banner4
27.02.2020, 00:48

BİR İSYAN RUHU: NURETTİN TOPÇU

“Biz ne için ve kim için çalıştığını bilen insan istiyoruz! ‘Gözlerini kapayıp, vazifesini yapan’ cemiyet gönüllüsü, ‘köle ahlakı yaşatan’ bir ‘namuslu adam’, bizim için hem bir şuursuz, hem de tehlikeli bir oyuncu, bir zorbaya esir ve bir esire zorba olabilir. Bu insan, şuura düşman olduğu halde herkese dost görünen, herkes ile dost geçinen ve karakterini her akıntıya kaptırmaya hazırlanmış esirdir... “ (Yarınki Türkiye, s. 30)

Nurettin Topçu 1909 -1975 yılları arasında yaşamış samimi bir idealist ahlakçıdır. Düşünce insanı Nurettin Topçu, hem “Anadoluculuk” hareketinin önderlerinden biri hem de yüksek karakterli bir filozoftur.

Aklını ve ruhunu ilim ve ilham ile doldurmuş olan düşünür, Fransa da “İsyan Ahlakı” tezini yayımladıktan sonra, Anadolu’nun bağrına dönerek,aydınlık bir ışıkla, 1939 yılında “Hareket” dergisini çıkarmıştır. Sezgicilik ekolünün temsilcisi Bergson’un izinden giden Topçu, 1948 de İstanbul Üniversitesinde “Bergson” üzerine doçentlik tezi vermiştir. Üniversitede, kendisine yapılan entrikalar yüzünden, ilerlemesi engellenmiştir. O bu duruma aldırmadan, ömür boyu “felsefe öğretmenliği” yapmış ve doğru bildiği hakikatleri, dergisinde söylemeye devam etmiştir. Bu yazıları sonradan kitap haline getirilmek suretiyle “Yarınki Türkiye, Türkiye’nin Maarif Davası, Ahlak Nizamı, Var olmak, Büyük Fetih, İradenin Davası, Devlet ve Demokrasi, İslam ve İnsan, Kültür ve Medeniyet, Mehmet Akif” vb. eserler ileNurettin Topçu, toplumu aydınlatmaya devam etmektedir.

Yaşadığı dönemde Hilmi Ziya Ülken’in teşhisi gibi ‘pozitivizmin’ egemenliği yaygındır ve “metafizik düşünce”artık hor görülmektedir.“Servet, mevki ve elbisenin verdiği şahsiyetler çoğalırken; fazilet, sevgi, merhamet ve güzel ahlakın ördüğü şahsiyetler cemiyette (toplumda) yerini diğerine terk etmektedir…"dediği toplumsal değişime karşı O, ruh, ahlak, sezgi, ilham gibi manevi değerlerle karşılık verecektir.Ona göre asil değerler; ilim, sanat, felsefe ve dindir. Ve bu arada “Anadolu milliyetçiliği” yabancı fikir akımları ile tahrip edilmektedir. Çabasının gerekçesi şudur: “Çünkü, bu hayat, bu dünya, benimdir. Ben ecdadımın dünyasındayım ve onu çocuklarıma bırakacağım. Hakiki sahip, elbette ıstırap çeker, yaralar benim vücudumda, benim ruhumda kanamaktadır...”

Özelikle toplumun önemli bir değer yargısı olan “din” üzerinde oynanan oyunlar onu derinden sarsmıştır: İslamın dört halifesi sonrası, dinin cahil eline düşmesi ile İslam toplumu, taassup üretmeye başlamış ve de içtihat kapısı kapandığı içinde din, “içimizdeki sahteci ruhsuz kaidecilerin” eline geçmiştir:

Dış düşmanların yanı sıra, içteki sahtekar kaideciler, dinin ruhunu zehirlemek suretiyle, İslam'ı içeriden yıktılar. Bunlar tasavvuf ehlinin karşısına dikilen, bir türlü kana doymayan, saltanat arabalarında sırmalı esvaplara bürünmüş teylasanlı Saray soytarıları idi. Ulema denilen bu kara kaplı kitap taşıyan dalkavuklar grubuna dayanan halifeler, İmam Azam ile Hallac-ı Mansur’un insafsız katilleri oldular... İslam'ın gerçek ruhunu yaşatan mutasavvıfların karşısına, her devirde, cennet ticaretiyle geçinen kaideci ruhsuzlar dikildi. İslam'ın bin yıllık tarihi, tarikat- şeriat mücadelesiyle geçti...”

İslam Rönesans'ının kıvılcımları, Türk’lerin İslamla buluşması ile başlamıştır... “Anadolu Türklüğünün” kendine has ve nitelikli hali, Osmanlı’nın son zamanlarına kadar sürmüş ancak 16. yüzyılda “mektep yıkılarak” Rönesans ruhu kaybedilmiştir...Nurettin Topçu, Mehmet Akif’in derdi gibi, koca İslam coğrafyasının “ahlaki çöküşü” karşısında feryat etmektedir:

“Türlü sefaletlerle ihtirasların parça parça böldüğü hasta bir vücudu andıran İslâm dünyası en bedbaht devirlerinden birini yaşıyor ve her İslâm memleketinde ruhlar birbirinden ayrılmış, birbirine saldırıyorlar... Her sene yüz binlerce ziyaretçi ile dolan Kâbe’nin etrafında ruh birliği ve beraberliği meydana gelemiyor. Bunun sebebi ne siyasî ne iktisadî, ne de esasında ilmî ve fikrîdir. Bu halin sebebi, İslâm’ın temeli ve Kur’ân’ın özü olan ahlâkın kaybedilmiş olmasıdır. Bugünkü Müslümanlar, bir takım geleneksel hareketleri dikkat ve titizlikle yapmaktan başka endişesi olmayan, ilkçağın ve ilkel devrin sihirbazlarını andırıyorlar... Kur’ân harikası olan ilâhî ahlâk, İslâm diyarında çoktan gömülmüştür…” diyen Topçu, büyük bir yıkımın röntgenini çekmiştir.

Öyleyse her şeye yeniden başlama azmi ve gayesi gütmektedir:“İnsanı insanlaştırmak, leşten ruha yükseltmek” üzere. Bu daancak “ilim sevgisinin ve hakikat aşkının aşılanması” ile mümkün olabilir. “Her zaman kin ile korku, hakikatten uzaklaştırır. Sefaletlerimizin idraki nispetinde, hür olabiliyoruz. Nelerin esiri olduğunu bilen fert, hangi kuvvetlerin esiri olduğunu idrak eden cemiyet, hürriyetinin eşiğinde demektir, ona çok yaklaşmıştır” düşüncesindedir.

Onun “isyan ahlakı”diye adlandıracağı iç fetih, “Rönesans”tır. Niyeti “insanda aksiyoner ruh cephesi” oluşturmaktır. Ona göre “Var olmak, düşünmek ve hareket etmek” demekti ve “Türk’ün düştüğü yer, ahlâk ve iktisat sahası olduğundan,yine buradan geri kalkılacaktır...”

Topçu’nun hayat felsefesi, “insan için insandı.”İnsanın kendisini tanıması anlayışından hareket eden düşünür, “İsyan ahlâkı” kitabında, “Allah’ın, insanda isyanı” olarak bu hali tanımlamıştı. Böylece kendine/bedenine rağmen, özgürlüğe giden yolu açmayı ve aşka teslim olmayı diliyordu. Ona göre “isyan ahlâkı” bir irade davasıydı. Ve “İsyan, insanın içindeki sonsuzluk iradesinin nefsin sefaletleriyle ihtiraslarına ve bunlardan doğan zulümlere karşı ayaklanmasıydı. İsyan ahlâkı ise, iradenin sonsuza ulaşmak amacıyla, her çeşit menfaat ve tutkuya, sonlu olan iyilik ve mutluluğa dahi başkaldıran sorumluluk idealiydi.”

“Anadoluculuk” akımının kurucusu Hilmi Ziya Ülken gibi Nurettin Topçu da “Bizim ahlâkımız hürmet, hizmet ve merhamet prensiplerini kendinde birleştiren aşk ahlâkıdır.”der... Dinimizin ve ahlâkımızın esası olan hürmet, insanın yaptıklarının hesabını vereceğinin bilincinde olarak Allah’a, kitaba, ilme ve hayata saygı göstermesiydi. Hizmet ise“Ruh olarak, nefsinden taşıp, başka insanlara yayılmak suretiyle, Allah’ı aramaktı...Hakk’a kulluk için halka hizmet yol olduğu gibi, Hakk’ı bilen için de halka hizmet” aşkın yolu sayılırdı.

Dinin esasında var olan “merhamet” ise, ‘inandım, iman ettim’ diyen insanlar için geçerliydi: ‘Allah’a karşı vazifelerimi yapıyorum, Elhamdülillah Müslüman’ım’ deyip de kalplerinde ve hareketlerinde merhamet yaşatmayanlar; kendi kavimlerinden, kendi zümrelerinden ve kendi dinlerinden başka kavimlere, dinlere ve zümrelere saldırmakla, Allah’a yarandıklarını zanneden katı yürekliler; İslâm’ı yükseltmek için kin, kılıç ve şiddet silahlarını kullananlar, Allah yolunun dışında dolaşan, gerçek imansızlardır...Onlar ibadet diye, istedikleri kadar beden hareketleri yapsınlar, sayısız hac etsinler, secde onlardan tiksinir, Kâbe onlardan kaçar... Ancak “Merhamettir” ki, insanlığımızın âlemde şahidi olan ve kalp yolu ile bizi Allah’a yakınlaştıran ilahi cevherdir.” diyordu.

Öyleyse Ruhun Rönesans'ı ve Yarınki Türkiye’nin kurucuları kimlerdi?“Yaşama zevkini bırakıp, yaşatma aşkına gönül verecek, sabırlı ve azimli, lakin gösterişsiz ve nümayişsiz çalışan, ruh cephesinin maden işçileri...Bu ruh amelesinin ilk ve esaslı işi, insan yetiştirmekti...”

Nurettin Topçu maddeci felsefe ile birlikte ahlaki sorunun “mukaddes gayelerin ‘ikbal ve servet’ vasıtası olarak kullanılması” ile başladığını görmüştü…Bu yüzden ona göre,“insan yetiştirmek, ülkeler fethetmekten daha büyük zaferdi...”

Kendisi, 40 yıl boyunca öğretmen kalarak,“Felsefe Muallimi” denilmesinden duyduğu onuru, hiçbir şeye değişmedi : ‘Felsefe, insanın hakikati tanıma tutkusunun bir parçasıdır. Bu yönüyle, insanın ruhsal dünyasını kurar ve aydınlatır. Felsefe, her şeyden önce biricik kılavuzumuz olan aklın kullanılmasını öğretir…Aklın saltanatını kuracak olan felsefe, iç hayatımızın bütün hareketlerini ve bütün unsurlarını birleştirmek suretiyle, ruh yapımızdaki ahenk ve nizamın da kurucusu olacaktır…

Aklımızın âlemi bütün halinde kavrayışı demek olan felsefe, ahlâkımızın da sanatkârıdır… Eğer dünyanın bütün halinde görüşüne, yani felsefî görüşe sahip değilsek, ‘yabancı veya hurda haline gelmiş örfleri’ hiç tenkit etmeden benimser ve yok olmaya yüz tutarız…

Felsefe, dinî inanışlarımızın da üstadıdır. O olmazsa din adı altında halka sunulan her efsaneyi ‘dinî inanış’ yaparız. İbadet hareketleri yapan herkesin ‘din adamı’ diye arkasından gideriz. Daha mabetlerini bir gulgule (şamata) ticarethanesi olmaktan kurtaramayan adamların telkinlerine kıymet veririz. Felsefesi olmayan cemiyet, ahlak nizamı denen vicdanımızı denkleştirici selamete ulaştıramaz. Sonunda millet fertleri arasında ahlak ve ruh beraberliği kalmaz. Kimimizin aşkı, kimimizde lanet konusu olur. İki ahlak adeta iki millet ideali yaratır. Biri elbette öbürüne düşman yaşayacaktır.” (Yarınki Türkiye, s. 58-72)

“İslam dünyasının yüzyılların arasında devam eden gerileyişi, aydınların ve din adamlarının ‘felsefeyi gömerken’ düşünmeyi bırakıp, hakikat diye kalıplaşmış düşüncelere bağlanmalarıdır...” (İslam ve İnsan Mevlana ve Tasavvuf, s. 43) diyordu.

Onun kurmak istediği “ahlak nizamı” ise; “Her tarafı hürmetsizlikle tarumar edilen bir topluma, hürmet; her uzvu haksızlıkla yaralanan bir hayata, hakkaniyet; her hareketi hem cinsine zulüm olan bir insanlığın kalbine, sevgi ve merhamet doldurmak ” üzereydi.

Topçu’ya göre kurnaz insanlar toplum içinde ‘birçok maske takıp dolaştıklarından’, hak ve hakikatin özünden habersiz insanlar, bu aldatmaca ya inanıyorlardı:“Zamanımız, İslâm’ı habis yüzlerine maske yapan ve hırslarını tanrılaştıran zenginlerin, haksız ve zalim saadetlerini devam ettirmek için, bir yandan İslâm maskesini kullanırlarken, öbür taraftan masona da, zâlime de, şerir’e de ve müraiye de el uzattıkları devirdir.” diyordu.Ancak “iman ışığı” olanlar,basiret ve ferasetle “Eğer biz Mevlâna’ların sunduğu ruhla dolsaydık, her gün bir yabancı ruhun taklitçisi bedbaht zavallılar olmayacaktık. Millî ruhumuzun mürşidi Mevlâna, felsefemizin üstadı olmalıydı... Bizi yaşatan ve ebedi yapan, ebediliğe götüren büyük kervanının başında Mevlâna’ları, Yunus’ları görüyoruz...Eşref-i mahlûkat olan insana hürmet edilmelidir. Kendi inancımıza sahip olmayanları cehenneme göndermek, Allah’ın kendi kulları hakkında bizim azap fermanı çıkarmamız gibi bir saygısızlıktır.”diyecekti.

Ona göre, dinin toplumsal yapıyı onarıcı ve geliştirici olamamasının sebebiaçıktı: “Asırlar arasında İslam’ın ruhu, katı kaidecilikle, taassubun tehditleriyle, saltanat ve merasim gurur ve tahakkümleriyle eritildi. Dini müesseseler, dinin ruhundan tamamıyla sıyrıldı; ve din elbisesini bürünmüş, dini kaidelere bezenmiş devlet ve dünya müesseselerine” döndürülmüştü...

”Meselenin aslı şudur ki, her insanın doğuştan sahip olduğu din ihtiyacı ile selamet yolunu arayan zümre, ilerlediği öğretim basamaklarında ve memleketin kültür havasında, kendisine gerçek din telkinini verebilecek dimağlarla ve Allah yolunu gerçekten bulup da onda yürüyen kalplerle karşılaşmamıştır... Din materyalistleri ve pozitivistleri ona ruhun değil de, duyuların ve beden uzuvlarının dinini tanıtmışlardır.” (İslam ve İnsan Mevlana ve Tasavvuf, s.21-24) diyordu.

“Dinin hakikati” yanında Nurettin Topçu’nun “milliyetçilik” konusunda da sözleri vardı: “Milliyetçilik davası, sadece milletini sevmek gibi bir histen ibaret değildir; milletini sevmesini bilmektir. Bu, ailede ve okulda, ilimde ve ahlâkta, devlette ve sanatta ulu ecdadın yaşattıklarını, asrın zorunlu şekilleri altında ve zamanımızın kıyafeti içinde yüceltmek, devrin şekilleri içinde ecdadın ruhunu daima yükselterek yaşatmak ve yabancıdan korumaktır.

O halde, belirli “toplumsal hastalıklar” bizleri tüketiyordu: “Esasen cemiyet, bizi bir makine kurar gibi emirleriyle harekete geçirirken, bize menfaatler vaat ediyor ve gururlar bağışlıyor; hayvaniyetimizin en kirli tabakalarına hitap ediyor, onları nemalandırıyor... Ve biz, bataklıkta kirli suyun şişirdiği kurbağa gibi bir defa gurur ve menfaatlerle nemalandık mı, bizi damarlarımızdan tutarak tahrik edenin arzusuyla hakka, hakikate, aşka ve adalete, ne tarafa olsa saldırıyoruz!..”(Yarınki Türkiye, s. 270)

Nurettin Topçu... Felsefi fikirleri ile Türk milletinin aydınlık yüzü...Dış görünüşte mütevazi ve kanaatkar bir yaşayışa sahip bu değerli insan, iç dünyasında zengin fikirli, saf bakışlı, asil ruhlu, başı dik, kendini esaret altına almaya çalışan tüm duygu ve düşüncelere karşı “isyan ahlakı” ile doluydu...Filozof karakterini gören ve fikirlerini dinleyenler onun hakkındaşunu diyordu:“Nurettin Topçu, araştırmacı tekniğiyle, yöntem ve bilim düşüncesiyle Batılı; ama ruhu ve mistik felsefesiyle Doğulu, bir Türk filozofudur!..”

Yorumlar (0)
12
az bulutlu