banner4
03.02.2020, 12:50

BEŞERİN DİN, TANRI ve KUTSALLIK ANLAYIŞINI TAHKİM EDEN YÖNTEMLERİ ÜZERİNE                                                                                                 

 İslâm kelimesi, yalnızca şirk içerisinde bulunanlar için değil, bütün beşeriyet için temel bir kurtuluş kapısıdır. O yüzdendir ki bu kelime, Hz. Âdem’den beri gönderilmiş olan vahiy bildirimlerinin ortak adı olmuştur. Bu itibarla İslâm kelimesi, beşer için hayatı daha yaşanılır kılan ilkeleri barındıran bir kapsamda dile getirilmiştir. Cenâb-ı Allah’tan başkasından korkmayan inanmış bir insan tipinin adı olan bu eğilim, beşerin başka varlıklara kul olmasının da panzehiri olan bir kabul değeridir. 
Beklenti, korku, kurgu ve inkârlarının esiri olmuş bireylerin toplamını ifade eden inançsız toplumlarda olduğu gibi, Allah’tan başka her varlık korku ve ümit objesine dönüşmüştür. Zayıf bir psikolojinin yönlendiriciliği altında yol alan inançsız birey, yol üzerinde kendisine destek çıkacağına inanmış olduğu her şeye tapar hâle gelmiştir. İnsanın oluşturduğu bu düzende, kendisi için kutsal nesnelere dönüşmüş olan her olgu, noksanlıktan uzak bir yapıda ele alınır olmuştur artık. Tanrıların eleştirisini asla kabul etmeyen bu beşerî eğilim, sonuçta yeni kutsallıklar yaratarak inanç olgusunun beşerî basamaklarını tahkim etmiştir. Tevhidin bilinen çizgisinin dışına taşmış olan her bireyin bu eğilimden nasibini almış olması ise, ilgili düşüncenin sahte olsa dahi iman olgusuyla olan yakın bağını gözler önüne sermektedir.    
Bâtıl, yanlış, kötü ve negatifliği ifade eden her türlü olguda merkezî unsur insanın kendisidir. O yüzdendir ki ilgili olguların hepsinin iman etme hâliyle içiçe geçmiş olan güçlü bir bağının olduğu da bilinen bir husustur. Kur’an, ilgili olguları sahîh bir şekilde iman etmenin karşısında konuşlanmış olan negatif “inanma gerçeklikleri” olarak kabul etmektedir. Onun için de bu hâlin değişimini esas alan açıklamalarda bulunmuştur. Zira kalıcı değersizliği öne çeken her eylemsellikte olduğu gibi, iman etme hâlini geçerli bir durum addedip, iman ettiği olgular üzerinde düşünmeme gibi bir tavrın benimsenmesi gerekmektedir. Bu açık tehlikenin bütünüyle farkında olan Kur’an, tevhidin bozulmasına katkı sunacak olan her tür beşerî eğilimin önüne geçmeyi de temel bir hedef olarak kabul etmiştir. Bu hedef doğrultusunda yeniden tebliğ sürecini başlatmış olan Kur’an, dinsizlik algısının değişimine yönelik ilgili bildirimlerini, tevhit değerlerinin dejenerasyonunu önleyecek bir yapıda deklere etmiştir.
Din olgusu, kelimeler üzerinden hayat bulan bir gerçekliği sahiptir. Onun içindir ki insanoğlu, dinsel anlatımların bütünüyle kelimeler üzerinden tedâvüle sürülmüş olduğu bir tebliğ süreciyle muhatap olmuştur. Kelimeler üzerinden yayılan bir din olgusunda en güçlü bireylerin metni anlamak için güçlü çaba gösterenler olduğu bilinen bir husustur. Diğer bir deyişle, dinsel tanıtımlarda söz üstadı olan kişiler, metne kulak verenlerdir. Bu yüzdendir ki dindarların din savunusu, esas itibarıyla hak sözün kesinlik içeren bildirimlerine dayanmalıdır. 
Hangi tür olursa olsun geleneksel kültürün başat değerlerinden birisini oluşturan, söz, söylem ve metnin şüphe içerikli versiyonlarından rivâyet, mitoloji ve şifahî kültürü ise, aklı başında olan dindar kişiliklerin dinsel savunusunda merkezî bir yer işgal etmemelidir. Ancak mevcut manzara ifade edildiği şekilde değildir. Rivâyet üzerinden geliştirilmiş olan bir din savunusu, öncelikli olarak aklı başında olan dindarların muhatap kabul etmedikleri bir yöntem olması gerekirken, hâlihazırdaki pozisyon bütünüyle bunun aksi mâhiyette gelişmiş gibidir. Belki de sırf bu yüzden, Hak Söz’ün doğrudan yanında durması gereken bir kitlenin, kendi ilkelerine uygun davranmadığı bir durumla karşı karşıya bulunmaktayız. Hâlbuki din ve dindarlığın mevcut gücü, hem savunduğu sözün gücünden, hem de o gücü destekleyen olgusal yeterliliklerden kaynaklanmaktadır. İnsanı ikna eden iç âlem yani enfüs ve dış dünya yani âfâk değerleri olarak da ifade edebileceğimiz bu alan, yaratılış konsepti olarak sahip olduğumuz olumlu değerlerin diğer her türlü yapay değer karşısındaki üstünlüğünü gösteren yegâne sabiteleri olarak görülmelidir. 
Bilindiği gibi, insanlığın tek dinsel gerçekliği olan İslâm Dini’nin tanrı algısı, bütünüyle “kelime-i tevhit” üzerine bina edilmiş gibidir. Tevhit kelimesinin içerisinde bulunan Tanrı/İlâh kavramı ise, esasında mevcut tanrı algısının sınırlarını belirleyen bir nitelik üzerinde inşâ edilmiştir. “La ilâhe illallah” yani “Allah’tan başka ilâh yoktur” hüküm cümlesi, içerisinde gerçek bir ilâhın elzem niteliklerini de barındıran bir teslimiyet formülüdür. Vahyin devam eden bölümlerinde detaylandırılmış olan bu anlayış, yalnızca Yüce Allah’a has olan pek çok niteliğin iman nesnesine dönüşmesini temin etmektedir. 
Kur’an’ın da ifade etmiş olduğu gibi gerçek bir tanrı, ancak yaratan, öldüren, güven duyulan, kendisinden korkulan, ibadet edilen, yardım dilenen, sığınılan, hesap soran, yediren, içiren, seven, cezalandıran, yargılayan, gerçeği söyleyen, düzen veren, denge kuran … gibi niteliklerin yegâne sahibi olan bir Tanrı olabilir. Onun içindir ki öncelikli olarak, genel anlamda zihinsel temizlik için “La ilâhe” denilmiştir. Bu demektir ki Allahsızlığı ve de dinsizliği din gibi benimseyen tasavvurun sahiplendikleri gibi, daha sonra açıklanacağı niteliklerde bir tanrı asla var edilmemiştir. 
Bu beyanın akabinde ise, “İllallah” lafzıyla birlikte düzenlendiği şekilde, ancak o niteliklere haiz bir Tanrı vardır ki, o da sadece Yüce Allah’tır kesin bildirimi gelmiş olmakla, Tanrı olgusunun içlem ve kaplam sınırları kesin olarak çizilmiştir. Bu kesinlik, yalnızca müşrik bireyin tanrı algısı için düzenleyici bir konumda ifade edilmemiş, Tanrı’ya inanan her bireyin kendisi için de temel alacağı bir nitelikte va’z edilmiştir. İş bu nedenden ötürü her çağın insanı Tanrı tasavvurunu bu açıklamanın olası sınırlarına göre detaylandırmalıdır. Kutsallık verdiği kişi ve nesnelere yeniden göz atmalı, Tevhidin Tanrısı’nın niteliklerini başka nesnelere verip vermediğinden emin olmalıdır. 
    İnsanın kolaylıkla tanık olabileceği gibi, iman etmenin sahibine kalıcı bir anlam kattığı süreçler, yalnızca tevhit eğiliminin baskın olduğu süreçlerdir. Tevhit değerlerinin içselleştirilmiş olduğu her aşama, inanan kişi için varlığın yeniden anlamlandırılması için bir seçenek sunmaktadır. Yalnızca Yüce Allah için deklere edilmiş olan sıfatlar üzerinden Tanrı algısı oluşturan birey için şirk değerlerine yakın durmak söz konusu bile edilemez. Tapınma eğilimini Yüce Allah üzerinden meşru hâle getirmiş olan birey ile tapınma ihtiyacını üretilmiş olan kutsallıklar üzerinden gerçekleştirmiş olan bireyin aynı kavram içerisinde tanımlanması mümkün değildir. 
O yüzdendir ki İslâm vahyi, sadece Yüce Allah’tan isteme üzerinde kurgulamış olduğu bir ibadet algısı oluşturmuştur. Kur’an’ın açıklıkla ifade etmiş olduğu gibi “Yüce Allah’tan başka hiç kimsenin söylediği mutlak manada doğruyu ifade edemez” gerçeği, inanan insanın sözleri dinlerken takınması gereken tavrı ortaya koymaktadır.  Bu tavrı içtenlikle benimsemiş olan elçilerin öğreticiliği de tevhit kelimesinin ikinci şeklinin ispatı olan “…Resûlullah” kategorisinde dile getirilmiştir. Gönderilmiş olan elçiler adedince değişiklik içeren bu bildirim, aynı zamanda iman olgusunun ilk taşıyıcılarını da mü’min kategorisinin içerisine dâhil etmiş olmaktadır. Tevhit kelimesinin iki yönü itibariyle de dile getirildiği gibi artık beşer için birden çok ilâhın olması kabul edilemez bir durum olarak lanse edilmiştir. Bu nedenledir ki insanlığın bidâyetinden beri gelen tevhit çağrısının ortak dili “İslâm ol, kurtul!” seçeneği üzerinde fonksiyonel kılınmıştır.
Mevcut durumu anlama adına, günümüz Müslüman toplumlarında dinî ilimler ile sosyal bilimler sahasındaki karşılaştırmalı çalışmaların yetersiz olduğu bilinen bir gerçektir. Bu sahadaki çalışmaların yetersizliği din, insan ve toplum hakkındaki bütünsel algılarımızı da doğrudan etkilemektedir. Bu nedenledir ki, hâlihazır Müslüman kültürün insan ve toplum algısı parçalı bir nitelik arz etmektedir denilebilir. Uzun zamandır inanç olgusunun içerik değerlerinden birisini ifade eden sosyal bilimler ayağının eksik kalmış olması hasebiyle de sağlıklı bir tanımlama yapılamamış gibidir. Oysaki insan ve onun inancı hakkında etraflı bir kanaate ulaşabilmemiz için karşılaştırmalı çalışmaların gerekliliği yadsınamaz bir hakikattir. Bu hakikatin göz ardı edildiği süreçlerde İslâmî değerler hakkında kesin kanaat sahibi olmamız güçleşmiş görünmektedir. 
Dahası, bu algının kültüre egemen olmasından ötürü Müslüman toplumlarla ilgili olarak yapılmış olan bilimsel çalışmaların sonuçlarını doğrudan gayr-i müslim camiadan öğrenmek zorunda kalmışız. Müslüman muhayyilede sosyal bilimlerin gerekliliği hakkındaki telakkilerin yetersiz oluşu, bizleri içinde yaşadığımız toplumun davranışının yabancısı durumuna düşürmüştür. Hâlbuki insanı daha iyi bir şekilde tanımak için öncelikli olarak onun çerisinde yaşadığı toplumu daha yakından tanımak gerekmektedir. Bunun için de ivedilikle insan ve toplumun bağlı olduğu genel yasaları bilmenin gerekliliği ortadadır. Bu gerekliliğe rağmen Müslüman düşünce, dış dünyayı tanımak için sosyal bilimlerin yardımından uzak bir algı oluşturmuş gibidir. Mamafih bugün itibariyle ifade edecek olursak, Müslümanlara hemen her platformda nefes aldırmayan bu durum, Müslüman coğrafyanın bütününde bundan farklı bir mâhiyet de arz etmemektedir. 
    İnsan düştüğü yerden kalkar misali, içinde yaşanılan toplumsal gerçekliğin farkına varılabilmesi için, insanımıza karakter kazandırmış olan ilgili sosyal gerçekliği çok iyi tanımak gerekmektedir. Bu itibarla, Müslüman bilim insanları, kendi gerçekliklerini bütün çıplaklığıyla tanımak için beşerî bilimlerin yardımına başvurmalıdırlar. Öyle ki yaşanılan sosyolojinin akan kanı mesabesinde olan inanç ve fıkıh medeniyeti diye övündüğümüz kültür coğrafyamızda, toplumsal gerçeklikleri büyük bir açıklıkla tahlil eden ikinci bir İbn Haldûn çıkmamıştır.  Diğer bir ifadeyle, Müslüman toplumlar, sosyal bünyeyi sağlıklı analiz edebilecek İbn Haldûn’lar yetiştirecek bilimsel ortamı bir türlü kuramamışlardır. 
Aksine olarak, Müslüman topluluklar nezdinde tarihsel ve toplumsal dokunun din ve dindarlık şeklinde hakikatlaştırılması hatta ideolojileştirilmesi işlemi, o dokunun tanınmasından daha öncelikli bir uğraş alanı olarak görülmüştür. Gelinen nokta itibariyle ifade edilecek olursa, Müslüman toplumların yapısal değerlerinin tanınması sürecinde müsbet ve insanî bilimlerin somut verilerinin şer’î ilimler sahasında pek kullanılmadığı bilinen bir husus olarak karşımızda durmaktadır. Bu aşamada ilgili gerçekliğin olası sebeplerine girecek durumda değiliz. Fakat herkes için açık olan bir husus vardır ki o da, uzun süredir Müslümanların boşaltmış olduğu bu sahanın bütünüyle batılı bilim insanları tarafından doldurulmuş olduğudur. 
Yani Müslüman halklar, kendi toplumsal gerçekliklerini şarkiyatçıların tanımlayıcı sosyal bilimler metodu üzerinden ele almak zorunda kalmışlardır. Nitekim ortak değerler kümesine ait olmayan yabancı tasavvurlardan öğrenmek zorunda kaldığımız her gerçeklik, bizleri kendi aramızda daha da tanınmaz bir hâle sokmuştur. Misyoner bir ruhla kaleme alınmış olan te’lif ve tercüme eserleriyle Müslüman toplumların yanlış anlaşılmasına kaynaklık eden batılı düşün adamları, sonuç olarak sömürünün kolaylaştırıldığı bir insan tipinin oluşmasını da temin etmişlerdir. Hatta bu metot üzerinde ısrar etmiş olan batılı otoriteler, kişi ve toplumların uzun vadede kendilerine yabancılaştığı bir zihinsel köleliği de üretmişlerdir. Bu kazanım sayesinde sömürgeleştirmenin bilinen yüzüyle tanışan Müslüman halklar,  hâlâ kendi değerlerini üretecek bir sürece evrilmiş değillerdir.
    Görebildiğimiz kadarıyla sosyal gerçekliğin anlaşılması için takip edilen gerçekçi bir metodolojiden bahsedebilmek, uzun süredir mümkün gözükmemektedir. Zira sosyal dokunun bütünüyle tanınabilmesi için yapılan yegâne şey, âyet ve hadislerin değerlendirilme çalışmasından ortaya çıkarılmış olan sığ bir neticeden ziyade farklı bir oluşum yoktur. Tasnif kategorisi gereği aynı konudaki bilgilerin peş peşe sıralanmasından oluşan bir yöntem takip edilmiştir denilebilir.
Netice olarak denilebilir ki Müslüman tasavvurun psiko-sosyal açıdan tahlil edilebilmesi için, bu tasavvuru turnusol anlamında belirginleştiren bazı temel verilere ulaşmak yeterli olacaktır. Bu itibarla zihnî altyapımızı oluşturan her öğe dikkatle ele alınmalıdır. Dinsel ve ideolojik manada bağlanmanın sosyo-ekonomik nedenlerini bulabilmek, bağlanma değerlerinin de farkına varmayı gerektireceğinden, bu uğurdaki her detay bizler için önem arz etmektedir. Nitekim kültür tarihimizdeki çalışmaların pek çoğu Kur'an veya Hadis ifadeleri baz alınarak yapılmış olduğundandır ki, mevcut durum, sosyal gerçeklikleri anlama yani gözlem’den çok anlatma yani tanımlama üzerine bina edilmiş gibidir. Bu konuda geliştirilmiş olan evrensel bir terminoloji de yok gibidir.  
 

Yorumlar (0)
12
az bulutlu