banner4
18.03.2021, 12:11

BİR MİLLETİN VAROLUŞ MÜCADELESİ: ÇANAKKALE SAVAŞI

Çanakkale Savaşı öncesi dünya geneline baktığımızda, iktisadi, siyasi ve idari fay hatlarının kırıldığını görüyoruz. 1789 Fransız İhtilalinden sonra Avrupa kıtasının içten içe kaynadığı ve dipten gelen dalgaların richter ölçeği, kıtanın her tarafından derinden hissediliyordu. İmparatorlukların yıkıldığı, ulus devletlerin tarih sahneye çıktığı, ekonomik havzaların el değiştiği, yeni zengin sınıfların ortaya çıktığı, Siyasi, idari ve ideolojik çalkantıların arttığı, Makyavelist  politikaların uluslararası ilişkilerde zirve yaptığı bir tarihi dönemece (her millete bir devlet) doğru giriliyordu.

Ülkeler arasında iktisadi rekabet, sömürgecilik, milliyetçilik ve benzeri fay hatlarının kırıldığı bu süreçte dünya iki bloğa ayrılıyordu. Bir yanda Almanya, Avusturya-Macaristan, İtalya’dan oluşan İttifak Devletleri,  diğer yandan İngiltere, Fransa ve Rusya’dan oluşan İtilaf Devletleri bloğu. Avrupa’daki bu bloklaşmalar, esas olarak Avrupa dışında kalan yerlerin yeniden paylaşımının mücadelesi olarak ortaya çıkıyordu. Kapitalist sermayenin ulus içi ve ulus dışı kendine pazar arama arayışı, bütün normları zorluyordu. Bir yanda büyüyen arz fazlası, diğer yanda ihtiyaç duyulan hammadde ve yeni pazar arayışı sermayenin kendisine yeni yatırım alanları bulmaya yöneltiyordu.

Dünyada durum bu iken, bir zamanlar tarihin gördüğü en geniş sınırlara sahip ve her çeşit milleti ve inancı içerisinde hoşgörü ile barındıran Osmanlı İmparatorluğu; askeri, siyasi ve iktisadi olarak ayakta kalmak için çeşitli idari reformlara girişiyordu. Ancak bu reform çalışmaları, hem zamanlama açısından hem de yanlış politik kararlardan dolayı istenilen sonuçları vermeyecekti. Birincisi, İmparatorluğun içinden gelen siyasi çalkantılar, ( özellikle I. ve II. Meşrutiyet, İttihat ve Terakki’nin realiteden uzak politikaları ) ikincisi ise dıştan gelen yenilgiler (1911-1912 yılları arasında Trablusgarb ve Bingazi yenilgisi, 1912, 1913 Balkan Savaş’ı hezimeti, 1914 Sarıkamış Hareketi) İmparatorluğun dağılmasına etki eden faktörler olduğunu görüyoruz. Dünya genelinde ve Osmanlı İmparatorluğunda durum bu iken, 28 Haziran 1914’de Avusturya-Macaristan Veliahtı Arşudik Ferdinand’ın bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi, 1.Dünya Savaşı’nın çıkmasına sebep oldu. Küçük bir kıvılcımın nasıl büyük bir yangına sebep olacağını bu tarihi hadise ile öğreniyoruz.  

I. Dünya Savaş’ının çıkmasıyla birlikte dünyadaki dengelerin değiştiği, yeni dengelerin ortaya çıktığı ve her milletin bu dengelere göre kendilerini yeniden konumladığını görüyoruz. Özellikle ülkelerin jeostratejik durumu bu blokların herhangi birisine üye olmalarını dayatıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun doğu ile batı arasında yer alması, bu bloklardan birisine yaklaşmasını  adeta zorunlu kılıyordu.   

Osmanlı Devleti’nin elinde bulunan boğazlar, stratejik konumları itibariyle büyük önem taşıyordu. Tarih boyunca Çanakkale ve İstanbul Boğazları, stratejik, ekonomik ve askeri alanda her zaman paha biçilmez  bir değere sahiptiler. Boğazların stratejik önemi, sadece Akdeniz’i Karadeniz’e, Asya’yı Avrupa’ya bağlayan bir geçitte bulunmaları değil,  Cebelitarık ve Süveyş Kanalını büyük denizlere ve kıtalara bağlayan ana taşıyıcı koridor niteliklerini bünyelerinde taşımalarıdır. Başka bir tabirle,  dünya ticaretine ve siyasetine yön veren  stratejik bir öneme sahip olmalarıdır.

İtilaf Devletleri açısından Boğazlar, Rusya’ya yardım edebilmenin en önemli geçiş noktasıydı.  Osmanlı Devleti ve Müslüman ülkeler açısından ise ayakta kalmanın en önemli manevi dayanak noktalarını oluşturuyordu. Eğer Boğazlar İtilaf Devletleri tarafından ele geçirilseydi tüm Müslümanlar için sömürgeciliğin yeni kapısı açılmış olacaktı. Müslüman ahalinin Ortadoğu’da ve Uzakdoğu’da İngiliz hakimiyetine karşı dirençsiz bir duruma düşmesi kaçınılmaz olacaktı.

Boğazlar, aynı zamanda her ülke açısından farklı bir önem taşıyordu. Ruslar açısından “sıcak denizler”e ulaşma, Almanlar açısından “Doğu”ya doğru yayılma, İngilizler açısından ise “dünyaya hakim olma”  ve Osmanlı Devleti için  ise tarih sahnesinde “varolma” mücadelesine dayandığını  görüyoruz. İngilizlerin, Fransızların, Rusların, Almanların Boğazlar üzerindeki tarihi emelleri, yer küreye egemen olmak ve yeni ekonomik havzaların kontrolünü sağlamaya yönelik olduğunu görüyoruz. Fransız kumandanı Napolyon Bonapart’ın değişiyle, “İstanbul’a egemen olan dünyaya egemen olur” sözü, politik arenada bu ülkelerin emellerinin yansımasının  bir ürünü olarak  dışa  yansıyordu.

Çanakkale Savaşı, 1915-1916 yılları arasında Çanakkale Bölgesinde Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında yapılan bir deniz ve kara savaşıdır. Çanakkale Savaşı, hem denizde hem de karada yürütülen ve kazanılan bir savaş olma özelliğine sahiptir.

Çanakkale Savaşı’nın sonucuna baktığımızda; Çarlık Rusya’nın yıkılmasına, Bolşevik Devrim’inin gerçekleşmesine, (İtilaf Devletlerinin Rusya gibi bir müttefikini kaybetmesine) Birinci Dünya Savaş’ının uzamasına, İttifak Devletlerinin savaş yükünün hafifletilmesine, birçok insan ve mühimmat malzemesinin kaybına ve Anadolu’da ülke topraklarının savunmasına, Müslümanların Hint Kıtasında İngiliz sömürgeciliğine karşı direnmesine neden olmuştur. Eğer Boğazlar İtilaf Devletleri tarafından ele geçirilseydi tarih daha farklı bir şekilde cereyan edecekti. İtilaf Devletleri açısından Boğazların stratejik önemi, Osmanlı Devleti’nin savaş dışı bırakılması, Süveyş Kanalı ile birlikte Uzak Doğu ulaşım yolunun güvence altına alınması, Almanya’nın önemli bir müttefikini (Osmanlı) kaybetmesi, Rusya’nın sıcak denizlere açılması, Rus petrollerinin ve tahıllarının boğazlar üzerinden Avrupa’ya taşınması, Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun güneyden kuşatılması, Müslüman Ülkelerin halifesiz kalması ve Osmanlı’nın Balkanlardaki egemenliğinin ortadan kalkması anlamına gelmekteydi.

Boğazların Osmanlı Devletinin egemenliğinde olması, İngiltere, Fransa ve Rusya ticari ilişkilerinde büyük gelir kaybı anlamına gelmekteydi. Onun için Boğazlar, İtilaf Devletleri açısından hep stratejik konumdaydı.

Çanakkale Savaşının siyasi sonuçlarına baktığımızda, Osmanlı Devleti’nin “hasta bir adam” olmadığını ve kendi topraklarını savunacak bir pozisyonda olduğunu görüyoruz. Askeri açıdan ise dünyanın en güçlü ve modern silahlarına karşı bir milletin varoluşsal mücadelesinin ne anlama geldiğini bütün dünyaya göstermiş olmasıdır. Dünyadaki bütün savaşlar, müspet ve menfi anlamda tarihçiler tarafından çeşitli görüşler açısında değerlendirilebilir.  I. Dünya Savaşı, her ne kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasına sebep olmuş ise de Çanakkale Savaşı, aynı zamanda tarihin ileri dönemlerinde Anadolu’nun dirilişini tetiklemiştir. Çanakkale Savaş’ının en önemli sonucu, vatanın savunmasını bir hat üzerinden değil, vatanın bütün sathı düzeyinde savunmasının felsefesi alt yapısına zemin oluşturmuş olmasıdır. Çanakkale Savaşı’nın diğer bir faydası da Kurtuluş Savaş’ının tüm vatanın müdafaa edilmesine sebep olmasıdır. Çanakkale Savaşı, manevi duygular açısından, hafızalardan silinmek istenen bir milletin varoluş mücadelesidir. Çanakkale Savaşı, sadece cephe hattında değil, cephe gerisinde kalanların da mücadelesine sahne olmuştur. Mücadelenin her alanda ve topyekün verilmesine sebep olmuştur. Çanakkale Savaşına baktığımızda, Batı’nın barbar vandalizmine karşı kendi toprağını, inancını ve insanlık onurunu koruyan Müslüman toplulukların bir mücadelesi olduğunu görüyoruz. Bu vandalizme karşı İslam ümmetinin bütün toplulukları (Türkler, Kürtler, Araplar, Boşnaklar, Arnavutlar vb.) kendilerini savunmak ve topraklarını korumak, kucak kucağa şehitlik şerbetini içmek için Çanakkale cephesine koştuklarını görüyoruz.  Çanakkale’yi Çanakkale yapan da bu ruh ve anlayıştır.

Savaşın ne kadar çetin  ve zor geçtiğini insan Gelibolu Yarımadasında  gezdiğinde anlıyor. Yürek burkan askerlerin anılarını okuyunca; özellikle 1893 Mersin doğumlu Osmanlı subayı Mehmet Fasih Bey’in Çanakkale Savaşı sırasında günlüğüne yazdığı notlardan anlıyoruz.  

“Yaşım 21, saçım, sakalım ağardı; bıyıklarıma ak düştü, suratım buruştu ve vücudum çürüdü” mısralarını okuyunca savaşın ne olduğunu bir kere daha yaşayarak şahit oluyoruz.

“Son söze önsöz” olabilecek Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un “Çanakkale Şehitleri” şiirinde betimlediği şekliyle yazımı burada noktalıyorum;

“……………

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin'i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.”

 

Yorumlar (0)
12
az bulutlu