banner4
04.01.2021, 10:51

Birimsel Varlığın Özümsenmesi

Maddesel yaşam boyutu içerisinde bulunduğumuz evrende insanlık kavramı olarak herbir birimsel varlık, evrenimizde ve dünyamızda mükemmel bir biçimde işlenmiş olan belirlemelerden bir görünüştür ve bu görünüş ancak “Allah’ın kendisine özgü olan herbir adının” anlamı ve kavramından dolayı işlenir. Birimsel varlık olarak herbir insan görünüşünün işlenişi karşısında, anlamsızlık ya da kavramsızlık içerecek herhangi bir düşünce olasılığı bile, gerçeklik düşüncesinin yanında, asıl ve gerçek varlığın ne varlık gerekçesine, ne varlık amacına, ne akılsal, ne de zihinsel olarak olası olamaz. İnsan bu maddesel dünyanın, görünen yaşam boyutun ya da asıl gerçekliğin özünden yaratılmış tümel bilincin birimsel bir ögesi olarak aynı özelliği taşımaktadır. Birimsel öge olarak insan kendi özvarlığı olan nefsinin isteklerine göre düşüncelerinin her ne kadar açığa çıkmasını anlamsız görse de birimsel özünün tümeli olan gerçek varlıkta, benlik duygusuyla varlığının yokluğunu ileri sürer ise, bu açık bir bilgisizlik olduğu kadar aynı zamanda gerçeklik bilgisinden ne kadar uzak olduğunun bir göstergesidir. Böyle bir düşüncenin var oluşu her ne kadar zihinsel olsa bile, birimsel varlık olarak herbir insan, aslında görünen yaşam boyutunun bilgisinde, “Allah’ın kendisine özgü olan herbir adının” anlamlarından dolayı mükemmel olarak işlenmiş birer görünüşlerdir. Yüce Allah bu gerçeği bizlere Muminun Suresi 23/115 ayetinde; “Sizi boşuna yarattığımızı ve bize tekrar döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” yine Enbiya Suresi 21/17 ayetinde;   “Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, onu kendi katımızdan edinirdik. Yapacak olsaydık böyle yapardık.”  biçiminde bildirip yine benzeri Kur’an ayetlerinde bu durum açık olarak bildirilmektedir.

İnsanlık anlamı, sonradan var oluşların en son ve mükemmel olarak ortaya çıkışı olduğu için, var oluşun tüm aşamalarını doğrudan doğruya kendi varlığında toplamıştır. Bu evrende insanlığın belirmesi; “Allah’lık niteliğini” içine aldığı gibi, gerçekten hem özelliklerini hem de kendine ait adlarının anlamlarını ve niteliklerini açığa çıkarmasına uygundur. Başka bir anlatımla, “Allah’lık niteliği” bir anlam ve kavram bütünlüğü olup, insan görünüşünün evrensel boyutunda ancak o anlamı meydana çıkarmak için işlenerek belirmiştir. Aslında anlam ve kavram, ne görünüşün, ne de belirmenin aynısı olmadığı gibi, başkası da değildir. Bundan dolayı birimsel olarak var oluş, belirme ya da görünüş hem anlamdan hem de anlamda görünüşten ayrılmaz bir bütünlüktür. “Allah’lık niteliğinin” evrensel anlamı ve kavramı açısından işlenmiş olan insana ait görünüşler, sayısız ve sonsuzdur. Ancak bunların çok olması, hem tekil, hem de tümel olan o bütünsel anlamı arttırıp çoğaltmaz. Gerçekten, insanlık anlamı tümellik niteliği içeren bir kavram olmasına rağmen, bu kavrama belirti ya da ilinti olmak üzere, kağıt üzerine, şöyle bir insan sözcüğünü yazdığımızı varsayalım. Bu işleme ya da yazma işi gerçekte anlamda bir görünüşten oluşur. Bunu gördüğümüz zaman; bilmesi, görmesi, işitmesi, istemesi, gülmesi, ağlaması, yürümesi, oturması ve uyuması gibi ne kadar işlevi varsa tümü dahil olmak üzere, insanlık kavramına ilişkin bir gösterge olduğunu biliriz ve anlarız. Bu sözcüğün binlerce katını yazsak bile, aslında tamamı yine bu kavrama gösterge olmuş olur. Söz konusu tümel kavram, aslında parçalara ya da parçacıklara ayrılarak bu sözcüklere bölünmedi; belki de her birine gerçekten tümellikle ilişik olmuş oldu. Bunları sildiğimizde bile, insanlığa ilişkin tümel kavramı, yine kendi boyutunda “bağlı” durur ve bunlarla birlikte silinmez, çünkü o kavram, gerçekte bu görünüşlerin başkasıdır. Ancak bu görünüş olmaksızın, o anlamı anlatmak da olası olmadığı kadar, aslında bu işleme görülünce, ancak o anlama geçiş yapılmış olur. Bundan dolayı bu işleme, o anlamın başkası olmasa birlikte, o anlamın o görünüşe ait oluşu sorgulanamaz olduğu kadar, aynı zamanda tanımlanamaz bir olgudur.

İnsanlık varlığının oluşumu, gerçek tümel varlığın insanlığa ilişkin görünüşte belirmesi ve o belirmede belirti ve ilintilerden oluşan birimsel ögelerin birbirleriyle birleşerek aldığı durumlar, tümel akıl dediğimiz yaratılıştan gelen dinsel terim biliminde “nur” sözcüğüyle anlam bulan bir “aydınlık” meydana getirmiştir. Birimsel bir varlık olarak insan bununla dünyasal işlerinde doğruyu yanlıştan ve iyiyi kötüden ayırır. Bunda cins ve görüş ayrımı olmaksızın insana özgü kişilikler ortaktır. Buna “geçimlik akıl” derler ki, bu ise aklın çocukluk aşamasıdır ve insana ilişkin kişiliklerin farklı akılları oluşu ise kişisel yapılarından dolayıdır. Bu nedenlerle kendine özgü doğal yapı ve belirme farklılıkları da onların kişisel gerçekleri ile yeteneği gereğindendir. Gerçekte bilginin ait olduğu yer akıl olduğundan, onların bilgilerinin aşamaları bile akıllarına bağlı olarak farklıdır. Gerçekten Yüce Allah, Yusuf Suresi 12/76 ayetinde bu durumu bizlere; “... Her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır.” biçiminde bildirir.

Öyleyse, “geçimlik akıl” tıpkı insanlıktaki çocukluk aşamasıdır diye nitelendirebiliriz; bir çocuk nasıl eğitim ve öğretime gereksinim duyarsa, “geçimlik aklın” da öylece eğitime ve öğretime gereksinimi vardır. İçinde yaşam sürdüğümüz evrensel yaşam boyutunda akılların öğreticileri iki türlüdür;

Birisi, Allah’ın elçileridir ki, bu akılları, dinsel terim biliminde “doğru yolu gösteren” Allah adının kavramı üzerinden eğitip, ileriyi düşünecek akıl düzeyine yükseltirler. Gerçekten Resulullahın dediği gibi; “Akıl bu aşamada salt bir bakış oluşturup, ölümötesi yaşamsal boyuta geçmeden önce, dünyaya ilişkin işlerinde doğruyu yanlıştan ve iyiyi kötüden ayırır”. İnsan bu ileriyi düşünen akıl düzeyinde iken Allah elçilerinin bildirdiği dinsel hükümlere en güzel şekilde uyar ve dinsel anlamda geçerli olan iyi işler ile uğraşarak, özvarlığı olan nefsini eğitince, artık erginliğe erişip, “tümel akıl” boyutuyla bütünleşip gerçekten yaratılış amacına ulaşmış olur. Bu akla ilişkin bilgi, doğruluk bilgisidir. Çünkü bu bilgi, Muhammed’in gerçeğinden oluşan “tümel akıl”dan alır. Muhammed’in gerçeklik boyutu ise “Allah’lık niteliği”nin boyutudur ki, Yüce Allah bu olguyu bize Enbiya Suresi 21/107 ayetinde; “Ey Muhammed! Seni ancak tüm evrenlere rahmet olarak gönderdik.” diye bildirmektedir.

İkinci tür öğreticiler ise Allah’ın elçilerine uymayı önemsemeyen ve onları kabul etmeyenler ki, bunlara dinsel anlamda şeytanın adına davrananlar denmektedir. Kendilerine uyanların “geçimli akıllar”da, sapkın adının kavramı çerçevesinde kullanıp gerek kendilerinin ve gerek kendilerine uyanların akıllarının eğitilip yükselmesine engel olurlar. Böylece sapkınlar, gerçeği bulacağız diyerek kuruntular içerisinde ve yalnızca dünya işlerinin karanlık alanlarında, tıpkı çölde serap peşinden koşanlar gibi susuz ve şaşkın olarak koşarlar. Yüce Allah, bunların durumlarını Nur Suresi 24/39 ayetinde şöyle bildirir; “İnanmayanlara gelince; onların işleri ıssız bir çöldeki serap gibidir. Susamış kimse onu su sanır. Yanına geldiğinde hiçbir şey bulamaz. Tıpkı bunun gibi inanmayan da hesap günü işlerinden bir şey bulamaz. Ancak Allah’ı yanında bulur da Allah onun hesabını eksiksiz olarak görür. Allah, hesabı çabuk görendir”. İşte bunlar, birimsel birer varlık olarak yalnızca dünyanın işleriyle yetinen inanmayanlar topluluğudur. Böyle düşünenlerin bir yandan gerçek sandıkları şeyler, öte yandan ise aynen kökünden sökülmüş bir bitkinin durumuna düşerler. Ancak o kökünden sökülmüş bir bitkiye benzer şekilde gerçek sandıklarının, seraptan başka bir şey olmadığının farkına vardıklarında gerçekte iş işten geçmiştir. Bu inanmayan topluluklar bu biçimde yalnızca dünyasal işlerlerle uğraşarak sonunda bir gün gerçeğe ulaşabileceklerini sanırlar. Yalnızca denizin yüzeyindeki köpüklerle uğraşanlar gibi, aslında denizin derinliklerine ulaşmaları asla söz konusu olamaz. Buna benzer inanmayan toplulukların belki de birçoğu asıl gerçeği anlamadan ölümötesi yaşam boyutuna geçerler. Aynen buna benzer şekilde dünyasal yanılgılar içerisinde bulunan günümüz inanmayanları da tıpkı onlar gibi gerçekleri algılayamadan ölümötesi yaşam boyutuna geçiş yaparlar. Çünkü hem dünyasal işlerinde hem de birimsel varlığında egemen durumda olan varsayımlar, kuruntular ve sanılar, asıl gerçeklik yolunun en büyük engel olduğunun farkında bile değildirdirler. Asıl gerçeklikte ise, Allah’ın elçileri ile onların dediklerini anlayanlar ile algılayanlar, evrensel tümel bilinçten getirdikleri gerçeklik bilgisi, her türlü varsayımın ve kuruntunun baskılamasından soyutlanmış bilgidir. Gerçekten, Yüce Allah bu durumu bize Hac Suresi 22/57 ayetinde bildirir; “Senden önce hiçbir resul ve nebi göndermedik ki, bir şey dilediği zaman, şeytan onun bu dileğine ilişkin kuruntu vermiş olmasın. Ama Allah, şeytanın kuruntusunu giderir. Sonra Allah, ayetlerini sağlamlaştırır. Allah, tam anlamıyla bilendir, yargı ve gerçeklik sahibidir.” Ayette bildirildiği üzere, özvarlık olan nefsin istekleri Allah’ın elçilerinde bile gerçekleşse, hatta kendi bilinçlerinde oluşan kuruntular ilişiyor olsa bile, daha sonra kuruntulara dayalı düşüncelerin Allah tarafından kaldırıldığını anlıyoruz. Böylece birimsel birer varlık olarak, her an kendi özvarlıkları olan nefislerinin baskılamaları altında ezilmekte olan inanmayanlara karşı kuruntunun etki ve kullanma alanı kıyas edilebilsin.

Diğer yanda ise Allah’ın elçilerinin dediklerini tam anlamıyla algılayan ve anlayanlara gelince, onların bu bildirdiklerine inanıp sapmayanlar böylece kendi asıllarına ve gerçekliklerine ulaşmış olurlar. İşte bunlar, Allah elçilerinin öğretim işinde onları anlayan ve yollarında giden vekilleri olmuşlardır ve onların bilgileri Yüce Allah’ın Kehf Suresi 18/65 ayetindeki; “Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir bilgi vermiştik.” bildiriminde belirttiği üzere, Allah’ın gizemleriyle ilgili bilgidir. Bu, Allah’ın gizemleriyle ilgili doğru bilgi sahiplerine, akılsal bilgilerin aktarımlarının yanında, Allah’a özgü öğretim ve anlatımıyla birlikte bilinir ve anlaşılır. Bu da üç bölüm üzerine olup, birincisi dinsel terim biliminde “vahiy” olarak adlandırılan Allah’ın elçilerine bildirimi, ikincisi “ilham” olarak adlandırılan insanların kalbine gelen esin, üçüncüsü ise “sezgi” olgusunun varlığıdır.

Vahiy” olarak adlandırılan Allah bildirimi, Allah’ın elçilerine özgü olup iki türlüdür; Biri Allah’a özgü söz, diğeri ise elçisine ait sözdür; çünkü elçilerin sözleri, Necm Suresi 53/3-4 ayetlerinde bildirilen; “O, özvarlığı olan nefis istemiyle konuşmaz. Size okuduğu Kur’an ancak kendisine bildirilen bir bildirimdir.” biçimindeki Allah bildirimidir. Allah’a özgü söz, melekler aracılığıyla Resul’e bildirilmiştir. Nebi’ye ait sözün bazısı gözlemleme yerinde Cebrail aracılığıyla gelmiştir.

İşte bu durum Necm Suresi 53/10; “Böylece Allah kuluna bildireceklerini bildirdi.” ayetindeki bildirim onun göstergesi olur. Bazısı da Cebrail’in görülerek ve bazısı da elçilerinin kalbine “esinlenmesi” ile gelmiştir. Cebrail’in görünmesinden amaç, onun melek dediğimiz görünmez olan boyutundan, boyutsal bir geçişle insan görünüşüne dönüşmesi ve bedenlenmesidir. Burada “esinleme”den amaç Cebrail’in herhangi bir görünüşe ya da boyutsal geçişe girmeksizin, Allah’a özgü bildirimin anlamını elçisinin kalbine bilinçsel olarak yerleştirmesidir. Yine “ilhâm” olarak adlandırılan, Allah tarafından kalbe gelen “esin” ise, Allah dostlarından seçkinlere özgü bir bildirim biçimidir. “Esin” de doğru ve var olan bir bilgidir ki, her türlü kusur ile eksiklikten öte, uzak ve dışında olan Allah’ın gizli ve bilinmeyen gizemsel öz boyutundan Allah dostlarından bazılarının kalplerine bilinçsel olarak yerleştirir. Tasavvufçu bilgelerin birçoğu buna “doğru, gerçek ve adalete uygun durum” derler. Bu bilgi, “doğru yolu gösteren” adının anlamı olarak yerleştiğinden, bunda “sapkın” adının anlamına ilişkin bir kuruntunun etkisi bulunmamaktadır.

Sezgi” adının anlamı öyle bir bilgidir ki, evrensel görünüşün yapıtlarının sezilmesi nedeniyle gizli ve bilinmeyenlerden açılmış olur. Bu bilgi, Allah dostlarından seçkinler ile inananların seçkinleri arasında ortak bir bilgidir. Gerçekten Resulullah’ın, “İnananın sezgisinden sakının çünkü o Allah’ın aydınlığı ile bakar” sözündeki anlam bu yöndedir.

Allah tarafından kalbe gelen “esin” ile “sezgi” arasındaki fark şöyle anlaşılabilir ki, “sezgi” anlam olarak gizli ve bilinmeyene ilişkin olguların algılanması ya da görünüş izlerinin sezilmesi ile olası olur; “esin” sözcüğünün anlamında ise görünüş izlerinin sezilmesi neden değildir. Allah bildirimi olan “vahiy” ile “esin” arasındaki fark şöyle anlaşılabilir ki, “esin” Allah bildirimine bağlıdır; “Allah bildirimi” ise, esine bağlı değildir. Yani Allah’ın seçkin dostlarına “esin”, Allah’ın elçilerini anlamak ve algılamak aracılığıyla meydana gelir.

Şimdi akılları, “doğru yolu gösteren” kavram ve anlamlar çerçevesinde eğitip öğretene, söz konusu bilgiye ilişkin düşünce ve duyguların anlatım biçiminde, yine akılları sapkınlık duygusundan kurtaracak öğreticiye de, “sapkın” sözcüğünün anlam ve kavramı açısından bildirilir. Gerçekten Yüce Allah, Enam Suresi 6/121 ayetinde; “... Bir de şeytanlar kendi dostlarına sizinle mücadele etmeleri için kesinlikle fısıldarlar...” biçiminde yine aynı biçimde Enam Suresi 6/112 ayetinde ise; “İşte böylece biz her nebiye insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Bunlar aldatmak için birbirlerine süslü sözler fısıldarlar...” diye bildirir. Böylece şeytanın dostlarında Allah tarafından kalbe gelen esine karşılık olarak “kuruntular” ve sezgilere karşılık da “akılsızlık” egemen olur.

Bu konuda Mevlâna Mesnevide şöyle söyler; “Böyle bir kimse kesinlikle zeki olsa bile, kendisinde bu ayırtetme ve sezgi olmadığı için akılsızdır”; yani yalnızca kendi akıllarına uyarak inanmayanlar, her ne kadar doğa bilimlerinde oldukça zeki olsalar bile, mademki onlarda, geldikleri yerin ve dönecekleri yerin gerçeğini ayırt edebilecek yetileri yoktur, böylece onlar da akıllarını kullanmayanlar arasında yer alırlar.

Aslında bu kişilerin bilgisi de bir tür bilim olmasına rağmen, aklı saptırdığı için değeri yoktur. Yüce Allah onlar hakkında; Casiye Suresi 45/23 ayetinde, “Nefsinin arzusunu ilah edinen, Allah’ın; durumunu bildiği için saptırdığı ve kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? ...” diye bildirir ve yine aynı surenin 24. ayetinde, “Dediler ki; Dünya yaşamımızdan başka yaşam yoktur. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman yok eder. Bu konuda onların bir bilgisi yoktur. Onlar yalnızca zanda bulunuyorlar.” diye bildirerek onların bilgilerinin değerinin boyutunu bizlere duyurur.

Bilindiği üzere, yararlı ve yararsız olarak bilginin türleri çoktur. Burada onların ayrıntılanmasına girmek olası olamaz. Bu bilgilerden tasavvuf bilgisi, Allah’a özgü gizemleriyle ilgili bilgileri içermesi bakımından önemi yadsınamaz bir gerçektir. Felsefeciler, felsefe ile ilgili yöntemlerinin bazı konularında gerçeklere iliştiklerinden, aklını yeterli düzeyde kullanmayanlar açısından, tasavvuf bilgisinin bunlardan alınmış olduğunu zannederler ise de, bunun böyle olmadığı bilinmektedir. Çünkü Allah’ın seçkin dostları, esin ve sezgilerinin doğruluğuna iki gerçek ve doğru tanık tanıklık etmedikçe, onlara değer vermezler. O iki gerçek ve doğru tanıktan biri “Kur’an”ın bildirdiklerini, diğeri ise “Allah Resulünün” söylediklerini algılamak, anlamak ve kavramaktır.

Bu nedenlerle tasavvuf bilgisi ile Anadolu Türk Tasavvuf anlayışı; Kur’an’ın bildirdiklerinin ve  Resulullah sözlerinin özünü iyi algılayış, anlayış ve kavrayış  niteliğindeki bilgilerdir...

Yorumlar (0)
12
az bulutlu