banner4
14.01.2022, 10:38

FELSEFE DİN İLİŞKİSİ (1)

Düşünce dünyasında akıl ve vahyin birbiriyle olan ilişkisi felsefe ve din üzerinden yüzyıllardır tartışılmaktadır.

Felsefe dar anlamıyla “bilgelik sevgisi”, geniş anlamlarda “insanın kendini bilmesi ve insanın varlıkların hakikatini, niteliğini ve sebeplerini bilmesi”, “insanın gücü yettiği ölçüde düşüncelerini ve davranışlarını erdemli kılması”; “sanatların sanatı ve bilgilerin hikmeti” gibi çeşitli tanımlarla açıklanır.

Din, insanın doğru bir biçimde Sonsuz Var’lıkla ve diğer var olanlarla ilişki kurması ve kendi var oluşunu inançla anlamlandırması yoludur. Dine göre evren inanç duygusuyla kavranabilir ve insanın bu dünyanın ötesine ulaşması din aracılığıyla gerçekleşir. “Kendini bilen Rabbini bilir” ve hakikati bilmek ile hakikate uygun davranışlar ancak inançla temellendirilir.

Şu halde akıl daha çok felsefeyi, vahiy de esas olarak dini temsil etmektedir. Felsefenin kaynağı akıl iken, dinin kaynağı vahiydir. Şu halde din ve felsefenin temel konusu “hayatın anlamını bulmak” olsa da kaynakları farklıdır. Din kendisini mitolojiler, temsiller ve benzetmeler yoluyla, felsefe düşünce ise akıl ve soyutlama yoluyla kendini ifade eder. Her ikisi de insanın yeryüzündeki anlam arayışına ışık tutmakla birlikte, din iletişimini imgelerle gerçekleştirirken, felsefe soyut kavramlarla sağlar. Din daha çok sezgilere ve temsillere dayanırken, felsefe açık tanım ve kavramsal temellendirmelere tutunur.

Felsefe-din ilişkisi, İslam dünyasında ilk Kindi’de başlayıp, Farabi’de temellendirilmiş, İbn Sina’da korunup, Gazali’de ayrışmış ve İbn Rüşd’ün “Faslü’l Makal” adlı yapıtında (ilk defa 1859 yılında Marcus Joseph Müller tarafından neşredilmiştir) geniş manada değerlendirilmiştir.

İslam düşünürlerinde metafizik aleme ilişkin bilgiye ulaşmada yöntemde iki grup dikkat çeker: Rehber edindikleri Aristoteles çizgisinde olan ve akıl ile düşünceyi kullanan Meşşâîler (Fârâbî, İbn Sînâ, İhvân-ı Safâ, İbn Rüşd) ile keşif, ilham, sezgiyle riyazî kalp yolunu kullanan İşrâkîler (Gazzâlî, Sühreverdî). Yine din ve felsefe ilişkisine göre dinî esas alıp, felsefeyi tamamen yadsıyanları (İbn Teymiyye ve Tevhidî); iki alana eşit bakıp ikisinin de hakikatin bir yüzünü temsil ettiğini düşünenleri (Fârâbî, İbn Sînâ, İhvân-ı Safâ, İbn Rüşd, İbn Tufeyl); semavi dinlere karşı çıkıp doğal din anlayışını benimseyerek felsefeyi tercih edenleri (Ebu Bekr Zekeriyya er-Râzi ve Râvendî); felsefe ve dinin farklı olduğunu düşünerek, uzlaştırmak istemeyenleri (Gazzâlî ve İbn Haldun) şeklinde ayrıca gruplandırmak da mümkündür.

Din-felsefe uzlaştırması hareketinin ilk temsilcilerinden olan Kindî, din tacirlerini şiddetle eleştirerek, varlığın hakikatine ulaşmak için felsefî bilginin gerekliliğini iddia etmiştir. Felsefeyi eleştirenlerin, sebep gösterme ve ispat etme gibi yöntemlerle felsefe yaptığını ve bu sebeple onların dahi felsefeyi bilmek zorunda olduğunu söylemiştir.

Fârâbî din ve felsefeyi, varlıkların ilk nedeni ve ilkeleri hakkında bilgi verdikleri için birlikte düşünmüştür. Her ikisi de mutluluğa ulaşma konusunda ortak bir amaca sahiptirler. Felsefe akla, din ise hayal gücüne dayanan bilgiler verir. Felsefenin ispat ettiği şeylerde, din ikna edicidir. Farabi için akıl, insanın hakikati bulup kendini gerçekleştirebilmesi için gereklidir. Hakikat ise insanın ya kendinde bir ilk bilgi olarak veya bir delille kesin olarak bildiği şeydir. Fârâbî, erdemli dini, felsefeye benzetir. Din, hakiki felsefeye dayanırsa, erdemli din olur. Fârâbi’ye göre dini anlayış, felsefe olmadan anlaşılamaz.

İbn Sînâ din ile felsefe ilişkisinde bunların temsilcileri olan peygamberle filozoflar arasında bir farklılık olmadığını düşünür. İbn Sînâ, felsefenin dine aykırı olmadığını, onunla ilgilenip de dinden çıkan kimseler varsa, bunun sebebinin felsefe değil, o insanların kendi zayıflıkları ve kusurları olduğunu söyler.

İbn Rüşd’e göre felsefe, dini yaşayışı taklitten (taklidi imandan) kurtarıp, tahkike (gerçek imana) ulaştırma konusunda önemli bir yere sahiptir. Felsefenin amacı Tanrı bilgisine ulaşmaktır. Felsefe-din ilişkisinde İbn Rüşd “Sanat ne kadar iyi bilinirse, sanatçı o kadar tanınır’” denilen bir benzetmeyle felsefenin görevini, varolan bütün varlıkların hakikatini araştırma olarak tanımlar. Böylece varlık hakkında bilgi arttıkça, tek varlık olan Tanrı hakkındaki marifet bilgisi de genişleyecektir. Varlığa dair bilgi ile Tanrı hakkındaki bilgi arasında köprüyü akıl temellendirir. İbn Rüşd, felsefe ve şeriatı (dini) sütkardeş olarak görmüş ve mantığa ayrı bir önem vermiştir. Ona göre akıl, kanıtlanmış felsefi bilgiyle, iman da dini gerçekleri kabul etmeyle bütünleşir ve aynı şey olurlar. O dini, akıl ve mantık ile birlikte savunmuştur. Bu konuda İslam dünyasında varolan ön yargıyı kırmaya çalışmıştır:“Halkın aşağılık takımından bir kısmının felsefî konulara bakması nedeniyle sapıttıklarının zannedilmesinden dolayı bazı kimselerin hikmet kitaplarına bakmayı yasaklamaları; bir topluluğun su içerken suyun boğazında kalıp ölmesi nedeniyle susamış kimseyi tatlı ve soğuk suyu içmekten alıkoyan kimsenin tutumu gibidir. Çünkü su içerken suyun boğazda kalmasından dolayı ölmek ârızî bir haldir, susuzluktan ölmek ise zatî ve zarurî haldir.” Ona göre felsefe ile din, hakikatin iki yüzüdür ve ikisini amacı da insanı hakikate ulaştırmaktır. Felsefî bilgiden insanları alıkoymak bilgisizliktir ve Allah’tan uzaklaşmakla aynı anlama gelir. Birinin diğerini dışlaması söz konusu olamaz. “Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et. Ve en güzel olanla tartış. (Nahl, 125).” ayetini, felsefî yöntem için delil olarak gösteren İbn Rüşd, felsefe yapmanın insanı dine aykırı sonuçlara götürmeyeceğini söyler.“Vahiy alan kimseler arasında da bilgelik (hikmet-felsefe)hiç eksik olmamıştır. Her peygamber bilgedir (hakîm-filozof), her bilge peygamber değildir ama bunlar peygamberlerin vârisi olan bilgin kimselerdir. Tüm dinlerin kaynağı vahiydir, akıl ise vahyin ayrılmaz bir parçasıdır. Kim yalnızca akla dayanan bir dinin bulunabileceğini ileri sürerse bilmelidir ki böyle bir düzen, kaynağı hem vahiy hem akıl olan dinlerden kesinlikle eksik olacaktır. (...) Çünkü hakikat, hakikate ters düşmez. Aksine birbirine uygun olur ve onun lehine tanıklık yapar. Felsefe, dinin arkadaşı ve sütkardeşidir. Tabiatları itibarıyla kardeş, cevherleri ve özleri bakımından dost olanlar, uyum içindedir ve çelişmeleri mümkün değildir.”

Gazzâlî’ye göre dinle felsefe ayrıdırlar. Felsefe alanı, inançlardan şüphe etmeye götürecek tehlikeli bir bilgi kaynağıdır. Nasıl ki yüzme bilmeyen açık denizde boğulursa, duyu ve akıl bilgisiyle yola çıkan da aklın sınırlarında boğulacaktır:“Duyu organları ile elde edilen bilgilere nasıl güvenebilirsin ki? Duyu organlarının en güçlü olanı görme duyusu (göz) değil midir? Göz yıldızlara bakar ve onların sadece küçük bir altın lira büyüklüğünde olduklarını görür. Daha sonra astronomi ilminin delilleri, o yıldızların dünyadan kat kat daha büyük olduklarını ortaya koyar!” Ona göre hakikate ancak kalben ulaşılabilir: “Bu bunalımdan peş peşe deliller getirmek veya güzel sözleri ardı ardına sıralamak yoluyla kurtulabilmiş değildim. Bu hastalıktan sadece Cenabı Hakk’ın gönlüme akıtmış olduğu bir nur sayesinde kurtuldum. Hakikati keşif, işte bu nurdan beklenmelidir.” Ona göre marifet bilgisine ulaşmada akıl yeterli olmayıp, sezgi gücüyle elde edilen bilgiye ihtiyaç vardır. Nitekim “Nübüvvete inanmak aklın ötesinde bir âlemin varlığını kabul etmektir ki orada aklın idrak edemeyeceği bazı şeyleri idrak edecek bir göz açılır” demektedir.

Sonuçta geleneksel Müslüman düşünürler, ‘dindar olmak ile filozof olmak’ arasında köklü bir ayrım yapmışlardır. Felsefe ve dinin asla bir arada bulunmayacağını ileri süren bu muhafazakâr görüşe karşın Kindi, Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd felsefe ve dini buluşturmaya çalışmışlardır. Bu konuda İmam Rabbani’nin tutumu da geleneksel muhafazakârlığa katkı yapmıştır: “Felsefenin çoğu sefihliktir, öyleyse felsefenin tamamı da sefihliktir; çünkü hüküm çoğunluk üzeredir.” Aslında dinle ve felsefenin çatışma içinde olduğunu söyleyen İslam düşünürlerinin din ve felsefe algıları onları bu sonuçlara götürmüştür. Felsefe-din ilişkisinde Gazalî-İbn Rüşd tartışması doruk noktadır. “Filozofların Tutarsızlıkları” adıyla 11. yüzyılda kitap yayımlayan Gazali’ye karşılık, İbn Rüşd, “Tutarsızlığın Tutarsızlığı” eseriyle 12. yüzyılda Gazali’nin, tutarsızlıklarını göstermiştir. Bu çatışma daha sonra 15.yüzyılda Hocazade ve 16.yüzyılda da Kemal Paşazade arasında da yaşanmıştır. Neticede İslam dünyasında, Gazali’nin görüşleri ön plana çıkmış ve İbn Rüşd’ün düşünceleri arka planda kalmıştır. Bu da İslam düşünce dünyasında felsefenin geride kalmasına sebep olmuştur.

Yorumlar (0)
12
az bulutlu