banner4
01.01.2021, 10:11

FİLOZOFLARLA BİRLİKTE DEĞİŞMEK...

Geçen gün “Agora” filmini izledim. Filozof Hypatia’nın hayatını (M.S. 370-415) konu edinen filmde, Hypatia’nın felsefeye olan düşkünlüğü muhteşemdi. Bir bilim insanında bulunması gereken özellikler onda vardı: Soru sorarak, araştırarak, kuşku duyarak bir hayat yaşamıştı.

”Batıl inançları, gerçek gibi öğretmek çok kötü bir şeydir” diyen Hypatia, batıl inançlardan kurtulmak ve bilime yönelmek üzere “İskenderiye Kütüphanesi”nde kendi öğrencilerini yetiştirmeye çalışmıştı. Filozof Hypatia, düşünce erdemleriyle “aklı özgür kılmak” istemişti. Düşünme hakkınızı saklı tutun, çünkü yanlış da olsa düşünmek, hiç düşünmemekten daha iyidir” diyecekti.

“Bütün dogmatik dinler, yanlışlarla doludur ve kendine saygısı olan kimseler, bunları tek gerçek olarak kabul etmez. Bizi birleştirenler, ayıran şeylerden çok daha fazladır ve hepimiz kardeşiz” diyerek, insanların birbirlerini ‘din’ uğruna öldürmesine karşı çıkmıştı. Yaşadığı dönemde “Hepiniz Adem’in çocuklarısınız, babanız birdir, Rabbiniz birdir, ey insanlar, kardeş olun” diyecek İslamiyet güneşi henüz doğmamıştı. Yahudiler ve Hristiyanlar birbirleriyle kavga halindeydi. Üstelik ilkel pagan kabilelerle birlikte, aralarında hiç durmayan din savaşları vardı. Filozof Hypatia, cehaletten ve bunun doğurduğu savaşlardan kendini korumak isteyecekti. İskenderiye kütüphanesinde öğrencilerine felsefe, matematik, astronomi dersleri verdi. “Savaşanlar, ayak takımı ve kölelerdir” diyecekti. Ama o ayak takımları, galeyana getirilmiş ve kütüphaneyi işgal etmişlerdi. Tüm bilimsel çalışmaları yakılıp yok edildi... Sonrasında kıpti Mısır Hristiyanlar, insan değerini ‘bağnaz inançlarla’ ölçtükleri için filozof Hypatia’yı da ‘dinsiz, şeytan, cadı’ olarak nitelendirdiler ve onu taşlayarak vahşice öldürdüler.

Filozofların hayat akıbetleri, neden acı bir sonla biter? Tarihte Sokrates ile başlayarak “aklın aydınlığını, hayatı sorgulamayı” amaç edinen değerli insanlar, neden düşmanlık görür? Filozoflar, yaşadıkları devirde niçin sevilmez ve çoğunlukla ya yalnızlığa ya da ölüme mahkum edilir?..

Baldıran zehri içirilerek öldürülen Sokrates, bütün kötülüklerin kaynağını “bilgisizlikte” görmüştü. Öğrencisi Platon, “filozof yöneticilerin” bulunmaması halinde, kötülüklerin katlanarak çoğalacağını iddia etmişti. Kendi kültürel kaynağımızda ise sosyologumuz Ziya Gökalp, bu durumu şöyle açıklar: “Hür felsefeye göre, hakikat meçhuldür. Filozofun vazifesi, bu meçhul olan hakikati, geleneklere tabi olmaksızın ayırıp bulmaktır. Bulacağı hakikat içtimai geleneklere aykırı olsa da umurunda değildir. Çünkü, ona göre hakikat, her şeyden daha faydalıdır ve daha kıymetlidir... Hâlbuki Hakimlere göre, (Mevcut düzeni korumakla kendini yükümlü sayan yönetici Krallara, kilise Psikoposlara, din Hahamlara göre, -ekleme M.K) bütün hakikatler bilinmektedir, çünkü gelenek, nakil ile sabit olmuş hakikatlerdir. Hakimin vazifesi, esasen malum bulunan bu hakikatleri akli delillerle ispat ve doğrulamaktır. Usullerindeki bu farktan dolayıdır ki hakimler, filozof namıyla anılmak istemezlerdi. Zira, filozofları ‘inkarcı’(münkir) görürlerdi. Avrupa’nın Ortaçağ kilise rahipleri de hep bu kanaatte idiler. Felsefe tarihinde bu sisteme “Skolastik” adı verildi. İslam düşünürleri gibi Avrupa Skolastikleri de Aristo’yu “muallim-i evvel”, ilk büyük öğretmen saymışlardı. Bu zümrelerin her ikisine göre, hikmetin gayesi, dinin, Aristo felsefesiyle buluşturulmasından ibaretti. Avrupa’da Rönesans, Reform, felsefi yenilenme, Romantizm gibi ahlaki, dinî, ilmi, sanat ve estetik inkılaplar, Ortaçağ hayatına nihayet verdi. İslam âleminde bu inkılaplar vücuda gelmediği için, biz hâlâ Ortaçağ’dan kurtulamamışızdır. Bu sebeple, Avrupa Skolastiğe nihayet verdiği hâlde, biz henüz onun tesiri altındayız...”

Bu teşhise göre, halen toplumumuz, ilim ve bilim insanlarına gereken kıymet ve değeri verecek olgunlukta değildir. Geleneklerine ve gördüklerine aykırı bulduklarını ve düşüncede değişimden yana duran yenilikçi filozoflarını, dar düşünceyle ‘Söyletmeyin, vurun’ diyerek yok etmekteler...

İşte tam bu noktada, Doğu ve Batı düşüncesi arasında ayrışmanın kaynağını da artık daha iyi anlayabiliriz:

Ziya Gökalp’ın Emile Durkheim’den etkilenerek yaptığı tespit üzerinden, bunun nedenini belirleyebiliriz: “Birçok asırlar başbaşa gittikleri hâlde, Şark ile Garb’ın bu ayrılışına sebep nedir? Bu hususta tarihçiler birçok sebepler sayarlarsa da biz sosyolojinin gösterdiği sebebi daha doğru gördüğümüzden onu ileri süreceğiz: Avrupa’nın büyük şehirlerinde toplumsal yoğunluğun artması içtimai işlerin ayrılmasına ve bölünmesine sebep oldu. Uzmanlık meslekleri ve uzman vücuda geldi. İhtisasla beraber, fertlerde, ferdi şahsiyet ortaya çıktı. Ruhların esas bünyesi değişti. Bu esaslı inkılaptan yeni ruha malik, mantıkça, mefkûrece, eski insanlara benzemeyen yeni insanlar doğdu. Bunların ruhundan fışkıran yeni hayatı eski çerçeveler içine alınamazdı. Bu sebeple eski çerçeveler kırıldı, parçalandı. Serbest kalan yeni hayat, yaratıcı kudretini her tarafa yönelterek, her sahada yükselmeler, ilerlemeler vücuda getirdi; bilhassa büyük sanayiyi yaratarak, asri medeniyetin ayırıcı özelliğini meydana koydu.

Şark’ta ise, toplumsal yoğunlukta ileri gitmiş büyük şehirler vücuda gelmemişti. Mevcut büyük şehirler ise, nüfusça aynı cinsten olmadıkları gibi, karışma ve birleşme vasıtalarından, bundan dolayı manevi yoğunluktan mahrumdular. Bu mahrumiyetler dolayısıyla Şark’ta ne iş bölümü, ne ihtisas, ne ferdi şahsiyet, ne de büyük sanayi vücuda gelemedi. Yeni bir ruha yeni bir hayata mazhar olmadıkları için, Şark milletleri zaruri olarak medeniyetlerini Ortaçağ’daki şeklinden daha ileri götüremediler. Çünkü, durgunluk kanunu gereğince, bir sebep onu değiştirmedikçe, her şey olduğu gibi kalır.” demektedir.

O halde, sosyolojinin kanunları da tıpkı fizik kanunları gibi topluma doğrudan tesir etmektedir. İçimizde yeniliği ve değişmeyi isteyen insanlara karşı gösterilen aşırı duygusal tepki, ‘durgunluk kanununa’ tabi olmayı netice vermektedir. Yenilik isteyen bilge ‘münkir’ değildir. Bu filozofların tartışmak istedikleri şey, değişime kapalı duran ve kendini sorgulatmak istemeyen gelenektir! Belki ‘din’ denilerek, tartışılmaz kılınan alışkanlıktır! Muhafaza edilmek istenen, ulvi değer değil, bazen kişisel çıkardır! Çünkü, en büyük statükoculuk ‘kutsallık ve dokunulmazlık’ arkasına gizlenerek yapılmaktadır.

Öyleyse, her zaman yenilenerek düşünecek ve gerekirse geleneksel düşüncelerimizi değiştireceğiz. Değişmeyen tek gerçeğin, “değişim” olduğunu kaçınılmaz olarak bileceğiz. “Aydınlanma yolunu” açan filozoflara da değer vermeyi, bu şekilde öğreneceğiz.

İlgili alıntı kaynağı:  Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Anadolu Üniversitesi Yayınları s .57-59

Yorumlar (0)
12
az bulutlu