banner4
11.05.2020, 12:21

Fazla Mı Hesaplıyız? Niye Sesimiz Yüksek Çıkıyor?

Derler ki insanın sesi yükselince sakladığı bir şeyler olduğundan emin olabilirsiniz. Hele de sürekli olarak suç ve suçlu aramaya girişince, bu gizliliğin ayyuka çıkması an meselesidir. Yaşadığımız tecrübeler gösteriyor ki, suçlu insanların sesinin daha yüksek çıkması bundanmış. Bazen de mazlum pozlarında rol çalmak için girmedik kılık bırakmayan bu kişiler, sürekli olarak bardağın boş tarafını görmeyi adet edinmişlerdir.

Son günlerdeki tartışma içeriğine bakınca, her iki tarafta da saf tutmaya başlayanların tuhaf davrandıkları görülmektedir. Bu tuhaflığın bizde bıraktığı intibaa göre, herkesin sakladığı bir şeylerin olması muhtemeldir. Meselelere balıklama atlayıp her tarafı kolaçan eden aklıevvellerin aslında kendi duruş ve davalarına zarar verdiklerini unutmamaları lazımdır. Toplumsal barış adına tehdit dilinin en çok tehdit edene zarar verdiği de unutulmamalıdır.

“Bir dava ne zaman kaybedilir?” sorusunun tek cevabı olmasa da, en güçlü cevabının “düşmanınıza benzediğiniz zaman” olduğu ortadadır. O nedenle kutlu öğretmenlerimiz olan elçilerin asla düşmanlarına benzemediği, onların diliyle konuşmadığı, kapıları kapatmadığı ve empati yapabildiği gerçeğiyle karşılaşırız. Aksi durumlarda muhatabınıza korku veren sahip olunan gücün ikiyüzlü insanların üretim merkezine dönüşme ihtimali yüksek olduğunu söyleyebiliriz. Şimdi bu ortamın yarattığı negatif karakterin bazı görünür unsurlarına değinebiliriz.

Bilindiği gibi din olgusu, Yüce Allah ile O’nun yaratmış olduğu insan arasındaki ilişkinin özgürlük ve sorumluluk dengesi üzerinde kurulan aktif biçimidir. İnsanlar, bu ilişki biçimini geliştirdikleri ölçüde hem Rableriyle ve hem de diğer varlıklarla sağlıklı ilişkiler kurabilir. Aksi durumlarda ise, yüce yaratıcısıyla olan ilişkilerini bozmuş olurlar. İnsanlığın ilk dini olan “tevhit/hanif dini”, zaman içerisinde “İslâm” şeklinde ifade edilmişse de, daha bidayetinden beri bu dinin değişmez ve aslî ilkeleri olan Allah, Âhiret ve güzel ahlâk gibi kazanımlarından asla taviz vermemiş görünmektedir.

Her şeyden evvel, ‘din samimiyettir’ diyen Allah’ın Resûlleri, insan denilen varlığın nasıl bir karakter üzere olmasını da açıkça ifade etmişlerdir. Zira samimiyet, özü sözü bir olma, arkadan iş çevirmeme ve aldatmama üzerine kurulan ahlâkî ilişkinin temelini oluşturmaktadır. Bu itibarladır ki samimiyeti olan her kişinin dindarlığı da oldukça sağlam duracaktır.

İkiyüzlülük ve onun inşâ ettiği karakterin dinsel, sosyal ve şahsî boyutlarının ele alındığı bu çalışma, esasında dinin tedavi etmek istediği en yaygın hastalık olduğu söylenebilir. Çünkü Müslüman şahsiyetlerin temsil ettiği bir iddia/dava/sistem bulunduğu için, bu gibi negatif karakterlerin ortada salındığı bir dünyada, hiç kimse bu iddiaya olumlu cevap vermeyecektir. Daha kendi savunucusunun düşük karakterli, dönek, ikiyüzlü olduğu bir davanın yetiştireceği insan modeline kuşkuyla bakılması, son derece haklı bir itirazdır. O yüzden dinler özellikle de İslâm dini, kimlik kaybı ve şahsiyet yaralayıcı bir noktada duran nifakı eğitilmesi, hatta tedavi edilmesi gereken şahsî hastalık konumunda ele alması son derece doğru bir yaklaşımdır. Bu çalışmanın ana amacı da bu gibi sapmaların tedavisindeki yöntem ve ilkeleri göz önüne sermekten ibaret olacaktır.

Bu itibarladır ki insanlık, tarihsel süreç içerisinde çok tanrıcılıktan evrilip tek tanrıcılığa doğru yol alan bir şekilde değil, Tek Tanrı’dan kopup gelen bir dinsel birikimin ürünüdür denilebilir. Haddizatında kişisel ve toplumsal gelecek için kalıcı bir dinsel değer olan bu gelişimi destekleyen her unsur, Yüce Allah’ın ezelî yaratıcılığına güçlü birer şahit olarak da görülmelidir.

Buna uygun olarak, günümüzde Müslüman toplumların içerisinde bulunduğu hâl-i pür melâli açıklamak için, öncelikli olarak iman, amel ve ahlâk arasındaki sıkı ilişki üzerinde durmak gerekmektedir kanaatindeyiz. Bilindiği gibi kişilerin inandığı değerlere olan güvenleri, onları başarıya götüren etmenlerin başında gelmektedir. Diğer bir ifadeyle, kalıcı başarının gerek şartı, inanılan değerlerin içeriğinden çok, ilgili değerlere karşı duyulan kesin inanç hâlidir, denilebilir. Belki de sırf bu yüzden, kalkınmanın dinsel kazanımlardan önce gelen vasfının “çalışma ahlâkı” olduğunu ileri sürebiliriz.

Zira bireysel ve toplumsal anlamda edinilecek olan her türlü başarının genel kurallarından birisi de, inandığı değerlerin yerleşmesi uğrunda gerekli olan bütün fizikî ve de ahlâkî şartları yerine getirebilmektir. Dünya üzerinde nispeten kalkınmış olan toplumların bu yasaya oldukça uyum sağladığı da söylenebilir. Öyle ki bu gibi toplumlar, işin olabilirliği üzerinde geliştirmiş oldukları “etik” kavramı üzerinden farklı bir ahlâkî yapılanma içerisindedirler. Mamafih bu hâl, aynı zamanda bu konudaki çalışma ahlâkına, yani başarılı bir kalkınma için gerekli olan üretimin yeterli şartlarını temin eden eylem ahlâkına da işaret etmektedir.

Müslüman olan hiç kimsenin, ‘İslâm buysa/Müslümanlar buysa…’ gibi olumsuz cümleleri kurdurma hakkı bulunmamaktadır. Zira İslâm, şahsiyetli bir hayatın ahlâkî prensipleridir. İyilikleri yaşamsal düstur hâline getirenlerin imanlı hâllerine de İslâm diyebiliriz. O açıdan Müslüman olduğunu iddia eden herkesin yeniden ve yakınan dönüp niyet, kalp, vicdan ve eylemlerine yeniden bakması lazımdır. Binaenaleyh Müslüman kimliğini inşâ eden ana ilkelerin; adalet, doğruluk, dürüstlük, vicdanlı olmak vb. gibi ahlâkî kriterler olması, bu ilkelerin dindarlıktan önce gelen ve insanın beşer hâllerini ifade eden olumlu yanları olmasıyla ilgilidir. Eğer ki imandan önce ahlâkı kuşanmazsak, yolda bulduğumuz dindarlığımızın faydasını göremediğimiz gibi, başkaları için sadece kötü örnek olabiliriz. Neticede ise, dava sahibi olmadan evvel ahlâk sahibi olmaya da dikkat etmeliyiz.

Sonuçta insanı nefessiz ve de dostsuz bırakan ikiyüzlülük/ahlaksızlık/şahsiyetsizlik kültürü, din denilen olguyla akrabalık bağı olmayan yıkıcı bir tutumun adıdır. O yüzden gerek ilkesel olarak ve gerekse de eylem bazında bu tutumdan uzak durabilmeliyiz. Şayet münafık karakteri besleyen benzeri hastalıklı hâllerin tedavisinde vahye muhtaç olduğumuzun bilincinde olursak, insan ve toplumun kurdu mesabesinde olan bu virüsten/mikroptan da azade kalabiliriz. Çalışmamızın ana gayesi de bu hedefin temininden ibarettir diyebiliriz. Konunun takipçisi olan bizler, bu yolculuğun sonunda, hem kendimizi ve hem de diğerlerini eğitecek ahlâkî umdeleri öğrenmenin yanında, bunların kazanımlara dönüşmesini de beklemekteyiz.

Görüldüğü kadarıyla Kur’an-ı Kerim’in iman ve sâlih amelin kazanımlarına dayalı bir toplum hedefi vardır. Bu hedefin kazanılmasındaki asıl etken ise, öncelikli olarak iman ve ibadet olgusunun birey tarafından içselleştirilmesi ve saniyen de ilgili kazanımların sahibi için optimum manada bir gelişime neden olabilmesidir. O yüzdendir ki Kur’an, insanın biyo-psişik yapısına zarar veren her türlü ahlâkî zâfiyeti “gelişim bozukluğu” kategorisinde ele alarak, sakınılması gereken kötü bir davranış kalıbı içerisinde değerlendirmiştir.

Dahası Kur’an, müntesipleri için ilgili sakınımın bütün detaylarını da açıkça ifade ederek, insanoğlunu adı geçen zâfiyetler hakkında daha dikkatli olmaya davet etmiştir. Bu yüzdendir ki, tenzilindeki yüce eğilime uygun bir şekilde: “Kur’an’ın hedefi, Allah ve Âhiret inancına dayanan ahlâkî bir toplum oluşturmaktır.” ifadesini rahatlıkla kullanabiliriz. Kanaatimizce beşer hayatının tanzimi kapsamında oldukça anlamlı duran bu hedef, ilgili amacın tahakkuku için gerekli motivasyonu sağlamak üzere bilişsel anlamda “destek kıtaları” oluşturmanın farklı bir ifadesinden başka bir şey de değildir.

Bu denli güçlü ahlâk kodlarına sahip bir toplumun insanlığa örnek olacak toplumsal modelleri çıkaramaması sizce de garip bir durum değil midir? Galiba bunun en doğru açıklaması, söz ve eylem arasındaki kopukluğu ifade eden şu özlü sözde gizlidir: “Ele verir talkını kendi yutar salkımı.”

Yorumlar (0)
12
az bulutlu