banner4
05.03.2020, 22:51

BİR ÖĞRETMEN RUHU: NURETTİN TOPÇU

“Kırk sene öğretmenlik yaptım, mabede nasıl girdimse, sınıfa da öyle girdim.”

“Nurettin Topçu” üzerine ikinci yazımız bu. Onun öğretmenliğe verdiği değeri, fikirleri ile birlikte yeniden ele almak gerekti...

Değerli insan Nurettin Topçu, İstanbul Üniversitesinde Felsefe üzerine doçentlik tezi verdiği halde, ‘ikbal ve servet edinmek isteyenlerin’ hasetliğine maruz kalmış, yüksek karakterinden dolayı, ondan rahatsızlıkduyanlar, onun üniversitede kadro almasına engel olmuşlardı... Dahası ‘Demokrat ve Adaletçi’ gözüken milliyetçi muhafazakar partiler de onundüşürüldüğü bu durumundan rahatsız olmamış, lise öğretmenliğinden emekli edileno insana, haksızlığı giderecek hiçbir adım atmamışlardır. Belki de fark oluşturabilecek bir karakterin, ‘aşağılanmış’ olmasından mutlu olmuşlardır... Neylersin, büyük düşünce insanlarının kaderleri hep budur...Çalışmak, azim, sabır onlara düşer iken; ödül,kurnazlıkla önegeçenleredir(!..) Hani Sokrates savunmasının bir yerinde der ya; “yaptıklarıma karşılık hiçbir menfaat beklemediğime delil şu ki, zenginliğime ait bir malımın olmaması yani fakirliğim, size delildir!” Öyle de Nurettin Topçu da İmam Hatip Lisesinde yıllarca girdiği felsefe derslerinden ücret almayarak, samimiyetine delil bırakmıştır. Tıpkı “Ben sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ödülüm ancak alemlerin Rabbine aittir.” ilahi sözü gibi...

Öyleyse, samimi bir kalbin dilinden dökülen sözlere kulak verelim kio sözler yürekten gelmektedir:

“Biz ne için ve kim için çalıştığını bilen insan istiyoruz! ‘Gözlerini kapayıp, vazifesini yapan’ cemiyet gönüllüsü, ‘köle ahlakı yaşatan’ bir ‘namuslu adam’, bizim için hem bir şuursuz, hem de tehlikeli bir oyuncu, bir zorbaya esir ve bir esire zorba olabilir. Bu insan, şuura düşman olduğu halde herkese dost görünen, herkes ile dost geçinen ve karakterini her akıntıya kaptırmaya hazırlanmış esirdir... “ (Yarınki Türkiye, s. 30)

Nurettin Topçu, bir kalp ve ruh insanı olmak için çalışmaktadır. O halde gerçeği bulmak için, çoğunluğun ‘iyi adam’ dediği değerleri,düşünceleri ve geleneği sorgulamaktadır:

“İyi adam, mutlaka ahlaklı insan değildir. Kendi dışındaki değerlerle yaşayan adam, ahlaklı olamaz. Ahlaklılık insanın dışında ve kendiliğinden yaşayan bir gerçek değil, belki herkesin kendi iç denemesinden doğma bir değerdir. Aradığımız ahlaki örneği, “iyi adam” değil “kalp adamı” verebilecektir. Amirine uyan, örflere uyan, cemiyete uyan iyi adamlar! ‘Siz nefsinizin, siz arzın, siz gayrın kölesisiniz…’ Bu iyi adamlar, renksizler, kimsenin işine karışmayanlar, kendi işlerini de başkalarının suyunca giderek (!) yapmasını bilenlerdir. Bu iyi adamlar, hayatlarına kir karışmadan yaşamış oldukları için berrak görünen, fakat zorbanın eliyle, hemen bulanıp kirlenmeye karşı gelmeyenlerdir(!)

O, Yarın ki Türkiye’nin değerlerininve Maarifin (Eğitim) davasının sancısını çekmektedir. Bu konuda öğretmenleri ve aydınları, “kutsal bir görev yüklenmiş çile insanları” olarak görmektedir:

Sade bir şeye muhtacız: Duygulu, iradeli, milletini olduğu gibi anlayan ve seven münevverlere... İşte bu hasretimiz giderildiği, sözde münevverlerimizin gözleri, Batının ufuklarından, milletin kalbine çevrildiği gün bizim de felsefemiz yapılacaktır. Eğer felsefesi varsa, Türk çocuğunun bir dünya görüşü olacak ve bütün vatandaşlar bu görüşte birleşeceklerdir. Böyle bir görüş birliğini doğuracak felsefemiz yoksa, milli birliğimizden de bahsedilemez.” (Yarınki Türkiye, s.72) “Kaybettiğimiz bütün değerleri bize yeniden kazandıracak olan öğretmenlerdir... Bizi düşündürecek, bizi kendi ruhumuza çevirecek ve ruhlarımızı da yükseltecek mürşitlere muhtacız. Anadolu’nun beklenen kurtarıcısı silahsız, servetsiz, hem de partisiz ve garazsız, yalnız faziletle ilmin havarisi olacak öğretmenlerdir. Öğretmenine teslim olmayan millet, esir millettir.” (Yarınki Türkiye, s. 271)

İşte bu noktada “Öğretmenlerin sorumluluğu” çok büyüktür:

“Muallimin mesuliyetleri çoktur ve cemiyet hayatının her sahasına uzanmaktadır. Bir memlekette ticaret ve alışveriş tarzı bozuksa, bundan muallim mesuldür. Siyaset, millî tarihin çizdiği yoldan ayrılmış, milletinin tarihî karakterini kaybetmişse, bundan mesul olan yine muallimdir. Gençlik avare ve dâvasız, aileler otoritesizse, bundan da muallim mesul olacaktır. Memurlar rüşvetçi, mesul makamlar iltimasçı iseler, muallimin utanması icap eder. Din hayatı bir riya veya taklit merasimi haline gelerek vicdanlar sahipsiz ve sultansız kalmışsa, bunun da mesulü muallimlerdir. Yüreklerin merhametsizliğinden, hislerin bayağılığından ve iradelerin gevşekliğinden bir mesul aranırsa; o da muallimdir. Muallimin fedakârlığı, harpte kanını akıtmaktan daha değerlidir. ‘Kılıç kahramanlığının’ devri artık geçmiştir! Milletin çocuklarına, dünyanın çocuklarına her gün ruhundan bir parçayı dahaaşılamak, bunun için yaşamak ve bu yolda ölmek, bugünkü insanları ümitsiz dünyanın ve çocukları sahipsiz milletin beklediği kahramanlıktır...”

Topçu, öğretmenlik ruhunun dinamiklerini belirlemiştir.“Fikir özgürlüğünün, yeniliğin kapısını açacak” fikri hür, vicdanı hür, nesillerin yetişmesi gereklidir: “Maarifte devletçilik; okulların, kitapların, öğretim metotlarının ve öğretilen şeylerin birleştirilmesi ve bir sistem içinde toplanması neticesine varınca, gençlerin rûhî yapısı, kültürü, adeta ‘büyük sanayi metotlarıyla seri haliyle makineden çıkan eşya’ gibi meydana getiriliyor: Hepsi aynı şekilde düşünüyor, aynı fikirleri benimsiyor; içlerinde ferdiyet ve dehanın inkişâfı adeta imkânsızlaşıyor” diyecektir. Tıpkı John Stuart Mill’in “Özgürlük Üzerine” eserinde dediği gibi, “Faydalı amaçlar için bile olsa, ‘istediği gibi kullanabilsin diye’ halkını uysallaştıran, cüceleştiren bir devlet; sonunda küçük insanlarla, büyük şeylerin başarılamayacağını görecektir.” düşüncesindedir.

“Eleştirel düşüncenin” gelişmediği yerde, “düşünce üretimi” de olmayacağına delil yine Topçu’nun devam eden sözlerindedir:

Tenkidi (eleştirel düşünme) öğretmeyen, bugünkü adıyla Milli Eğitim, genç dimağlara ‘bilgi hamallığı’ yaptırmaktan ileri gitmiyor... Şüphe yok ki tenkit, hakaret veya küçük düşürme gayreti değildir; fikirleri eleme, değerlendirme ve onları hakikatin güneşinde yıkama yetisidir... Bir fikri tenkit etmek, onu tahkir veya reddetmek demek değildir; bilakis onu tamamlamaktır. Tenkit herkes için hak, alimler içinde bir vazifedir. (İslam ve İnsan Mevlana ve Tasavvuf, s. 53.)

Türkiye’de din eğitiminin zayıf yanları dabu arada gösterilmelidir:

“Din öğretimi de ruhun bilgisinden, Rabbin bilgisine yükseltici bir metafiziğin eğitimidir” diyerek, “dine ait kayıtların öğretilmesi, çocuğa dini ruh ve hürmet aşılayamaz...Okullarda din kültürünü, bütün kültür dersleri içinde, felsefe, tarih ve edebiyat derslerinin içinde vermek daha uygundur” demiştir.

‘Yanlış bilinç’ ile eğitilmiş din adamlarının toplumu nasıl yanlışa sürekleyeceğini anlatmaya çalışır:“Felsefesiz din öğretiminin verdiği acı neticelerin hepimiz şahidiyiz. En sonunda, ruh ve imanından şüpheli bir cemaat, hep yabancı medeniyetlerin eteğine yapışıyor...Hayat sahnemiz sıskadır. Günümüz ruhları doyurucu değildir. Sebebi şu ki, bizim olmayan bir vücut, bizim olan bir ruhun yerine geçti ve bizim ruhumuzu, bize düşman bir vücut kemirdi...” (Yarınki Türkiye, s. 115) “Din adamları, ahiret hayatını bile ikinci bir yeryüzü tapusu ile dağıtan menfaat tellallarıdır...” (Yarınki Türkiye, s. 263) "Dinde kaideler ve ahkam, aşkın kaynağından fışkırmış olduğu halde, aşkı anlamadan doğrudan doğruya kaidelere bağlanmak ‘taassub’ denilen körlüğe götürür..." (İnsan, 16). “Hakikate göre değil de kalabalıkların isteğine göre konuşmak, onlardan işaret beklemek, bizi Allah'tan ayıran bir husustur... ‘Kaideler, kalabalık ve alkış tutanları’ baştan sona yok edici kuvvetlerdir. Mabeddeki merasimler, alışkanlık olmuş taşkınlıklar ve hislere hitap eden sağırlaştırıcı silahlar, dini hayatın dışında kalırlar...” (Maarif, 36)

Yine doğru/ahlaki değerler kazanmamış bir medya/kültür endüstrisi, egemenin çıkarlarına hizmet eder ve ‘kapitalist bir sistemin aracısı’ olarak ‘gönüllü kulluk’ yapar:“Müslüman gazeteleri adıyla yapılan yayınlar, Müslümanları soymak için bir taraftan İslam’ın düşmanlarını taşlarlarken, öbür taraftan devrin iktidarını övüyor, ancak bahşişleri kesilince, onlara sövüyorlardı...Kendileri Müslümanlık taslarlarken yine de İslam düşmanlarının haya tanımaz üslubunu kullanıyorlar...Öyle ki zamanımızda İslam cephesinin ‘bir ruh ve karaktere sahip olmadığını’, İslami denen neşriyattan daha mükemmel ortaya koyacak delil ve şahit bulunamıyor... İslamcı siyasi liderler bu işte eşsiz kahramanlar gibi görülüyor...” (İslam ve İnsan Mevlana ve Tasavvuf, s. 107)

Kapitalizmin esir aldığı insanların tek derdi ‘fayda ve menfaat güdüsü ile çıkar ilişkileri’ kurmaktır.  Öyleyse böyle bir toplumdan ‘fazilet beklemek’ beyhude bir çabadır:

“İhtirasların tazyiki, otoritelerden daha kuvvetli, onlardan daha sarsıcıdır... Menfaatler, garazlar, gururlar, hasetler, korkular ve bunların yanında sempatiler, alışkanlıklar ve bütün idealsiz, bütün zavallı sevgiler... İçimizden her birinin, içlerinden birini putlaştırarak, hayatını manasını kendisinde aradığı bu putlar, bizde hakikatlere karşı koyan düşman kuvvetlerdir; bizi çürüten ve ahlakımızı yıkan da onlardır. (Yarınki Türkiye, s.87.) “Zevkin düşüklüğü, insanın düşüklüğü demektir. Evlerimizin dedikodu yuvası, sokaklarımızın çamur ve tecavüz sahnesi, mekteplerimizin bir yığın ve can sıkıntısı meclisi olduğu bu devirde, sanat hayatı belki ilk kurtarıcımız, irademizin mehdisi olarak gözükecektir. (İradenin Dâvası/Devlet ve Demokrasi, s. 61.)

Topçu’ya göre “Ruhun iktidarını kazanmamış” insanların, dışta elde ettikleri makamların, statülerin, mevkilerin bir önemi yoktur...

“Biz hudutlarda yenilmeden önce, kendi içimizde mağlup olduk. Deva bulmaz bir derdin sefaleti neslimize hakim oldu...Bunun üzerinde bir de, kendi nefsi ile hesaplaşmayan insanın derdi olan ‘ahlak yarası’ belirdi. İçimizde en tehlikeli düşman olan şahsi menfaat, hakimsiz, ithamsız, kontrolsüz kaldı... “(İslam ve İnsan Mevlana ve Tasavvuf, s. 37.)

O halde çile, ızdırap ve fikir sancısı çeken insanlar, ancak “ruhun iktidarına” sahiptirler:

            “Ruhun kuvvet kazanmasında onu yetiştirici olan üstad, ızdıraptır. Çekilen acılar ağırlaştıkça, çile dayanılmaz hale geldikçe, ruh kuvvetini yaşatan kılıç keskinleşir. lzdırab, ruhun hocası, hem de biley taşıdır. Dövülmeden keskinleşen kılıç tasavvur edilmediği gibi, ızdırabsız olgunlaşan ruhu düşünmek de öylesine saçmadır. Varlıklı büyüyen zengin çocuğunda kuvvetli ruh aranmıyacağı gibi, bütün tatminlerle. murada ermişliklerle, Hakka eren insan da düşünülmez. ‘Beden zenginleştikçe, ruh yoksunlaşır’. Büyük ruhların hiçbiri dünyadaki saadetleri ile övünmediler...Hepsinin ruhunun derinliğinde şu terennüm duyuluyor! "Bulmuşum yanmakta bir hal, başka hali neylerim!"

            Şikayet, saadet dilencisi halkın halidir; kaderin Allah tertibi olduğunu anlamayan gafillerin şaşkınlığıdır; bedenine çok bağlı ölü ruhların ürpermesidir...Halbuki İbrahim Halilullah'ın ikbalde gözü yok; Nesimi'nin deri parçasına ihtirası yok; Hallac'ın bir bedene ihtiyacı yok...

            Oscar Wilde “dünyalar ızdırapla kurulmuştur” diyordu. ‘Bir çocuğun gülüşü veya bir yıldızın doğuşu ızdırapla olur. Izdırapta engin, eşsiz bir realite vardır. Hayatın sırrı ızdırap çekmektir. Güzel bedenler için zevk, güzel ruhlar içinde ızdırap gerektir. Goethe ile Rousseau’nun, Byron’la Musset’nin feryatlarında hep ortaya attıkları şu düsturun ifadesini buluyoruz: “İnsan bir çıraktır, elem ve ızdırap onun üstadı oluyor. Izdırap çekmedikçe insan kendini bilmiyor.”

            Izdırap ruhun kendi kendisiyle karşılaşması, baş başa kalmasıdır… İnsanlığın iradesi, ızdırabın eseridir. Dinler ve sanatlar, tarihin kaydettiği parlak medeniyetler, ızdırabın şaheserleridir. Peygamberler ümmetlerinin ızdırabını yüklenerek, kurtuluş vadini Allah’tan getiren büyük muzdariplerdir. Büyük sanatkârlar da dünyamızın bahtiyarları değillerdir. Yunus’tan Âkif’e, Fuzulî’den Dostoyevski’ye kadar bu insanüstü kafilenin sahip olduğu büyük ve âdeta ilâhî imtiyaz, onların büyük ızdıraplarıdır. İnsanın asıl mayası ızdıraptır. O, telkinini mutlaka damarlarımıza aktaran ahlâk hocamızdır…” (Var Olmak, s. 75-79)       

            ...

            Nurettin Topçu, bize yarınların aydınlık yolunu açmaya çalışan, bir fikir çilekeşidir. Öğretmenlik ruhu ile örnek olmuş, Türk neslinin takip etmesi gereken değer insanıdır. En değerli mesleğin, öğretmenlik olduğunu gösteren bir kahramandır. Fedakarlığın, samimiyetin uygulayıcısı,  “kalp ve ruh insanı” olmanın en güzel portresinden birisidir...Onda Platinos gibi ‘Ruhun manevi heykelini yapmaya çalışan heykeltıraşın, sanat inceliği’ görülür... O, Hazreti Ali'nin “Alimlere neden öğretmediniz, sorusu sorulmadan; cahillere, neden öğrenmediniz, sorusu sorulmaz.” sözünün sorumluluğu ile halkakarşı, ilim ve mücadele aşkıyladoludur... Onda “Gökyüzünün öğrencisi olduktan sonra, yeryüzünün öğretmeni” olmuş kişilerdeki edep ve irfanın derin ışıltısı bulunur...O da “Başöğretmenlerin” yolundadır...(Doç.Dr.)Nurettin Topçu... Ruhun şad, gönlün ebedi bahtiyar olsun...(Amin)

            Büyük ruhlar ve veliler, halkın ruhunu karanlıklarda boğan gafletleriyle çarpışıyor ve halkın iradesi olmak istiyorlar: Halk, güneşi görmeyen gözlerin körlüğüyle, onlara karşı koyuyor...Daima sahnenin iç tarafında, ahlak kahramanlarıyla halkın boğuşması vardır...Musa ve İsa Peygamberlerden sonra Peygamberimiz de, arasında yaşadığı halk kütlesiyle, mücadele etmediler mi?..“ (İnsan, 53)

Yorumlar (1)
Memun Sekin 4 yıl önce
Mekanı cennet olsun.Ülkemiz adına büyük bir kayıp.
12
az bulutlu