banner4
02.09.2022, 10:03

EFENDİ VE KÖLE İLİŞKİLERİ

Aydınlanmamış toplumlarda kulluk ve kölelik ruhu vardır. Bu tür toplumlarda efendi-köle ilişkisi çok sık görülür. Efendi, güç sahibi ve buyurgan; köle, itaatkâr olan kimsedir. Neden böyledir?

Filozof Hegel “efendi köle diyalektiği” kavramını açıklarken, insanın, kendi bilincine varması ve özgür bir birey olması sürecini anlatır. Hegel, insanın özbiliç kazanması için “isteme” duygusunu öne çıkarır. Toplum üyeleri arasında bilinç çatışması egemenlik savaşına dönüşünce, yenen kimse “efendi” olmayı ister, yenilen kimse ise kendi özbilincini kaybederek hayatta kalmak uğruna köle ahlâkını benimser. Efendiyi onaylayan köle, kendi bilincini yok eder ve efendiye tâbi olur.

Düşünür Foucault, efendi-köle diyalektiğini, “iktidar ilişkisi” olarak değerlendirir. Foucault, efendinin, iktidar gücünü kullanarak, insanlara belirli kurallar koyduğunu ve onların haklarını sınırladığını belirler. Egemenin gözetimi altında olduğunu bilen toplum bireyleri, egemene zorla bağlanmaksızın, rızalarıyla kendi haklarını sınırlarlar. Gözetim altına alınmış bu bireyler, çoğu zaman düşünsel yollarla hapsedilmişlerdir. Ancak bazen kuralara uymayanlar çıkar ve de onlara gerçek hapishane yolu gösterilir.

Başka bir düşünür Erich Fromm, insanın kendi özgürlüğünü kendi isteğiyle reddederek, zincire vurulmak için “gönüllü” davrandığını söyler. Fromm, güçlü olana “hayır” demenin ve “itaatsizlik” cesareti göstermenin zor olduğunu dile getirerek “İnsanlık tarihinin büyük bir bölümünde itaat erdemle, itaatsizlik ise günahla özdeşleştirilmiştir“ der.

“Gönüllü kulluk” kavramını aslında Rönesans düşünürü La Boetie “Söylev” adlı eserinde ayrıntısıyla açıklamıştır:"İnsanların nasıl olup da itaat ettikleri, üstelik itaat etmekle kalmayıp, boyun eğmeyi, -öküzler bile boyunduruk altında sızlanır; kuşlar ise kafes içinde yakınır iken- hatta kulluk etmeyi niçin arzuladıklarının” sorusuna cevap aramış ve "Eğitim ve alışkanlıkla, yani geleneksel ideolojiyle özgürlüğünü unutan, kul ve köleliği benimseyen insanlar, ağızlarına çalınan iki parmak bal ile (bu toprak, mal, makam, servet, şehvet, şan, şöhret vb. olabilir M.K) içinde bulundukları duruma gönülden bağlanıp, bunu kendi arzularıyla sürdürürler”  demiştir.

Kanaatimce gönüllü kulluğun nedenlerinden bazıları şunlardır: İnsan, toplumsal çevre içinde dünyaya gelir; doğum sonrası önce ebeveynle, sonra okul eğitimiyle toplumun sosyal normlarını kabullenir. Toplumda var olan güçlü sosyal etkiler, insanın özgür iradesini kısıtlar. Mevcut normlara aykırı hareket etmek demek, insanın toplumdan dışlanması ve statüsel olarak aşağılanması demektir. Üstelik hegomanyanın, baskının ve güç mesafesinin fazla olduğu toplumlarda, otoritelerin emirlerine uymamanın cezası korkutucu ve çok sert olur. Böyle olunca da insan, değer görmek, aşağılayıcı muameleden kurtulmak, belirsizlikten kaçmak ister ve toplum içinde saygın olma arzusu duyar. Otoriteye karşı çıkamayan ve aşağılanmak istemeyen insan, çoğu kez kendi kişisel bilincini, öngörüsünü ve iradesini kaybeder, otoriteye olan inançla ona güven duyarak itaatle ve sadakatle “gönüllü” olarak istenilen davranışları yapar. Bu durum ‘gözümü kapatırım, vazifemi yaparım’ anlayışıdır. Böyle bir sadakat ve itaat kültüründe, sorumluluğun üste ait olduğu düşünülerek, ötekine karşı empati duygusundan da mahrum kalınır.

Kulluk ve kölelik, insan onuruyla nasıl bağdaşır? Üstelik insanın kendine olan öz saygısı buna nasıl izin verir?

İnsan, zayıf bir varlıktır. Dünyada güzel ve rahat yaşama arzusu, makam ve mevki kazanma hırsı, şan, şöhret ve şehvet isteği, zengin olma tutkusu insanı köle ve kul yapan zayıflık duygularıdır. Aydınlanma düşünürü J.J. Rousseau bu durumu “Diğerlerinin efendisi olduğunu düşünenler, aslında onlardan daha büyük bir esaret içindedir.” şeklinde tarif eder. Görünmez zincirlerle insanı bağlayan bu hırs ve arzular, bütün kötülüklerin kaynağıdır. Güç sahibi olmak, buyurmak, hükümran olmak, söz geçirmek, bir davranışı başkasına emirle yaptırmak arzusu taşıyan insanların, kendinden daha üstün olanlara karşı bir o kadar köle ruhlu olmaları hiçte şaşırtıcı değildir. Düşünür La Boetie bunu “Büyük Tiranın altında, küçük tiranlar, tiranla duygu ve düşüncede özdeşleşerek, bir başkasının efendisi olmayı arzu ile büyük Tiran’ı destekleyerek, başkasına haksızlık ederler. Tiran’ın gözüne girmiş, ona yaklaşmış ve böylece gaddarlıklarının, eğlencelerinin yoldaşı, zevklerinin esiri ve yağmaladıklarının ortağı olmuş büyük yöneticiler, insanları birbirlerine kırdırarak, onları kulluklaştırırlar!”  şeklinde açıklar.

Üzülerek belirtilmeliyiz ki iman sahibi olduğu söylenen Müslüman topluluklarda efendi-köle ilişkisi çok daha yaygın ve belirgindir. Batı’nın aklı ve özgürlüğü esas alan aydınlanma düşüncesi, Müslümanlık kültüründe yerleşmiş değildir. Oysaki İslâm, yüzyıllar öncesinde insanları aydınlatmış ve “Allah’tan başka ilah olmaması; başkasına kulluk yapılmaması, seçilmiş insan, halk, ırk ve sınıf bulunmaması, insanların Allah katında eşit olması” hususlarında genel ilkeler koymuştur. Ama ortada ciddi bir efendi-köle ilişkisi bulunmaktadır. Allah ile kul arasındaki ilişki yanlış aktarılmış, fani kullara da ‘kutsal liderlik’ unvanı verilmiş ve de efendi-köle ilişkisi ‘kula kulluk’ şeklinde yerini korumuştur. En başta halka önderlik edenlerin böyle bir kutsanmayı ret ederek “Bana değil, Allah’a kul edin!” demeleri beklenir. Bu yapılmadığı takdirde, kendilerinin de bu durumdan faydalanmaları sözkonusudur. Türk tarihinde, bu sorunlara değinen Prens Sabahattin’in de toplumda onurlu şahsiyete sahip insanların az olmasının nedenine dair şöyle bir tespiti var: “Kayrılmaktan başka bir terakki vasıtası olmayan bir genç, kuvvetli bir şahsiyete sahip olabilir mi? Elbette olamaz! Çünkü zavallı, kendisinin değil, himayecisinin istediği şekle girmeye mecbur! Himayecisine göre ak olan, kendi nazarında kara bile olsa, yine karayı ak diye, kabule mahkum! Amirlerine karşı tapınmayı görev bilen bu memurların, kendilerine seviye bakımından daha düşük olanlarından ilk bekleyecekleri iş, kendilerine tapındırma!..” demektedir.

Efendi-köle ilişkilerine dair tüm bu anlatımlar ve çıkarımlar, insanın kendi bilincini kazanması gerektiğine vurgu yaparlar. Ne zaman ki insan zayıflıklarından arınır, o zaman insan özgürlüğe kavuşur. Hazreti Ali “Allah insanı özgür yaratmışken, başkasının kölesi olma!” diyerek bunu vurgular.

Peki neden köle ve kulluk istenir? Kendisine yeterince seçim özgürlüğü bırakılmadığı için mi? Yoksa itaat ve sadakat yoluyla egemenin ‘gözde kulu’ olup, makam ve menfaate daha kolay ulaşıldığı için mi?

Özgürlük, insanın her konuda seçme iradesinin olması ve yapmak istemediği bir şeyi ise yapmamasıdır. Bu hak insanın elinden alınırsa, tahakküm ve baskı ile zorla bir seçim yapmak zorunda bırakılan insan, asla özgür olamayacaktır. Diğer tarafta, menfaatin kölelik ve itaat yoluyla devşirildiğini öğrenen faydacı kimseler ise ‘gönüllü kulluk’ yapmaktan rahatsızlık duymayacaklar ve istedikleri menfaatlere ‘kulluk’ yaparak kavuşacaklardır.

Özgürlüğün kelime olarak çok kullanıldığı, kavramsal olarak çelişkilerinin az tartışıldığı toplumlarda bireyler özgür olduklarını sanırlar. Burada da bir sorun var: Meşrulaştırılan ve kutsanan konularda insanlar özgür iradeyle doğru olanı yaptıklarına inanırlar. ‘Düşmanla mücadele’ adı altında yapılan birçok haksızlıkların, bilinçsizce kutsanması ve insanların bu adaletsizlikleri/ zulümleri zihinlerinde meşrulaştırmaları bu nedenle olur. Devlet hegomanyasının verili alan dışına çıkardığı kimseler, ‘düşman’ olarak kodlanır, egemen, efendilik yargısıyla yaptığı dost-düşman ayrımı, halk tarafından doğal bir şeymiş gibi karşılanır. İktidar alanı içinde olanlar ‘kulluk ederek gözdeler’ olurken; alan dışında kalanlara ‘aşağılanmak ve köle olmak’ düşer. Köle olmaya mahkûm edilen ötekileştirilmiş insanların onurları hiçe sayılır ve bu kez efendi-köle ilişkisi devlet tarafından yeniden üretilmiş olur.

O halde toplumlarda var olan efendi-köle ilişkilerini, insanlar arasında eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri cesurca daha fazla konuşmamız gerekmektedir. Andre Gide’nin dediği gibiSöylenmesi gereken her şey, çoktan söylendi. Ancak kimse dinlemediği için her şey tekrar söylenmeli.” İnsanların, efendi-köle ilişkisi olmadan birbirlerinin onurlarını nasıl koruyacaklarını ve daha adil bir düzen içinde birlikte nasıl yaşayacaklarını çözmeleri icap eder.

Not: Bu yazı 30 Ağustos 2022 tarihinde “Fikir Coğrafyası” adlı sitede yayımlanmıştır.( https://www.fikircografyasi.com/makale/efendi-ve-kole-iliskileri)

Av. Arb. Metin KAZAN

Ankara Barosu Üyesi

ÖZGEÇMİŞ: 23/05/1972 tarihinde Almanya’da doğdu. İstanbul Hukuk Fakültesi’nden 1995 yılında mezun oldu. 1996 yılında avukatlık stajı yaptı. 1997 yılında  Tokat Zile Adlî Yargı Hâkim Adaylığı stajına başladı. 1999 yılında Erzurum’da kısa dönem askerlik yaptı. 2000 yılında Ağrı Patnos Cumhuriyet Savcısı olarak çalıştığı yerden, 2001 yılında Tokat Zile Hazine Avukatlığı’na geçiş yaptı. 2004-2011 yılları arasında Ünye Hazine Avukatı ve 2011 yılında ise Maliye Bakanlığı Başhukuk Müşavirliği ve Muhakemat Genel Müdürlüğünde Müşavir Hazine Avukatı görevlerinde bulundu. Hâkimlik mesleğine yeniden dönüş talebinin kabulü ile birlikte 2012 yılında Malatya Kuluncak Cumhuriyet Savcısı, 2013 yılında Hekimhan Cumhuriyet Savcısı ve 2014-2017 yılları arasında ise Yargıtay 14. ve 15. Ceza Dairelerinde Tetkik Hâkimi unvanlarında çalıştı. 26 yıllık kamu görevinden 2017 yılında çekilerek “Arabulucu Avukat” unvanı ile serbest meslek yapmaktadır. 2012 yılında Maliye Bakanlığı Strateji Geliştirme Başkanlığı tarafından basılmış “Gayrimenkul Hukukundan Doğan Hazine Davaları” adlı eseri bulunmaktadır. (İnternette 2012/422 Yayın no ile pdfsi mevcuttur.) Anadolu Üniversitesinde “Sosyoloji” ve “Felsefe” bölümlerini okudu. “Bir Anlam Arayışı” ve “Hakikatı Bulma Çabası” adlı kitapları yayımlandı. Çeşitli sitelerde deneme yazıları yazmaktadır.

Yorumlar (0)
12
az bulutlu