın doğal hâlini öneren bir dinin, ötekileştirme adı altında pek çok bölücü yapıya evrilmesi, ümmet bilincine hasret bir aklın alabileceği husus değildir. Nitekim yaptıklarını iyi şey sanan bazı kişilerin elçinin gözü önünde hatta gizli niyetlerini ondan saklayarak hayata geçirmek istedikleri ve büsbütün bölücü mekân olan “Mescid-i Dırâr” örnekliği bunun en bârizprototipidir diyebiliriz. Yani dünün dünyasında yaşama şansını zorlayan ‘nifak mescidi’ adı altında “zararlı/bölücü/ayrıştırıcı/kamplaştırıcı” mescit örnekliği, gizli ajanda ve planlarını gerçekleştirme adına sâfiyane duygularla beslenen dindarlığı payanda yapan kişi ve kurumlar nezdinde bu olgunun ne denli zararlı olabileceğini hatırlatmaktadır. Bugünün dünyasının bu olgudan ders çıkarması ve sözel dindarlıklara pek de iltifat etmemesi gereklidir. Kendisini dindar olarak lanse eden ve yaptıkları yüzünden sürekli olarak bölündüğümüz hemen her kişiye, ‘âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz’ demek lazım gibidir.

İnsanlığın muhtaç olduğu ahlâkî kaidelerin kuluçkası durumunda olan din, esasında bireysel ve toplumsal görünürlük hâlleridir. Bu sebepledir ki dindar kişiliklerin hem kendilerine ve hem de başkalarına karşı ‘olduğu gibi’ görünmeleri elzem bir husustur. Zira çalışma konumuz olan nifak olgusunda mündemiç bulunan ‘olduğu gibi görünmeme/olmadığı gibi görünme/maske kullanma/aldatmaya yönelik kurgusal şahsiyet giyimine başvurma vb. gibi sahtelikler ile dinin yan yana durması asla söz konusu olamaz. Hatta nifak ve münafıklığın kişisel ve toplumsal yaşamlarda küfür ve şirkten daha yaralayıcı bir karakter inşâ ettiğini rahatça söyleyebiliriz. Öyle ki insanların güvenlerini kaybetmeye mâtuf olan bu hareketin, insan ilişkilerinde son derece önemli bir yeri olan dürüstlük ve mertliği öldürdüğü de rahatlıkla söylenmelidir.

Dindarların imtihanı denilen şeylerin başında, başta kendisine olmak üzere, bunun yanı sıra hemen herkese yararı dokunan sâlih amellerin çoğalması gelmelidir. Bu çoğalma işini besleyen yardımcı malzeme hatta öneriler, yine insan fıtratında gömülüdür. Dinlerin yaşayan temsilcileri olan dindarların samimiyet, İslâm’ın görünürlüğü, Allah’la barışık yaşama, takva bilinci, imanın kalp ve eylemlere nakşedilmesi, teslimiyetin vicdanî eğitime dönüşmesi, verilen sözlerin tutulması, ilkesel tutarlılığın önemsenmesi, ikiyüzlülüğün terk edilmesi, istenen ve beklenen Müslüman kimliğin inşâsı, ahlâklı bir yaşamın karakter hâline getirilmesi ve davanın en güzel şekilde temsil edilmesi gibi beklentilere haiz mâkul duruşları olmalıdır. Çünkü sadece yaşayacak olan ilkeleri önerme durumunda olan din ve onun getirdiği ilkeler, sadece insanın bedeninde dik durmakta ve görselliğini korumaktadır. Yani dinin biçtiği elbiseyi sadece insan denilen varlık taşıyabilir.

Modern çağın insanına sunum yapmak zorunda olduğumuzun bilincinde olarak, dindarlıklarımızı ‘aşırı doz’lar sayesinde mevta hâline getirmemeliyiz. Diğer bir ifadeyle, kişisel ve toplumsal katmanlarda sadece yaşama şansı olan dindarlıkları benimsemeliyiz. Bu demektir ki, insanın bedenine uymayan dindarlık kumaşlarını biçen terzi durumuna düşmemek lazımdır. Hayatla barışık, onun akışını kolaylaştıran ve ona yardımcı olan ilkeleri sunmak durumunda olan bir dinin kabul değerinin her daim yüksek olduğunu unutmamalıyız. Aksine günlük hayatla kavga eden bir dininin yaşama şansı olmayıp arkeolojik unsur hâline geleceğini de aklımızdan çıkarmamalıyız. Ve dahi dinleri, ideolojik kuruntularımıza payanda ve de politik duruşlarımıza propaganda aracı yapmaktan uzak tutmamız gereklidir. Bilmeliyiz ki dine dindarların verdiği zarar, dinsizlerin vereceği zarardan kat be kat üstün olacaktır.

Müslüman toplumlar nezdinde ‘ayranım ekşidir’ diyen kişi ve grupları kolaylıkla müşahede edemeyeceğimize göre, kendilerini dindar olarak lanse etmiş olan kişi ve toplumları kıyaslarken, sahibine göre değişen sözlerle değil, bağlı oldukları dinin ilkeleri üzerinden işe koyulmamız gereklidir. Hemen herkesin kendisini dosdoğru olarak gördüğü hatta gösterdiği bir ortamda, birlik özlemi adına iddia edilenlerin sorgulamasını yapabilmek de hayli cesaret isteyen bir iştir. Din ve dindarlık adı altında herkesin kendi kurum menfaatini gözettiği bir dünyada, bu denli etkin güçleri karşıya almak suretiyle hakikati gösterebilme cesareti kolay bir şey de değildir. Zira karşı çıktığınız şeylerin alıcısının bolca miktarda olduğu her yerde, dışlanmayı, hakarete uğramayı, suçlanmayı hatta fizikî zarar görmeyi de göze almalısınız. Bölücülükle suçlananların birleştirici olduklarını anlamak ise galiba uzun bir yolculuğa çıkışın da habercisidir.

Yorumlar (0)
12
az bulutlu