banner4
17.03.2022, 13:28

Derdim Vardır İnilerim


Yüce Allah’ın nizamına göre dünya üzerinde kurulan düzende seçkinlik değil, kalite ve eylem farklılığı deruhte edilmiştir. Bazılarının havas ve seçkinlik iddiasının dayandığı ilke olan yaratılıştaki kalite bir kişi ve toplumu değil, takva üzere yaşayanları kapsamaktadır. O kadar ki yaratılıştaki bu eşitlik eylemsel bazdaki farklılıkla hayat bulmaktadır. İşbu nedenden ötürü insanlar arasında var olduğu ileri sürülen her kalite enstrümanı devre dışı kalmaktadır. Hele de sistemi kökünden devre dışı bırakan şu söz, mutlak surette geçersiz olmalıdır: “Hakikat münkeşif olunca şeriat mürtefi olur.” Yani dini hakikatlerin sırrı keşfedilince şeri yükümlülükler rafa kalkar. Bununla birlikte bazı kesimler de hayatın basit değişkenlerini amaç edinme gibi kalıcı tavsiyelerde bulunmaktadır. 
Bahsettiğimiz doğrultuda söz eden Albert Camus, hayatın önemi bileşeni olan spor üzerinden bazı hakikatlerin değişkenliğine şöyle değinir: “Ahlâka dair ne öğrendimse futboldan öğrendim. Çünkü top hiçbir zaman bildiğim yerden gelmedi.” Benzer şekilde, farklı bir tarzda konuya değinen Jacgues Derrida ise yaşamın muğlaklığı konusunda der ki: “Taç çizgisinin dışında hiçbir şey yoktur.” Oysaki hayat bu kadar kompoze değildir. Onun her insanı cezbeden bir sadeliği bulunmaktadır. Hem onun bu vasfı ortalama zekâya sahip olanlara da yakınlık duyacak şekilde basitleştirilmiştir. Buna rağmen onu karmaşık hâle getirenler insanların kendisidir.
Bilindiği kadarıyla bazı güçler, kendi bekaları için Müslümanı Müslümana kırdırma işinde başarılı olmuşlardır. Oysaki herkesin doğruları farklı olabilirse de hakikat kişilerin durduğu yerden değişmez. Hatta onun herkese aynı görünen bir veçhesi de bulunmaktadır. Mamafih bahsedilen yalınlık konusunda Hz. Ali der ki: “Eğri cetvelden doğru çizgi çıkmaz.” Görüldüğü kadarıyla insan ve işi hakikat üzere olmadıkça istendik davranışlar kendisini göstermeyecektir. O yüzden de insan ve toplumun barış ve refahı için Yüce Allah’ın dediklerine yeniden bakmak gerekmektedir. Kaldı ki O’nun önerileri hem insan ve hem de toplum için son derece pozitif kazanımları deruhte etmektedir. Üstelik de kulları aleyhine çalışan bir Tanrı’dan bahsedemeyeceğimize göre, oluşan güzel işlerde Yüce Allah’ın katkısını görmezden gelmenin anlamı da yoktur. 
Yine insan ve toplumun en değerli işlerinden birisi olan yönetim işinde de O’nun temel ilkeleri koyup ahlâkî kazanımları öncelemesi gibi bir süreç yaşamaktayız. Üstelik dünyadaki barış, çağımızın en az hasarlı yönetim şekli olan demokrasiyi bahsedilen kurallarla birlikte sağlıklı bir şekilde işletmekten geçmektedir. Bu işin halk nezdinde daha sağlıklı bir şekilde anlaşıldığını söyleyen Nazım Hikmet, “Muayyen bir manada demokrasiyi anlamak isteyenler, Taksim Stadyumuna gitsinler.” demek suretiyle, manzaranın kitlesel olarak daha yakından görüldüğüne işaret etmektedir. İnsanlığın bugüne değin üretmiş olduğu yönetim biçimlerinden en az zararlısı olan demokrasi, hem yöneteni ve hem de yönetileni kanun ve hukuk nezdinde korumasıyla da bilinmektedir. Onun daha da güzelleşmesi ise elinden tutacak bir vahyin olmasına bağlıdır diyebiliriz. Galiba işin sırrı, vahyin temel ilkelerini hayata tutunduracak yönetim modellerinin Müslümanlarca daha etkin bir şekilde kullanılma iradesinin gösterilmesidir.
İnsanı ilâhî olanla yakınlaştıran şey, hemen her ortamda hakikatin yaşanır kılınmasıdır. Üstelik de insan hayatına Rabbanî dokunuş olan hakikatin bir nevi işler kılınması ve dahi değer bazında mumyalanması ve sonraki nesillere bırakılması elzemdir. Bu iş, insanları eğitici bir mahiyeti olan hakikatin yaşayan bir unsur olmasını da tedarik edecektir. Bahsedilen tedariğin insan nezdinde yaşar olması ise ona verilen kıymetle ölçülür. İnsanın hakikate yakın duran ufku bulunmaktadır ki, bu kazanımın kendisi hem insan ve hem de hakikattir. Bu meyanda bilmeliyiz ki, Ehl-i Sünnet, mezhep değil, grup adıdır. İçinde farklı ekoller bulunmaktadır. Müslümanın görevi de hakikatin yanında olmaktır, zaman içinde hakikatin yerine geçen ikincil yaklaşımları baş tacı etmek değildir. 
Elbette ki insanların mezhepleri olması doğal bir süreçtir. Ancak dünyevî süreçler ardından kabul değerimize yaklaşan mezhepleri bir süre sonra adeta dinin yerine koyma iradesini gösterenler, mutlak surette hatalı bir duruş sergilemektedirler. Mamafih din denilen olgunun yerine konulacak hiçbir şeyin olmadığını bilebilirsek, bahsedilen oluşumların beşer işi tercihler olduğunu ve de hakikatin yerinde kendisini ikame edemeyeceğini anlayabiliriz. Temel esaslara yakın duran her oluşumun İslâmî çizgide kendisine yer bulabileceğini söylemek ise, insan ve mezhep olgusuna daha sağlıklı bir şekilde yaklaşmamızı gösterecektir.
Hakikat ve insan ilişkisi konusunda Yüce Allah’ın sözünü dinlemek gerekmektedir. Dinlenilen bu sözün insan için son derece önemli bir katkısı bulunmaktadır. Kaldı ki sağlıklı bir hayatın teşekkülü arifesinde insanın bu katkıdan uzak durma şansı da bulunmamaktadır. Zira insanın ilmi, her şeyin künhüne vakıf olamasa da kendisini ilgilendiren hususlarda bazı şeylerin bir kısmı hakkında bilgi sahibi olabilir. Onun hakikati bütünüyle keşfettiğine dair bilgiler ise oldukça seyrek durmaktadır. Hem bu keşif, bilgi ve yetenek açısından oldukça sınırlı bir noktada duran insandan istenen bir iş de değildir. Bahsedilen meşakkat bağlamında diyebiliriz ki, Modern çağın insanının problemlerini doğuran esas problem üç gibi gözükmektedir. Bunlar: 1-Din konusunda halkı aydınlatmak zorunda olan âlimlerin kendi alanlarına hapsolması. 2-Gelişememek ve alanı geniş tutamamak. 3-Yeni bir şey ortaya koyamamak. 
Oysaki hayat değişiyor, ona uygun yeni şeylerin ortaya konulması gerekliydi. Bunun başarılması adına insanlığın, birbirini destekleyen ve tamamlayan yani mütecanis bir karakterde ilmî yetkinliğe sahip olmak lazımdır. Haddizatında hayatın gerçekleri sadece dünün hakikatleriyle değil, gün ve yarının katkılarıyla anlaşılmalıdır. Akıl sahibi insanın hem kendi hayatını aydınlatacak ve hem de diğer varlıklara yardım edecek pek çok uygulamayı bahsedilen katkılar anlamında hayata tutunduracak becerisi de bulunmaktadır.
İslâmî ilimlerin zaman içinde sadece din ilimlerine hapsolması akabinde düşünce de duraklama hatta gerileme devrine girmiş gibidir. Bu gerilemenin başkaca sebepleri varsa da, bizce en önde geleni, bazı kesimlerin öteki ilan edilmesidir diyebiliriz. Doğal bir yaklaşım olarak kendi kültürüne yabancılaştırılan ve de açıktan tehdit edilen bu kesimler üretimlerine ara vermenin yanında, başkaca ekollerin şemsiyesi altına girerek tanınmamayı tercih etmişlerdir. İşbu durumun oldukça uzun sürmesi akabinde düşünce büyük bir durağanlık sürecini deruhte etmiştir. Durağanlığın aşıldığı en güçlü zamanlarda adeta işin önde gideni olan Gazalî’ye göre tabiat kanunları, Allah’ın fiili yani emr-i müşahed, sünnetullahı ve dahi kaderidir. Bahsedilen kaderin müşahhas yüzünü temsil eden vahiy ise Yüce Allah’ın insanı muhatap alan kelamıdır. O’nun kelamı ile fiili çelişmez bir yasallık arz etmektedir. Buna göre ikisi arasında tearuz yani çatışma ve dahi çelişki olursa Allah’ın fiili esas alınır. Kelâm disiplini ise ortaya çıkan bu durumu te’vil eder. 
Bilmek durumundayız ki, kâinata yerleştirilmiş olan kanunlar ve dahi bu kanunların dili olan vahiy mutlak manada bir hakikate işaret etmektedir. Hakikat ise bilimsel manada hiyerarşik olarak önümüzdedir. Bize düşen şey, bu hakikati olduğu gibi kavramaktan ibarettir. Yoksa onu kendi beklenti ve hazlarımıza göre tevil etmek değildir. Konu hakkında etraflıca düşünen Adam Metz, “İslâm’ın Rönesans Çağı” adlı eserinde: “Günümüz inanç sorunlarının kaynağı hazlardır” demektedir. Belki de Yüce Allah’ın kanunlarının cârî olduğu âlemi kronolojik okumanın faydası, zamanı bütün değişimleriyle beraber kavramaktır diyebiliriz. Bu konuda en iyi örneklerden birisi de İmam Gazalî’dir. Neticede bahsedilen her adımın Yüce Allah’ın tabiat ve içindekileri anlamamız adına belli bir kanun çerçevesinde halk edildiği fikrine daha yakın durmalıyız.
 

Yorumlar (1)
Adem Taşçı 2 yıl önce
Rabbim razı olsun istifade ediyoruz kaleminize yüreğinize sağlık...afiyet diliyorum
12
az bulutlu